Kâğıt parçasından internet andıcına…
İlker Başbuğ’un parmağını herkesin gözlerine sokarcasına salladığı, kamuoyunu emir erini azarlar ses tonuyla haşladığı günleri unutmak mümkün değil.
Bilirkişi raporlarına rağmen ıslak imzalı belgeyi kağıt parçası olarak tanımlayan Genel Kurmay Başkanı bir yana, o günlerdeki medya destekçileri de boş durmuyordu. Unutmak mümkün mü “ıslak imza atan makineler” muhabbetini?
İnternet andıcı ile ilgili ilk haberler bir kısım medyada yer aldığında –çünkü medyanın bir başka kanadı bu türden haberler, tartışmaları ısrarla görmezden geliyordu- ilk aklıma gelen çok basit bir soruydu:
“Halktan toplanan vergilerle hizmet vermesi gereken bir kurum, o paraların bir kısmıyla –yasalar meblağa bakmaz, isterse tek kuruş olsun- nasıl olur da görevi dışına çıkıp siteler kurar, bu sitelere haber ve yorumlar koyulması, güncellenmesi için nasıl olup ta maaşı vergilerle karşılanan memurlar çalıştırırdı?”
Devletin bir kurumu halkın iktidar yetkisi verdiği hükümeti karalamak, yalan yanlış bilgi, yorumlarla itibarsızlaştırıp gerektiğinde o belge bilgilerin desteğiyle partinin kapatılmasına katkı vermek, böylece iktidardan kurtulmak için Devletin parasıyla siteler kuruldu.
O sitelerin varlığı önce inkâr edildi. Ardından kurumsal bir yetkilendirme olmadığı iddiası dillendirildi. Çok sıkışıldığında ise Ecevit döneminden kalma bir Hükümet talimatına dayandırılmaya çalışıldı eylem.
Uzun süren bir savcılık tahkikatının ardından kabul edilen iddianameyle ortaya çıktı ki emir komuta zinciri çerçevesinde AK Parti Hükümetini karalamak amacıyla kara propoganda denilecek içeriklere sahip pek çok internet sitesi kurulmuş, bu sitelerle ilgili görevli birimden en tepeye kadar yetkilendirmeler, görevlendirmeler yapılmış, yazılı talimatlar verilmiş.
Mahkeme tarafından kabul edilen iddianameye yansıyan ifadelerden anlıyoruz ki, bu işleri yapanlar fütursuz bir cesaret, dokunulmaz zırhlar içinde hissetmişler kendilerini. Öyle olmasa ucu mevcut iktidarı düşürmeye, halkın 22 Temmuz 2007’de %47 ile Meclise temsilciliğimi yap diye gönderdiği AK Parti’yi kapatmaya kadar varacak eylemlere kalkışılabilir mi?
Bu tür eylemlerin, ucu ağırlaştırılmış müebbet hapse varan suçlar olduğu bilinmez mi?
4 üst düzey kuvvet komutanının emekliliğine yol açan nedenlerin içinde bu internet andıcı iddianamesinin bardağı taşıran damla olduğu kimilerince dile getiriliyor ama kimse çıkıp “birbirini suçlayan bunca görevlinin ifadesi, üstelik 2010 yılına kadar süren aleni suç oluşturan eylem varken” askeri bürokrasinin yargıdan ne beklediğini tam olarak ifade edemiyor.
Ergenekon, balyoz, Donanma, Poyrazköy ve daha nice iddianameyi, tek başına şu İnternet Andıcı ile ilgili ortaya çıkan deliller, sanık ifadeleri ortadayken, hukuki dokunulmazlık anlamına gelecek ince mesajlar demokratik olma iddiasındaki bir ülkeye yakışır mı?
Asıl can alıcı soru ise şu: Bırakın gelişmişi, gelişmekte olanı… Dünyada halkın seçtiği iktidara karşı propaganda amaçlı yayın yapan başka resmi kurumun olduğu ikinci bir ülke var mıdır?
Yıllarca iktidarların emrinde çalışacağına, üstünde olan, her darbenin ardından biraz daha dokunulmazlık alanını genişleten bir yapı vardı ama bunun 21.yüzyılda sürdürülemeyeceği çıktı artık ortaya…
Sürmekte olan diğer tüm davalar bir yana İnternet andıcıyla ortaya dökülen bilgiler, bugüne kadar rütbe disiplini içinde susanların ifadeleri ortaya koyuyor ki, “nasıl olsa kimse dokunamaz, fütursuzluğunun cesaretiyle çok vahim işler yapılmış, üstelik emir komuta zinciri içinde yürütülen eylemler ve daha dokunacağı epeyi yer söz konusu…
Türkiye’nin Genel Kurmay Başkanı dahil 4 generalin istifa karışımı emeklilik depremiyle karşılaştığı günün arifesinde Dursun Çiçek’in Savcıya verdiği ek ifadeden yeterince anlaşılıyor bu.
Kızının internet sitesinde yayınladığı ifadesinin bir yerinde şöyle demiş Çiçek:
“Sitelerin aylık, üç aylık izlenme oranları emir komuta sistemiyle komutanlara bilgi arz edilir. Bir haberin sitede yayınlanması konusunda tereddüt yaşanırsa sivil memur bunu proje subayına, proje subayı şube müdürüne, o da ihtiyaç duyarsa Bilgi Destek Daire Başkanına, o da Harekat Başkanına arz eder. Harekat Başkanının da tereddütte kaldığı konu olursa İkinci Başkana, hatta Genel Kurmay Başkanına kadar haber içeriği arz olunur. Bu denetim sistemi tarafımızdan hazırlanan haber ve yorumlar için kullanılır”
Sivil memurdan, Bilgi Destek Başkanına oradan da Harekat Başkanından Genel Kurmay Başkanına kadar uzanan ve 2007-2010 yılları arasında sürdürülen bir eylem söz konusu anlayacağınız.
Albay Çiçek bu işlerin emir komuta zinciri içinde yürütüldüğünü söylüyor ki, askeri işleyişin doğası da bunu gerektirir zaten.
Dursun Çiçek’in son ifadesi ve o metinde pek çok üst düzey yetkilinin ifadelerine karşı son söyledikleri işi çok farklı boyutlara taşıyabilir.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:10:48.923-07:00
Mersin’in yabancı öğrenci potansiyeli… AKİB
Mersin’in yabancı öğrenci potansiyeli…
Dünyanın en gelişmiş ülkesi Norveç’teki saldırı ırkçılıkta ulaştığı boyutla da ilginç.
ABD’yi vuran 11 Eylül saldırısının ardından başlayan ve Huntington’un medeniyetler çatışması olarak adlandırdığı çok tehlikeli tez Norveç ile başka bir noktaya doğru evirilecek gibi görünüyor.
Başta bankacılık, bugünlerde ise ülkelerin borç krizi olarak adlandırılan, aslında bilgi çağına girmekte olan dünyanın sanayi çağı sorunlarını çözmekte zorlandığı güç bir dönemden geçiyoruz. Atlatmak bir yana kâğıtların karılıp yeniden dağıtılacağı sancılı günlere hazır olmalıyız.
Her tehdit fırsatları da barındırır aslında.
Bu ABD ve özellikle Avrupa’da başlayan yabancı düşmanlığı, ülkeye gelenlerin iliklerine kadar arandığı, potansiyel terörist muamelelerine muhatap olması, Türkiye adına böyesi bir altın fırsat sunuyor.
Başta ABD ve İngiltere olmak üzere pek çok gelişmiş ülke yabancı öğrenciler sayesinde her yıl milyarlarca dolar kazanıyor ve iki ülkenin de döviz kazandırma bakımından en cazip müşteri potansiyeli Ortadoğu ülkelerinde…
Her türlü çileyi çektiriyorlar ama başta Araplar olmak üzere, dünya genelindeki yabancı öğrenciler ABD ve İngiltere’yi tercih ediyor.
ABD 2010 yılında 691 bin, İngiltere 415 bin yabancı öğrenciye kapılarını açmış. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, yabancı öğrenciler yıllık harcamalarının %70’ini kendi olanaklarıyla karşılıyor. Bir başka ifadeyle ve ortalama bir öğrencinin okul, konaklama ve diğer harcamalarının toplam 50 bin doları aştığı düşünülürse ABD’ nin bu alandan elde ettiği döviz 25 milyar dolar… Benzer hesabı İngiltere için de yapmak mümkün. (Yukarıdaki rakamlar her yıl yaz okullarına İngilizce öğrenmek üzere akan giden mevsimlik öğrencileri kapsamamakta)
Yabancı öğrencilerin geldikleri ülkeye katkıları bununla da sınırlı değil. Öğrencilerin çoğu okulun ardından iş hayatına atılarak ve girişimci olarak ta kazandırıyor gittiği ülkeye.
Terör korkusunun ardından son krizle baş gösteren işsizlik dalgası önce ABD bugünlerde de İngiltere’yi bir zamanlar “altın yumurtlayan tavuk” olarak görülen yabancı öğrencilere karşı farklı davranışlara itmeye başladı. Öğrenci vizelerine getirilen kısıtlamalardan 230 bin kişinin etkileneceği bunun ise on milyar dolara yaklaşan zarar anlamına geleceği varsayılıyor.
Bölgesel güç olma iddiasını her gün biraz daha güçlendiren Türkiye ve Ortadoğu’ya açılma noktasındaki Mersin ortaya çıkan fırsatın büyüklüğünün farkında mı sorusu önem kazanıyor.
Bilmeyenlere hatırlatayım: Zafer Çağlayan’ın katkılarıyla döviz kazandıracak farklı hizmetlere yeni kimi teşvikler üzerinde çalışılırken “Türkiye’ye yabancı öğrenci çekmek amacıyla, Üniversitelerin yabancı ülkelerde yapacakları tanıtım faaliyetlerinin %50’sinin bugünkü adıyla Ekonomi Bakanlığınca karşılanması” kararı alındı. Tanıtımların 300 bin dolarlık bölümünü devlet karşılayacak, anlayacağınız…
Bir yandan yabancı öğrencileri düşman gören, buna karşın, Türkiye’nin kucaklayan gelenlerin kendilerini evlerinde hissedecekleri anlayış…
Ortadoğu ülkelerine yakınlığı, muhteşem doğası, öğrenim döneminde boş duran on binlerce dayalı döşeli yazlık konutuyla Mersin, bu alanda da Türkiye’nin en önemli potansiyeline sahip kenti konumunda…
Yüksek öğrenim kurumlarının döviz kazandırıcı hizmetlerinin teşvik edileceğini, “650 bin öğrenci kapasitesinin, %10’u yabancılara açılsa dışarıdan 65 bin genç anlamına geleceğini söylüyor Bakan Çağlayan:
“Öğrenci başına ortalama 10 bin dolar harç alındığından hareketle 65 bin yabancı öğrenciden 650 milyon dolar harç geliri. Bu öğrencilerin barınma, yeme-içme ve eğlenme parası olarak da aylık 500 dolar harcayacakları varsayımıyla yılda ortalama 390 milyon dolar ilave döviz”
Yıllar önce “Üniversiteler Şehri Mersin” i kaleme alırken kurduğum hayallerimi besleyen teşvik projesi gerçekten heyecan verici.
Unun, şekerin, yağın bolca bulunduğu Mersin, helvayı pişirecek heyecanda bir ustaya sahip bugün.
Gerisi bize kalmış…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:09:42.164-07:00
Vesayet perdesi kapandı.
Vesayet perdesi kapandı.
Genel Kurmay Başkanı başta olmak üzere 3 kuvvet komutanının emekli olması –veya edilmesi- pek çok açıdan daha uzun süre yorumlanacak, değerlendirilecektir.
Cumhuriyet tarihi boyunca tanık olmadığımız bir finaldir izlediğimiz. Durup dururken de gelinmedi.
“Bin yıl süreceği” iddia edilen 28 Şubatın ardından yaşananlar, toplumu tek tipleştirme, tornadan geçirme projelerinin saçmalığını ortaya koymasına rağmen, kendilerini ülkenin gerçek sahibi görenler gerekli dersleri çıkarmamış, aksine banka soygunlarıyla taçlandırılan dönem 2001 ekonomik kriziyle her anlamda ülkenin iflas bayrağını çekmesiyle sonuçlandı.
Hemen ardından yapılan seçimler, bir yaşındaki AK Partinin iktidara gelişi, halkın sandıkta verdiği mesaj… Ortaya çıkan tablodan gerekli dersleri almaları gerekenler, seçmenin değişimden yana tercihine saygı duymak şöyle dursun, AK Parti’den hangi yöntemle olursa olsun kurtulma yollarını aramaya koyuldular.
Ergenekon ile başlayıp Balyoz gibi iddianameler… Kimi kuvvet komutanlarına ait olduğu iddianamelere giren günlükler, ortaya çıkan onlarca darbe senaryosu…
AB sürecine direnme, Kıbrıs üzerinden Hükümeti köşeye sıkıştırma, Sezer’in Cumhurbaşkanlığı döneminde bürokrat atamalarının bile engellendiği dönemi hep birlikte yaşadık. Tekrar anımsatmanın anlamı yok.
AK Parti döneminin asıl kırılma noktası 27 Nisan 2007 günü dönemin Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt’ın kurumun sitesine koyduğu muhtıra ile yaşandı. İç ve dış konjoktörden habersiz, soğuk savaş dönemine özgü o deneme ters tepti.
12 Mart 1971 muhtırası ile şapkasını alıp giden seçilmişlerin aksine bu kez iktidar erkini elinde tutanlar muhtıraya karşı durdular. Daha da önemlisi “erken seçim” kozunu masaya sürdüler.
Organize edilen Cumhuriyet mitingleri, belli medya grupları üzerinden yürütülen “genç subaylar rahatsız” benzeri derin operasyonlar, “tehlikenin farkında mısınız” çağrıları, tezgahlanan nice provokasyon kokan eylem, Cumhurbaşkanı seçimini engellemek için üst yargının da sahaya sürüldüğü “akıllara seza 367 formülü…
Tümünü elinin tersiyle itti Türkiye halkı… AK Parti 22 Temmuz 2007 seçimlerinden %47 oy alarak çıktı. 1960 darbesiyle tahkim edilen kalelerin tek tek yıkılmasını getirecek bu halk tokadından da gerekli dersler alınmadı.
Ders alınması bir yana halkın büyük desteğine sahip iktidarla askeri bürokrasinin bilek güreşinden medet uman anlayış, kendisi açısından var olma mücadelesi olarak gördüğü süreçte uzlaşma yerine çatışmayı seçti.
22 Temmuz 2007’den sonra Halk iki kez daha demokratik yöntemle, kırmadan dökmeden gerekli mesajı vermeye çalıştı tüm dünyaya…
12 Eylül 2010 anayasa referandumu ve 12 Haziran 2011 seçimleri…
Anayasa değişikliklerini %58 ile onaylamakla kalmadı halk, seçimlerde de AK Partiye %50 ile omuz verdi. Her iki seçmenden birinin desteğini alan, güçlü halk iradesini arkasına alan bir siyasi hareketle restleşmek akla, mantığa uygun değildi. Koşaner ve birlikte hareket ettiği anlaşılan kadro bunu göremedi.
12 Mart 1971’de olduğu gibi, kaşlarını kaldırdıklarında kaçıp gideceğini mi sandılar iktidarın?
Aradan geçen 40 yıl… Yıkılan Berlin duvarı, dağılan Sovyetler, soğuk savaş döneminin sona erişi…
Askerle birlikte olmayı, siyasilere tercih eden ABD’ nin değişen anlayışı, değişen rolü…
Sanayi çağından bilgi çağına geçmekte olan dünyanın yeni oyun düzeni…
Diktatörlüklerle halvet olma anlayışının yerini alan demokratikleşme dalgası…
29 Temmuz 2011 akşamı sadece bir Genel Kurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanı emekli edilmedi.
Bir dönem kapandı Türkiye’de…
Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, yakın gelecekte Asya’ya dalga dalga yayılan demokrasi ve değişim rüzgarı hakim olurken, Dünyanın 16. Büyük ekonomisine sahip ülkesinde vesayetçiliği sürdüreceğini sananlar tarih sahnesinden indirildiler.
Bu eğer birilerinin iddia ettiği gibi bir bilek güreşi ise 2002’den beri süren o güreş sona erdi.
Bunun bir iç çekişme, çatışma olduğunu sanmak ise büyük fotoğrafı görmemizi engeller.
-Dünyada darbeler dönemi çoktandır sona erdi. Parlak ekonomisiyle yakın geleceğin Bölgesel Gücü Türkiye’yi kimi müdahalelerle gizli açık yöneteceğini sananlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da çatırdamaya başlayan rejimlerden gerekli dersleri çıkarmalıdırlar.
-Anadolu sermayesi son on yıllık performansıyla, bugüne kadar vesayet sistemiyle birlikte hareket eden İstanbul dükalığına karşı yıkılması güç alternatif oluşturdu.
-Küreselleşme dalgasının ulaştığı boyutlar Türkiye ölçeğinde ekonomiye ve dinamiğe sahip ülkelerin evrensel demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla egemen olmasını zorunlu kılıyor.
Daha epeyi yazıp çizeceğiz dönülen bu çok önemli virajı ama askeri vesayetin değil de demokrasinin kazandığı gerçeğini unutmadan.
Yakın geleceğe damgasını vuracak zorunlu değişimle noktalayayım 29 Temmuz gecesi kaleme aldığım yazıyı:
Bundan sonra iktidar- askeri vesayet ilişkileri hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Soğuk savaş dönemine özgü, sınırları içine kapanan, yarattığı iç tehditlerle varlığını sürdüren ordu anlayışı sona erecek…
Yeni Dünya düzeninde Bölgesel Güç olması kaçınılmaz Türkiye’nin rolü gereği bölgesel etkinliği artan çok daha gelişmiş, bölgesinde ve dünyada daha aktif bir ordu çağın kaçınılmaz gerçeği olarak değişip, dönüşecek…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:08:45.860-07:00
Asıl açlar yakacak dünyayı…
Asıl açlar yakacak dünyayı…
“Günde 10 bin çocuğun açlıktan ölmesi bir bankanın batması kadar büyük bir sorundur” diyordu eski BM ler Genel Sekreteri Kofi Annan, boş gözlerle kendisini dinleyen koca koca temsilcilere…
Bankalarını kurtarmak gibi büyük sorunlara kafa yoranlar “aç Afrika çocuklarının hayata tutunma mücadelesi” gibisinden küçük meseleleri yıllardır ciddiye almayınca bugünlere geldik.
Somali, Sudan, Kenya… Afrika’nın 13 milyon aç insanı öldürmeyecek bir lokmayı bulmaya çalışıyor..
Baş gösteren kıtlık zaten yetersiz olan beslenme sorununu içinden çıkılamaz hale getirdi. Abartısız bir trajedi yaşanıyor Somali ve çevre ülkelerde.
Bakın çok fazla projeye, çok karmaşık hesaplara, dünya devlerinin trilyon dolarlık fonlarına gerek yok.
Sadece 10 tonluk gıda malzemesi bir yerlerden yola çıksa örneğin ve kısa zamanda yerine ulaşsa en az 3 bin 500 çocuğun yaklaşık 1 aylık beslenme ihtiyacını karşılanacak.
On ton makarna, on ton bulgur, on ton bulamaç haline getirilecek un, on ton pirinç…
Her gün çöplere attığımız gıda dağlarından birazını, daha az ziftlenerek midemizden kurtardığımızın bir kısmını ulaştırabilsek ölmeyecek Afrika’nın aç çocukları…
Aşırı şişmanlık… Gelişmiş ülkelerin en ciddi hastalıkları arasına girdi.
ABD’de sigaranın yerini alarak ölüme yol açan hastalıklar arasında birinci sıraya oturmuş keyif çatıyor obezite…
Dünyada açlık nedeniyle kısa zamanda ölecek insan sayısı 800 bin… Aşırı şişmanlıktan ölüm riskiyle yüz yüze kalanların sayısı ise bir milyon…
Aşırı şişmanlar sağlıkları için daha az yerken, göbeklerinde yağa dönüşen besinlerin bir kısmını Afrika’ya ulaştıracak bir formül bulabilseler, toklar da açlar da ölmeyecek…
Silaha, ölümcül savaşlara trilyonlar bulan gelişmişler ve gelişmekte olanlar çok değil birleşip 7 milyar dolar ayırabilseler bebekler gıdasızlıktan ölmeyecek en azından…
Havadan bulunmuş, kafadan atılmış bir rakam değil. BM 7 milyar dolar bulsa açlıktan ölüm olmayacağını ifade ediyor yıllardır. Ey gelişmiş ülkelerin yanaklarından kan damlayan yöneticileri, karar vericileri, iktidar sahipleri nerede insanlık, vicdan artık oralarda oturmuyor mu yoksa?
Soruna çare bulmaya çalışanlar, kafa yoranlar yıllar önce bir çözüm bulduk diye sevinmişlerdi oysa. BM’ lerde kabul edilen o çözüm metnine göre gelişmiş ülkeler her yıl Milli Gelirlerinin binde yedisi tutarında parayı açlıkla mücadele programı için BM’ lere aktaracaklar bu paranın bir kısmıyla yoksul ülkelerin kalkınmasına dönük projeler desteklenirken, bir kısmıyla da gıda yardım programları hayata geçirilecekti.
Gelişmiş ülkeler binde yedi oranındaki yardım sözünü yerine getirselerdi Afrika’da açlıktan ölüm olmayabilirdi.
Örneğin imzaladığı sözleşmeye uysa açlık yardımı için, 14 trilyon dolarlık milli gelire sahip ABD’nin basit hesapla her yıl 100 milyar dolar ayırması gerekiyordu. Gelin görün ki silahlanmaya her yıl 1 trilyon bulan Büyük Şef iş çocukların hayata tutunmasına gelince 670 milyon dolardan fazlasını vermiyor, veremiyor.
Hele son bütçe krizi nedeniyle bakarsınız ilk kısıntılar bu fasıla yapılır. ABD 670 milyon doları da vermeyebilir…
Oysa binde yedi oranındaki yardım sözlerine, büyük bütçeli programlara da gerek yok, uzun vadede.
Gölge etmeseler gelişmiş diye baş tacı ettiğimiz ülkeler. Her ülke siyasi çıkarlar uğruna kendi üreticilerine aktardıkları teşviklerden vazgeçseler. Ortak bir kararla sona erdirilse tüm siyasi rüşvetler. Eşit koşullarda yarışacak yoksul Afrika ülkeleri ve bir nebze nefes alacaklar…
Veya ulaşan yardımları, yıllardır aktarılan fonları çalan yöneticilerden kurtulsalar. Şeffaf ve hesap verebilir yönetimlere kavuşsa bu geri kalmışlar. Çok şey değişecek yokluk berekete dönüşecek.
Olmuyor, olamıyor…
Ne zenginlerin umurunda ne de ölmeye bile mecali kalmamış aç çocukların ülkelerini yöneten çoğu sırmalı üniformalarıyla caka satan iktidar sahiplerinin…
Ne diyordu Nazım “açlar” şiirinde:
“Kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak
bir karın
taşıyor!
Kimi
deri deri!
Yalnız
yaşıyor
gözleri!
Uzaktan
simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman balı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
Hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar öyle bakarlar ki! “
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:07:37.411-07:00
Hangi vergiyi veriyordu da, artık ödemeyecek?
Hangi vergiyi veriyordu da, artık ödemeyecek?
Bengi Yıldız’ın demokratik özerklikle ilgili açıklamalarını okurken (böylece kendisinin de demokratik özerklikten özellikle işin ekonomik ayağından hiçbir şey anlamadığı ortaya çıktı) tam da bu soruyu sordum kendime.
Oturdum 2010 yılında hangi illerin ne kadar vergi ödediğini çıkardım. Derken garip bir tesadüf Maliye Bakanlığı 2011 yılı ilk 6 ayına ait tahakkuk eden ve toplanan vergileri il il detaylarıyla liste halinde yayınladı.
Örneği Bengi Yıldız’ın kafasındaki demokratik özerkliğe en yatkın Hakkâri’den vermek gerekiyor.
2011’in ilk 6 ayında 50 milyon liralık vergi tahakkuk ettirilirken bunun ancak 9 milyonu toplanabilmiş.
2010 yılı geneline bakıldığında durumun daha iyi olduğu gözleniyor.
Örneğin Genel bütçe ölçeğine göre Hakkâri’de 97 milyon liralık tahakkuka karşı, 73 milyon liralık tahsilat söz konusu.
Diyarbakır’ın performansını yansıtan rakamları da vermekte yarar var:
2011’in ilk altı ayında Diyarbakır’da tahakkuk eden 647 milyon liralık verginin 348 milyon lirası tahsil edilmiş. Bir önceki yılın aynı dönemine göre vergi tahakkuku %44 artmış ama tahsilat artışı %34’te kalmış.
Aslında çarpıklık sadece Güneydoğu ya da Doğu Anadolu’ya özgü değil.
Türkiye’de verginin %75’i İstanbul, Ankara, Kocaeli ve İzmir’den toplanıyor.
Bu dört ile Bursa, Antalya ve Mersin’i eklersek 2011’in ilk altı ayında tahakkuk eden 176 milyar liralık verginin 144 milyar lirası yedi ilden toplanıyor…
Kısaca Türkiye vergi gelirlerinin %75’i dört, %81’i yedi ilden toplanıyor. Geriye kalan 74 ilin tümünün payı %19’da kalıyor.
Gelelim Bengi Yıldız’ın “vergi ödemeyeceğiz ama devlet pozitif ayrımcılık yaparak kaynak aktarsın” biçiminde özetlenebilecek önerisine…
Son yıllarda devlet tam da bunu yapmış aslında…
En azından veriler bunu söylüyor.
2009 resmi rakamlarına göre; 81 milyar liralık vergi toplanan İstanbul’a aynı yıl aktarılan kaynak 10,3 milyar. 3,6 milyar vergi geliri olan Mersin’in yararlandığı miktar ise 1,9 milyar.
Buna karşın aynı yıl Diyarbakır 579 vergi gelirine karşı 2,6 milyar bütçeden pay almış.
Hakkâri’nin durumu daha ilginç: Devlet topladığı 24 milyon liraya karşı 748 milyon aktarmış.
Anlayacağınız devlet sağladığı her bir liraya karşı 31 lira harcamış görünüyor Hakkâri’de…
Kişi başına vergi ve harcama rakamlarını da vereyim:
Diyarbakır’da kişi başına 388 lira toplanırken aynı rakam Hakkari’de 95 liraya düşüyor. Buna karşın Diyarbakır’da kişi başına 1764 olan gider, Hakkari’de 2895 liraya ulaşıyor.*
Derdim kişi başına 6376 liralık verginin %13’ünün yani 814 lirasının geri döndüğü İstanbul’u, verdiğimiz her 100 liranın ancak 35 lirası aktarılıyor isyanlarını dile getiren Ege bölgesini falan savunmak değil.
Türkiye’de bölgeler hatta iller arası inanılmaz bir gelir adaletsizliği ve kimi bölgelerin yıllarca ihmal edilmişliği söz konusu…
Gelin görün ki, şu demokratik özerklik diye birilerinin dile getirdiği içi doldurulmamış deklarasyonlar da artık kangren olmaya yüz tutmuş o sorunları da çözmekten hayli uzak.
Demokratik özerklik denirken neyin amaçlandığı, hangi ekonomik modelin hedeflendiği sorularına başka bir yazıda ve taslak olduğu söylenen metin çerçevesinde yanıt bulmaya çalışalım, izninizle…
*İllerin gelir, gider tablosu 2009:
İli gelir gider kişi başı gelir k.b.gider
İstanbul 81 milyar 10,3 milyar 6376 814
Mersin 3,6 milyar 1,9 milyar 2245 1179
Diyarbakır 579 milyon 2,6 milyar 388 1764
Hakkari 24 milyon 748 milyon 95 TL 2895 TL
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:06:53.878-07:00
Konya on yılda 18 milyon dolar kazandı, Mersin 800 bin dolarda kaldı.
Konya on yılda 18 milyon dolar kazandı, Mersin 800 bin dolarda kaldı.
2002’ de yapılan ihale ile devredilen Kent içi Reklam alanlarının kullanımı işi, o ihale 10 yıllık süreyi kapsadığına göre 2012’ de sona erecek.
Eski ihale 1 Mart 2002’de onaylandığına göre yenisini konuşmak için zamanımız var.
Türkiye 2002’ lerin krizler ülkesi değil.
Ekonomi ile birlikte reklam sektörü de 10 yıl içinde inanılmaz ölçüde büyüdü, gelişti.
Reklam sektöründen pay alan ve açık alan reklam olarak adlandırılan kent içi billboard işi de çok farklı boyutlara ulaştı…
2008 verilerine göre 2,5 milyar dolara yaklaşan genel reklam pastası içinde kent içi açık hava reklamın payı 200 milyon doları aştı.
Mersin Büyükşehir Belediyesinin 2002 ihalesi o günkü koşullar ve fiyatlandırma ölçütleri bile göz önüne alındığında zaten akılları durduran bir fiyata ve deyim yerindeyse sudan ucuza gitmişti.
Değişen koşullar ve kent içi reklam işinin artan cazibesi bugün o ihalenin bedelini çok daha komik duruma düşürüyor.
Önce 2002 ihalesindeki ürünün zengin içeriğini sıralayayım:
-130 adet otobüs durağı
-100 adet levha durak
-200 adet yönlendirme levhası
-5 adet megalight
-2 adet silindirik kule
-200 adet Billboard
-100 adet çift yüzlü Bulvarlarda yer alan orta refüj raketi
-20 adet Bilet satış büfesi
Kimi günler bir tanesinin 100 dolara satıldığı reklam alanlarının tümü yıllık 120 bin TL’ye ihale edildi. Yani 80 bin dolara…
Bugün şehrin önemli noktalarında yer alan megalight’ ların haftalık kullanım bedellerini bilmese de aklı eren herkesin tahminde bulunması zor değil.
Çok daha meraklı olanlar işi yürüten şirketi arayıp teklif alarak fikir sahibi olabilirler…
Daha ötesine geçmek isteyenlere de önerim var:
“Diğer büyükşehirlerde benzer işlerden Belediyeler yılda ne kazanıyor?” sorusuna yanıt arasınlar.
Öyle İstanbul, Ankara, İzmir falan değil, hatta Bursa, Antalya’ ya kafa yormalarına gerek yok.
Konya ve Kayseri Belediyelerinin, otobüs duraklarıyla, panolardan oluşan reklam alanlarından elde ettiği gelir herkese yeterince fikir verecektir sanırım.
Örneğin Konya Belediyesi…
20 Kasım 2008 günü, kent içi billboard ve durak reklam alanlarını yıllık 2 milyon 610 bin liraya, dolara çevirecek olursak 1 milyon 740 bin dolara bu alanda dünyanın en büyüklerinden sayılan Woll adlı şirkete ihale edildi.
Büyükşehir ölçülerinde Mersin’ den daha az nüfusa ve reklam noktasına sahip Kayseri Belediyesinin de benzer reklam alanlarından aldığı para yıllık bir milyon dolar civarında…
Bir başka ifadeyle anlatalım:
Mersin’in 10 yılda 800 bin bilemediniz 1 milyon dolar elde ettiği bir işten Konya kasasına 17,5 milyon, Kayseri 10 milyon dolar koyuyor…
Bu alandaki tek bir örnek bile neden Konya ve Kayseri’nin Belediyecilikte 21. Yüzyılın yükselen yıldızları olurken Mersin gerilerde kaldığını gözler önüne seren nedenlerden biri.
Madem bugüne kadar düşünülmeyen Belediyeye gelir sağlama bu alanda da olsa akıllara düşmüş, gelin bu kez işi doğru dürüst yapın. İhaleyi tüm Mersin Büyükşehir sınırları içinde kalan AÇIKHAVA REKLAM alanlarını birleştirerek tek bir ihaleyle en iyi teklifle gelen taliplisine verin…
Kısaca merkezde yer alan dört ilçenin ürünü parçalara ayırıp, katletmesini engelleyin.
2012’ de tüm kenti kapsayan billboard işini 15 milyon dolarların üstünde teklif gelmesi sürpriz olmayacak yeni taliplilerine verirken küresel büyüklükte oyuncuların ihaleye girmesini sağlayın.
Oyunu kurallarına göre oynamak isteyen hiçbir dünya devi, parçalara ayrılmış ve anlamını yitirmiş, farklı noktalarda farklı rüzgârların estiği, bölük pörçük hale getirilmiş ürüne gerçek değerini teklif etmez.
İlçe Belediyeleri şimdiden oturur Büyükşehir liderliğinde oluşturulacak konsorsiyuma katılır, “kazan, kazan” ilkesi doğrultusunda ürünün hak ettiği değeri bulmasıyla umduklarından daha büyük gelir elde ederler.
Mersin’in 10 yıl gecikmeyle de olsa, tüm bireylerine ait bir değeri yükselen Mersin değeriyle birleştirip açık hava reklamlarından payını almasını istiyor, bekliyoruz…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:05:05.393-07:00
Bölgesel Kalkınma Ajansları, korkular nedeniyle bürokrasiye teslim (8.5.2005 ufukturu)…
Bölgesel Kalkınma Ajansları, korkular nedeniyle bürokrasiye teslim (8.5.2005 ufukturu)…
Bölgesel Kalkınma Ajansları ilk olarak 1933 yılında ABD’ de ortaya çıkan, bir bölgenin sosyo-ekonomik koşullarını geliştirmek amacıyla oluşturulmuş kurumlar…
ABD’ nin ardından başta İngiltere olmak üzere özellikle Avrupa ülkelerinde yaygınlaşmış olan ve farklı statü, yapı ve işlevleri bulunan ajanslar bölgesel gelişmenin ön plana çıktığı 90’ lı yıllardan sonra daha da yaygınlaştı.
Günümüzde Avrupa’da kendi bölgelerinin gelişme ve kalkınması için çaba gösteren ve AB yapısal fonlarınca kaynak aktarılarak desteklenen 200’ü aşkın kalkınma ajansı bulunuyor.
Bugünlerde Mecliste bekleyen “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarısı” yasalaştıktan sonra öncelikli pilot bölgelerden başlayarak zaman içinde 81 ili kapsayan 26 adet Kalkınma Ajansının kurulmasının önü açılmış olacak.
2005 Ocak ayında Hükümetçe TBMM’ ine sevk edilen yasa tasarısının gerekçesi makul aynı zamanda ilginç söylemlerle dolu.
Belki de Ülke tarihinde ilk kez bir yasa tasarısı 2001 yılı kişi başı milli gelir hesaplarına göre Türkiye’nin en yoksul ili Ağrı’da birey başına düşen 565 dolar ile en zengin Kocaeli’ ndeki 6165 dolarlık uçurum ve 11 kata varan paylaşım adaletsizliğiyle gerekçelendiriliyor.
Ve geçtiğimiz günlerde bu köşede ele aldığımız illerin 2003 yılı sosyo ekonomik gelişmişlik sıralamasından yola çıkarak yapılan “Ankara’nın doğusunda yer alan İllerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyinin 1996 da yapılan bir önceki araştırma döneminden daha da aşağılara inmiş olduğu” gerçeği vurgulanıyor. (Bu vesileyle 1996 da Türkiye 10. su olan Mersin’in 2003 te 17. liğe indiğini ve 7 sıralık düşüşle dibe vurma Türkiye rekortmeni olduğunu anımsamakta yarar var)
Aslında bırakın iller arasındaki dengesizliği, aynı İl içinde kent merkezi ile ilçeler arasındaki farklılıkların akıl almaz boyutlara ulaştığı, hatta kent içindeki semtler arası uçurumlara sahne olduğu bir kentte yaşıyoruz.
Bölgesel Kalkınma Ajansları ile bu dengesizliklerin giderileceği, bölgesel stratejilerin saptanması sayesinde bölgesel girişimciliğin destekleneceği, alt yapı hizmetlerinin sunulmasına yardımcı olunacağı ve özel sektörün yatırım yapmasını teşvik edecek yerel-bölgesel çözümler geliştirileceği kanunun gerekçe bölümünde yer alıyor…
Tüm cilalı sözlere rağmen gerçek neden bunlardan çok, AB’ nin Uyum sürecinde aktaracağı yapısal iyileştirme fonları için bu ajansların kurulmasını şart koşması.
Milli geliri AB ortalamasının ancak üçte birine yaklaşan Türkiye’nin tam üyeliğe kabul edileceği tarihe kadar geçecek süre içinde amaçlanan düzeyi yakalamasının başka yolu da yok.
Bölgesel Kalkınma Ajanslarının Türkiye’de nerelerde, nasıl kurulacağını, işleyiş biçimleriyle oluşturacak organlarını özetlemeye çalışalım…
Türkiye’deki 81 İl, 2002 yılında AB nin belirlediği kriterlere uygun İstatistiki Bölge Birimlerine ayrılırken, ölçüt olarak 2003 yılı sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralaması esas alınmıştı. Ajanslar da bu sınıflandırmaya gere oluşturulacak.
İstanbul, Ankara, İzmir illeri tek başlarına birer merkez olurken, Türkiye’yi alışılageldiğimiz 7 bölge yerine bundan böyle; 12 Ana ve bunların altında yer alan 26 Alt Bölge olarak anmaya başlayacağız. Bölgesel Kalkınma Ajansları bu ‘Alt Bölgelere’ adını veren İl Merkezlerinde kurulacak…
İşte Türkiye’nin yeni 12 bölgesi ve Kalkınma Ajanslarının kurulacağı 26 Alt Bölge:
1- İstanbul
İstanbul Alt Bölgesi (İstanbul)
2-Batı Anadolu
Ankara Alt Bölgesi (Ankara)
Konya Alt Bölgesi (Konya, Karaman)
3-Doğu Marmara
Bursa Alt Bölgesi (Bursa, Eskişehir, Bilecik)
Kocaeli Alt Bölgesi (Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu, Yalova)
4-Ege
İzmir Alt Bölgesi (İzmir)
Aydın Alt Bölgesi (Aydın, Denizli, Muğla)
Manisa Alt Bölgesi (Manisa, Afyon, Kütahya, Uşak)
5-Batı Marmara
Tekirdağ Alt Bölgesi (Tekirdağ, Edirne, Kırklareli)
Balıkesir Alt Bölgesi (Balıkesir, Çanakkale)
6-Akdeniz
Antalya Alt Bölgesi (Antalya, Isparta, Burdur)
Adana Alt Bölgesi (Adana, Mersin)
Hatay Alt Bölgesi (Hatay, Kahramanmaraş, Osmaniye)
7-Batı Karadeniz
Zonguldak Alt Bölgesi (Zonguldak, Karabük, Bartın)
Kastamonu Alt Bölgesi (Kastamonu, Çankırı, Sinop)
Samsun Alt Bölgesi (Samsun, Tokat, Çorum, Amasya)
8-Orta Anadolu
Kırıkkale Alt Bölgesi (Kırıkkale, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Kırşehir)
Kayseri Alt Bölgesi (Kayseri, Sivas, Yozgat)
9-Doğu Karadeniz
Trabzon Alt Bölgesi (Trabzon, Ordu, Giresun, Rize, Artvin, Gümüşhane)
10-Güneydoğu Anadolu
Gaziantep Alt Bölgesi (Gaziantep, Adıyaman, Kilis)
Şanlıurfa Alt Bölgesi (Şanlıurfa, Diyarbakır)
Mardin Alt Bölgesi (Mardin, Batman, Şırnak, Siirt)
11-Ortadoğu Anadolu
Malatya Alt Bölgesi (Malatya, Elazığ, Bingöl, Tunceli)
Van Alt Bölgesi (Van, Muş, Bitlis, Hakkari)
12-Kuzeydoğu Anadolu
Erzurum Alt Bölgesi (Erzurum, Erzincan, Bayburt)
Ağrı Alt Bölgesi (Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan)
Sıralamada bazı illerin alt bölge merkezi olması doğal ancak bazılarında tercihlerin neye göre yapıldığını anlamak kolay değil.
Örneğin Urfa ile Diyarbakır arasındaki seçimde Urfa’ nın alt bölge merkezi yapılmasının bilimsel kriterlerle mi yoksa farklı kaygılarla mı tasarıya girdiği sorusunu yanıtlamak güç.
Alt komisyonlar bir yana, tasarı genel kurula geldiği gün özellikle yeniden tanımlanan doğu ve güneydoğu illerinin alt bölge merkezlerinin saptanma biçimlerinin tartışma yaratacağı kesin.
Bölgesel kalkınma ajanslarını hangi organların oluşturacağı ve bütçeleriyle ekonomik kaynaklarının nereden sağlanacağı hususlarını başka bir yazıda ele alacağız…
Ankara, İstanbul, İzmir dışındaki illerde başkanlığın valilere, Genel Sekreter onayının DPT’ ye bırakılması gibi dünyadaki başarılı modellerle bağdaşmayan hükümlerin de üzerinde durmak, yasa tasarısı TBMM ‘inde yasalaşmadan gerekli uyarıları yapmak gerekiyor.
Mersin’in gelişmesi ve sorunlarını çözmesi bakımından hayati önemdeki Bölgesel Kalkınma Ajanslarının bugüne kadar her alanda rekabet ettiğimiz Adana ile kaderlerimizi birleştirmesi ve birlikte hareket etmeye mecbur kılması bile, iki kentin Büyükşehir belediyeleri ve meslek odaları başta olmak üzere tüm inisiyatiflerce iş işten geçmeden yasanın tartışılmasını daha da önemli hale getiriyor.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:04:19.970-07:00
Demokrasiye karşı bir oyun bu, oyuna gelmemeliyiz…
Demokrasiye karşı bir oyun bu, oyuna gelmemeliyiz…
Şu son dönemde Köyler mi basıldı? Erkekleri köy meydanına toplayıp, yerlerde mi süründürdüler?
Bir gecenin içinde evleri boşaltıp, insanların sorgusuz sualsiz terk-i diyar eylemesi mi istendi?
En başta seçime giren ve Kürtlerin oylarıyla Milletvekili olanlar, bir zamanlar kanıksadığımız olayların, yaşanan acıların geride kalmaya başladığını bal gibi biliyorlar.
Eskisinden kötü ne oldu da, kirli savaşı tırmandırmak için ana kuzusu genç fidanlara saldırıldı?
Daha bir ay önce, en küçük şaibenin bulaşmadığı, şeffaf seçimler yapılmadı mı bu ülkede?
Her türlü görüşü dile getirip tarihin en rahat seçim propagandasını yapmadı mı BDP’nin blok adayları?
Elbette %10 luk sakat seçim barajı var…
Aday gösterilen kimi tutuklular da Milletvekili seçilmelerine rağmen özgürlüklerine kavuşamadılar.
Bunların hepsine amenna…
Ama herkes elini vicdanına koyup düşünsün…
Türkiye 20 yıl, 10 yıl önceki Türkiye’mi?
Elbette özgürlüklerin sınırları yetersiz, halen en yüksek Mahkeme dahil yargı halen rejimin bekçisi görüyor kendisini.
Rejim ile birey arasında tercihe zorlanmayan, vicdanıyla ve tarafsız kararlar veren yargıçlara ihtiyacımız olduğu tartışılmaz…
İyi de bir günde mi düzelecekti her şey?
Gelişmiş demokrasi, daha fazla özgürlük, geleceğin refah toplumu…
El birliğiyle ve seçmenin %95’inin temsil edildiği Meclis çatısı altında yapacağımız yeni ve sivil anayasa ile kuracağız Yeni Türkiye’yi…
Başka yolu var mı?
Her şeyin özgürce konuşulduğu, tartışıldığı, umudu yeşerten iklime bunca yaklaşmışken, barışı dinamitlemenin, kan doğramanın, terörden beslenmeyenler dışında kime ne yararı var?
O çok umut bağladıkları, gençlerin gerisine düşen söylemlerle artık denizin bittiğinin farkına varmayanlar ancak şiddetten medet umabilir.
Sadece PKK değil, BDP çatısı altında siyaset yaptığını sananlar da iletişimden yararlanarak dünyadaki her türlü gelişmeyi gören, yeni çağın dinamiklerini algılayan Kürt gençliğinin gerisine düşmüşlerdir.
Düşmeselerdi, yıllardır şikayetçi olunan baskıcı rejimlerinden farksız, baskılara gebe, tüm halkın özgürce tartışmadığı, sınırları/aktörleri belirsiz, adına “demokratik özerklik” dedikleri ama demokrasiden nasipsiz ucubeliklerle sahneye fırlamazlardı.
Çok çektiğimiz ve kurtulmayı umut ettiğimiz “Ben yaptım oldu” dayatmalarından ne farkı var bu tavrın?
Bir avuç şahinin perde arkasında kaleme aldığı ve eline tutuşturduğu metni okurken, gencecik fidanların kavrulmakta olan bedenlerinin kokusunu da mı duymadı Aysel Tuğluk?
Böyle mi gelecek demokrasi bu topraklara?
Yaşamının her alanında ve anında tüm vatandaşları doğrudan ilgilendiren “özerklik” gibi hayli ciddi adım atılacaksa, “halk nerede?” diye sormazlar mı adama?
Kurtarıcılardan çok çektik, yeni kurtarıcılara ihtiyacımız yok…
13 askerin ölümüyle sonuçlanan saldırı, Türkiye’de ağır aksak ta olsa yürüyen demokrasiye yapılmıştır.
Abdullah Öcalan’ın bile barışa yaklaşıldığını dile getirdiği süreç dinamitlenmiştir. Tartışılması gereken bu ve benzeri silahlı eylemleri kimlerin yaptığından çok, kimlere hizmet ettiği sorusudur?
Berlin duvarının altında kalan Stalinist anlayışa sahip, çağın gerisinde kalmış dar kadroların Kürtlere vereceği bir şey yoktur…
O kafayı anlamak için Kürt sorununa en tarafsız biçimde yaklaşmaya çalışan TESEV çalışmasına imza atan Cengiz Çandar’a, Mustafa Karasu’nun neler söylediğine göz atmak yetiyor…
Vicdanı kanayan herkes ama en başta Kürtlerin, gerilimden medet uman, kan gölleri üzerinde oturmaya çalışanlara dur deme günüdür bugün…
Ve elbette en büyük sorumluluk AK Partiye düşüyor. Provokatörlerin oyununa gelmeden, daha önce denenmiş şiddete şiddetle cevap verme tuzağına düşmeden…
Demokrasi diye kendi egemenliklerini kurmaya çalışanların tehditlerine aldırmadan…
Geleceğimizi ortak iradeyle belirleyeceğimiz yeni anayasa beklentisiyle oy veren büyük çoğunluğun umutlarını boşa çıkarmamalı AK Parti…
Şiddete başvurana yasal çerçevede en ağır cevap verilmeli ama; her vatandaşın haklarını gözetecek, bireyin özgürlüklerini genişletecek, en azından ülkeyi AB kriterlerine ulaştıracak kutsal yolculuk hangi gerekçeyle olursa olsun, asla kesintiye uğramamalı…
Sahneye konulmaya çalışılan oyun sanıldığından da büyük…
Demokrasiye inanan hiç kimse bu oyuna gelmemeli…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:03:37.657-07:00
Soyadı edinmenin bile yasayla belirlendiği ülke, burası Tımarhane mi?
Soyadı edinmenin bile yasayla belirlendiği ülke, burası Tımarhane mi?
Gerçekten bazen insanın kendisini tımarhanede hissettiği bir ülke burası…
Bir yandan değişim kasırgasına kapılıp, 21.yüzyıla yakışır hukukla ülkenin yeni baştan kurulmasını istediğini söyleyen bir iktidar var. Ama aynı iktidarın yönetiminde hukuksuzluğun her türlüsünü hukuk diye kabul etmemizi dayatan bir anlayış…
Kişisel olarak beni “işlerin ne kadar zor olduğu” konusunda karamsarlık girdabına sürükleyen son hikâyeyi herhalde okumuşsunuzdur..
Gözden kaçırmış olanlara da ben anlatayım: Yıllar önce “alın memleketinizi başınıza çalın” isyanıyla ülkeyi terk eden Midyat nüfusuna kayıtlı Süryani vatandaş, gerçekte Paulus Bartuna olan adının Faulus Ay olarak nüfus cüzdanına yazılmasına ve bir zamanlar nefes aldığı bu ülkede hiçbir anlamı olmadığı halde zorla soy isminin değiştirilmesine karşı çıkıp dava açmış yıllar önce.
Midyat’taki yerel mahkeme kanunu uygulamaktan başka çaresi olup olmadığını sorgulamamış bile. Kıyak yapma yoluna gitmiş, bir yandan yasa gereği Paulus’un soyadı değişiklik talebini ret etmiş ama konunun anayasa mahkemesine taşınmasını sağlamış.
İşte yıllarca süren hukuk mücadelesi bugünlerde sonuçlandı.
Anayasa Mahkemesi 12 Eylül referandumuyla değiştirilen yapısına uygun, genişletilmiş haliyle ve 17 üyesinin katıldığı toplantı sonunda, Favlus’un soyadını değiştirme talebini görüşüp karara bağlamış.
Sonuç?
Tüm dünyadaki yüksek mahkemelerin özgürlükleri genişletme yönündeki genel tavrına inat, geri çeviriyor talebi…
Hem de 17 üyenin 8’ninin karşı çıkmasına rağmen, tek oy farkıyla…
Üstelik Başkan Haşim Kılıç ve Başkan yardımcısı Osman Paksüt’ün kendi mahkemelerinin kararını ırkçılığa yol açacağı uyarısına rağmen…
İşte Kılıç ve Paksüt’ün gelecekte kendileriyle ilgili kanaat notunu verecek olanlara karşı tarihe not düşme adına kayda geçirdikleri görüşler…
Düzenlemeyi “1934 yılında anlaşılabilir olan bu kural, günümüzde bütünleştirici ve birleştirici olmak bir yana, vatandaşların bir kısmında, özellikle çoğunluğu oluşturanlardan farklı etnik ve/veya dini kimliğe sahip olanlar arasında haklı olarak ayrımcılığa uğradıkları kanısını doğurmakta, bu da milli birlik ve beraberliğe aslında zarar vermektedir. Bir insan topluluğunu oluşturan bireylerin ortak kaderi paylaşan bir birlik olma konusundaki iradeleri millet olgusunun olmazsa olmaz koşuludur. Dil, din, etnik ve ırk farklılıkları millet olmaya engel değildir” gerekçesiyle eleştiren Başkan Haşim Kılıç…
Ali Çetinkaya’nın torunu (merak edenler İstiklal Mahkemelerinin bu en çok ipe kelle gönderen adamına ne tür sıfatlar yakıştırıldığını internetten öğrenebilirler) Paksüt belli ki, 2007 yılında kendisi ve eşinin isimlerinin karıştığı olaylara karşın, görevini sürdürdüğü Yüksek Mahkemenin üyesi olarak “evrensel hukuk” normları çerçevesinde görüşler ortaya koymayı başarmış. Gerçekte inanır veya inanmaz ama şu cümleler kendisine ait:
“Dünyada ırkçılık, uzun mücadeleler ve fedakarlıklar sonucu ortadan kaldırılmış ve insan haklarına dayalı çağdaş ülkelerin hepsinde yasaklanmıştır. Çağdaş demokrasi ve hukuk devleti olma iddiasında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında ırk’ı referans alan bir kuralın mevcudiyetini sürdürmesi olanaklı değildir. Soyadı Kanunu’nun kabulü sırasında toplumsal bütünlüğü sağlama kaygısıyla ve o gün dahi amacını aşan şekilde yasalaştığı anlaşılan kuralın mevzuatımızdan temizlenmesi için iptali gerekir”
Daha pek çok üye de karşı çıkmış ama oylama sonucunda tek oy farkla ve 9’a 8 biçiminde hüküm çıkmış AYM’ den…
Aslında tablo geçmişten günümüze Türkiye’yi öyle güzel özetliyor ki… Ve bundan sonra da hukukun çağdaş normlara ulaşmasında işimizin hem çok kolay hem de ne kadar zor olduğunu ortaya koyuyor ki, anlatmak için yıllarca kafa patlatsak Favlus Ay kararından daha anlamlı ikinci örnek bulunamaz…
Öncelikle devrim olarak sunulan soyadı kanunundaki maddelerin çoğu günümüz dünyasından bakıldığında yırtılması gereken deli gömleğinden beter…
Alın size 21.6.1934 tarihli Resmi Gazetede yer alan metnin 3. Maddesi:
“Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleri ile umumî edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz.”
Niye kullanılmazmış? Belli değil… Bir sürü aşiret, güçlü aile kullanıyor da, iş garibana ve daha açık ifadeyle Kürt’e, Arap’a, Süryani’ye kısacası ezilenlere mi gelince mi durumdan vazife çıkarıyor hikmetinden sual olunmaz irade?
21. yüzyıla kazasız, belasız, kavgasız girmeye Anadolu renklerini oluşturan herkes kararlı ama, özgürlükleri genişletmekle yükümlü hukuk en başta taş koyuyor barış projesine…
Peki ne yapmalı? Boyun eğip köşemize mi çekileceğiz, yoksa yeni Türkiye’yi yeni baştan inşa mı edeceğiz?
Sihirli, her derde deva yeni anayasa formüllerini duyar gibiyim…
Oysa o kadar iddialı projelerden önce, yürüdüğümüz yerde ayağımıza batan küçük dikenleri çıkararak başlayabiliriz bin yıllık barış yolculuğuna…
Dayatılan Favlus Ay adına inat, ısrarla Paulus Bartuna ad ve soyadını almak için yıllardır hukuki mücadele veren Mardin Süryanimin talebini kim engelliyor diye sorgulama zamanı gelmedi mi?
Kanunlar mı? Değiştirmek çok mu zor 1934’lerden kalma ömrünü, miadını doldurmuş yasanın tek maddesindeki bir sözcüğü?
Bana kalırsa asıl sorun ne anayasa, ne de yasalar… Evet kullanım süresini doldurmuş ne varsa değiştirmek zorundayız ama zihinlere hapsedilmiş, “ulusalcılıkta takılıp kalmış rejim bekçiliğini her şeyin üstünde gören” anlayışı nasıl değiştireceğiz?
İster inanın ister inanmayın…
Favlus’a Süryani geleneklerinden kalma soyadını çok gören Yüksek Mahkemeye ruhunu benimseten o malum görüş yeterince özetliyor zaten sorunun temelini:
“Ulus bütünlüğünün algılanabilmesi ve aynı iklimde yaşayan insanların tasa ve kıvanç ortaklığı, koruma, kollama, yardımlaşma duygularının devamlılığı ve birbirlerine karşı yabancılaşmalarının önlenmesi nedeniyle yasakoyucunun bu alana müdahale yetkisi, kamu yararı ve kamu düzeni niteliğini içermekte ve takdir yetkisi içinde kalmaktadır.”
Ulus bütünlüğünü Paulus’un istediği Bartuna soyadını engelleyerek koruyacağını sanan bir Yüce Mahkememiz var…
Üstelik sıkça eleştirdiğimiz Ahmet Necdet Sezer döneminde değil, Abdullah Gül’ün atadığı birkaç ismin katkısıyla çıkıyor ırk kokan karar… Gül’ün atadığı dört isimden biri yeni çağı tanımlayan birey özgürlükleri yönünde oyunu kullansa, Türkiye yeni ufuklara doğru yelken açacak…
Ve bizler, büyük mutabakat gerektiren Anayasa değişikliklerinden vazgeçtik, küçücük yasa rötuşları hatta yönetmelik değişiklikleriyle iklimi Akdeniz yapacak iradeyi beklemekteyiz yıllardır Eyüp sabrı ve derin bir saflıkla…
Yerel adların eski haline çevrilmesi mi yasal değişiklik gerektiriyor, seçim barajının da adil seviyelere çekilmesi mi çok zor?
Çocuklarımıza dilediğimiz adı koymamıza, siyasi partiler yasasını daha demokratik hale getirmemize hangi yasa engel?
Meclise gönderdiğimiz Vekillere seslenerek bitirelim yürek burkan yazıyı…
Vazgeçin büyük hayallerden, erişilmesi zor hedeflerden… Tüm toplumun özlediği küçük adımları atmaya çalışın…
İnanmayacaksınız ama kavganın dilinden vazgeçtiğiniz gün gerçekten değişecek iklim, Akdeniz olacak…
Çok mu şey istiyoruz Meclise gönderdiğimiz temsilcilerimizden?
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:02:48.982-07:00
Nükleerde Çağlayan’ın doğruları yanlışları…
Nükleerde Çağlayan’ın doğruları yanlışları…
Ekonomi Bakanı olduktan sonra ilk ziyaretini Mersin’e yapan Zafer Çağlayan nükleer santral ile ilgili ilginç şeyler söylemiş…
Her ne kadar yaygın medya “ihtiyacımız olan enerjiyi tezekten mi üreteceğiz” gibisinden muhteşem cümlesini öne çıkarsa da, Çağlayan’ın nükleer konusunda söyledikleri tezek/nükleer benzetmesinden ibaret değil.
Örneğin şu bilgiler de aynı konuşmanın içinde yer alıyor:
“İki nükleer santral 85 milyar kilowatt saat enerji üretecek. Bunu doğal gazdan üretelim diyemezsiniz. Faturası ise 4 milyar dolar. Nükleerle yapılsa 320 milyon dolar. Elimizi vicdanımıza koyacağız. Karşı çıkarken neye karşı çıktığımızı bileceğiz. ”
İş elimizi vicdanımıza koyma noktasına gelmişse, fazla söze ne hacet, nasihati dinleyelim ve elimizi vicdanımıza koyup bambaşka ve tarafsız bir pencereden gördüklerimizi anlatma niyetine birkaç kelam edelim…
Türkiye gerçekten kaynak itibariyle enerji yoksulu bir ülke. Öyle sanıldığı gibi akarsuyu zengini değil, kömür kaynakları yetersiz ve kalitesiz. Petrol ve bileşenleri deseniz, dış ticaret açığımızın kanayan en ciddi yarası.
O nedenle son yıllarda ve artan biçimde doğal gaz çevrim santralleri dışarıdan satın alınan doğalgazın ısıttığı sularla çarklarını çevirip elektrik açığını adeta döviz yakarak enerji talebine cevap vermeye çalışıyor.
2010 üretimine bakıldığında Türkiye, elektrik üretiminin %46’sını doğal gazda %25’ini kömürden 25’ini de hidroelektrikten sağlıyor. Rüzgar, güneş, jeotermal ve daha pek kaynağın pastaya kayda değer katkısı yok.
O nedenle Bakanın “nükleere karşı çıkmakla olmuyor, yerine ne koyacaksın?” sorusunu mevcut tablo nedeniyle yanıtlamak hayli zor.
Kaldı ki, Türkiye enerji tüketimi bakımından daha işin başında. 2023’te 500 milyar dolarlık ihracat hedefi öyle ara gazlarla falan yakalanacak bir şey değil. Bilimsel çalışmalar da bunu teyit ediyor zaten. 2030 yılında dünya enerji talebi bugüne oranla %60 artacak ama aynı zaman diliminde Türkiye’de artış oranı %160 olacak.
Bugün ABD’de kişi başına yıllık enerji tüketimi 14 bin kwsaat. OECD ortalaması 8500, Fransa 7700, bizde ise aynı rakam 2400 kwsaat…
10 yıl içinde yakalayacağımız 48 milyon nüfusa sahip Güney Kore yılda toplam 418 milyar kws elektrik üretir ve tüketirken 2023’te 82 milyon nüfusa sahip olacak, kişi başına 25 bin dolar gelire sahip olacak zengin Türkiye’nin bugün kendisine kıt kanaat yeten 210 milyar kws elektrikle çağı yakalaması mümkün mü?
OECD ortalamasına, Kore’ye erişecek Türkiye’nin yılda 700 milyar Kws elektriğe ihtiyacı var ve bunu tezek yakarak elde edemeyeceğine göre (keşke olsaydı) elektrik arzını arttırmak, üstelik bunu doğalgaz gibi tamamı dışa bağımlı ve gelecekle ilgili maliyet analizleri hiç te iyi şeyler söylemeyen bir kaynak yerine, çeşitlendirmek zorunda…
Buraya kadar Çağlayan’la mutabıkız.
Ama enerji alanında gelecekle ilgili yol haritasını çıkarırken, pastadaki çeşitlilik içinde yer alan nükleerle ilgili iki konu asla göz ardı edilmemeli…
Bunlardan birincisi özellikle Japonya’daki deprem felaketiyle daha bir önem kazanan yer seçimi ve bundan da önemlisi teknoloji seçimi. Bir diğeri de üretilecek enerjinin fiyatı…
Fiyat pek çok açıdan hayli önemli. Örneğin Çağlayan’ın başına geçtiği Ekonomi Bakanlığının öncülük edeceği 500 milyar dolar ihracat hedefine, ancak dünyayla rekabet edebilir enerji fiyatlarıyla erişilebilir. Her gün biraz daha enerjiye gereksinim duyacak vatandaşın yüksek faturalarla soyulmaması da aynı faktöre bağlı.
Belli ki, yer seçimi konusunda Çağlayan yerel dinamiklerce yeterince bilgilendirilmemiş. 1977’de Akkuyu, soğuk savaş konsepti doğrultusunda ve olası Sovyet saldırısına en uzak nokta olduğu, kuş uçmaz kervan geçmez bir koyda saklandığı için tercih edilmişti. Oysa bugün, bir zamanlar saldırılarından korktuğumuz Ruslarla ortak yapacağız ilk nükleer tesisimizi…
Günümüzde ise aynı Akkuyu, Antalya-Mersin turizm bandının en güzel ve can alıcı noktasında. Daha da önemlisi nükleer santrallerin kullanmak zorunda olduğu soğutma suyu bakımından Akkuyu, Karadeniz’deki alternatif noktalara örneğin Sinop’a oranla deniz suyu sıcaklığı bakımından 7 derece daha sıcak…(Sinop 15-Akkuyu 22 derece)
Yapımcısı Rus olan ve tüm ekipmanlarını ülkesinden getirecek yatırımcı lojistik anlamında çok daha avantajlı Sinop ve benzeri pek çok Karadeniz noktası dururken, neden 7 derece daha sıcak ve aşırı tuz nedeniyle korozyon oranı hayli yüksek Akkuyu tercih ediliyor ? Anlamam mümkün değil.
Son günlerde yatırımı gerçekleştirecek Ruslar bile yerle ilgili çok daha derin araştırmalar yapacaklarını ve tesisin birkaç yıl gecikeceğini ifade ederken, Türkiye yetkililerinin Doğu Akdeniz’in yükselen turizm yıldızı Akkuyu’daki ısrarını anlamadığım gibi…
Çağlayan’ın 4 milyar dolarlık doğal gaz faturasına karşı, 85 milyar kwsaat elektriği 320 milyon dolara üreteceğini söylediği nükleer santralle ilgili, açıklamasında yer alan rakamların gerçekliğine bir sonraki yazıda devam edelim izninizle…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:01:55.049-07:00
Çağlayan’ın nükleer hesabı şaşar!
Çağlayan’ın nükleer hesabı şaşar!
Ekonomi Bakanı olduktan sonra ilk ziyaretini Mersin’e yapan Zafer Çağlayan nükleer santral ile ilgili ilginç şeyler söylemiş…
Her ne kadar yaygın medya “ihtiyacımız olan enerjiyi tezekten mi üreteceğiz” gibisinden muhteşem cümlesini öne çıkarsa da, Çağlayan’ın nükleer konusunda söyledikleri tezek/nükleer benzetmesinden ibaret değil.
Örneğin şu bilgiler de aynı konuşmanın içinde yer alıyor:
“İki nükleer santral 85 milyar kilowatt saat enerji üretecek. Bunu doğal gazdan üretelim diyemezsiniz. Faturası ise 4 milyar dolar. Nükleerle yapılsa 320 milyon dolar. Elimizi vicdanımıza koyacağız. Karşı çıkarken neye karşı çıktığımızı bileceğiz. ”
İş elimizi vicdanımıza koyma noktasına gelmişse, fazla söze ne hacet, nasihati dinleyelim ve elimizi vicdanımıza koyup birkaç kelam edelim…
Türkiye gerçekten kaynak itibariyle enerji yoksulu bir ülke. Fazla akarsuyu yok, kömür kaynakları yetersiz ve kalitesiz. Petrol ve bileşenleri deseniz, dış ticaret açığımızın kanayan en ciddi yarası.
O nedenle son yıllarda ve artan biçimde doğal gaz çevrim santralleri dışarıdan satın alınan doğalgazın ısıttığı sularla çarklarını çevirip elektrik açığını adeta döviz yakarak enerji talebine cevap vermeye çalışıyor.
2010 üretimine bakıldığında Türkiye, elektrik üretiminin %46’sını doğal gazda %25’ini kömürden 25’ini de hidroelektrikten sağlıyor. Rüzgar, güneş, jeotermal ve daha pek kaynağın pastaya kayda değer katkısı yok.
O nedenle Bakanın “nükleere karşı çıkmakla olmuyor, yerine ne koyacaksın?” sorusunu mevcut tablo nedeniyle yanıtlamak hayli zor.
Kaldı ki, Türkiye enerji tüketimi bakımından daha işin başında. 2023’te 500 milyar dolarlık ihracat hedefi öyle ara gazlarla falan yakalanacak bir şey değil. Bilimsel çalışmalar da bunu teyit ediyor zaten. 2030 yılında dünya enerji talebi bugüne oranla %60 artacak ama aynı zaman diliminde Türkiye’de artış oranı %160 olacak.
Bugün ABD’de kişi başına yıllık enerji tüketimi 14 bin kwsaat. OECD ortalaması 8500, Fransa 7700, bizde ise aynı rakam 2400 kwsaat…
10 yıl içinde yakalayacağımız 48 milyon nüfusa sahip Güney Kore yılda toplam 418 milyar kws elektrik üretir ve tüketirken 2023’te 82 milyon nüfusa sahip olacak, kişi başına 25 bin dolar gelire sahip olacak zengin Türkiye’nin bugün kendisine kıt kanaat yeten 210 milyar kws elektrikle çağı yakalaması mümkün mü?
OECD ortalamasına, Kore’ye erişecek Türkiye’nin yılda 700 milyar Kws elektriğe ihtiyacı var ve bunu tezek yakarak elde edemeyeceğine göre (keşke olsaydı) elektrik arzını arttırmak, üstelik bunu doğalgaz gibi tamamı dışa bağımlı ve gelecekle ilgili maliyet analizleri hiç te iyi şeyler söylemeyen bir kaynak yerine, çeşitlendirmek zorunda…
Buraya kadar Çağlayan’la mutabıkız.
Ama enerji alanında gelecekle ilgili yol haritasını çıkarırken, pastadaki çeşitlilik içinde yer alan nükleerle ilgili iki konu asla göz ardı edilmemeli…
Bunlardan birincisi özellikle Japonya’daki deprem felaketiyle daha bir önem kazanan yer seçimi ve bundan da önemlisi teknoloji seçimi. Bir diğeri de üretilecek enerjinin fiyatı…
Fiyat pek çok açıdan hayli önemli. Örneğin Çağlayan’ın başına geçtiği Ekonomi Bakanlığının öncülük edeceği 500 milyar dolar ihracat hedefine, ancak dünyayla rekabet edebilir enerji fiyatlarıyla erişilebilir. Her gün biraz daha enerjiye gereksinim duyacak vatandaşın yüksek faturalarla soyulmaması da aynı faktöre bağlı.
Belli ki, yer seçimi konusunda Çağlayan yerel dinamiklerce yeterince bilgilendirilmemiş. 1977’de Akkuyu, soğuk savaş konsepti doğrultusunda ve olası Sovyet saldırısına en uzak nokta olduğu, kuş uçmaz kervan geçmez bir koyda saklandığı için tercih edilmişti. Oysa bugün, bir zamanlar saldırılarından korktuğumuz Ruslarla ortak yapacağız ilk nükleer tesisimizi…
Günümüzde ise aynı Akkuyu, Antalya-Mersin turizm bandının en güzel ve can alıcı noktasında. Daha da önemlisi nükleer santrallerin kullanmak zorunda olduğu soğutma suyu bakımından Akkuyu, Karadeniz’deki alternatif noktalara örneğin Sinop’a oranla deniz suyu sıcaklığı bakımından 7 derece daha sıcak…(Sinop 15-Akkuyu 22 derece)
Yapımcısı Rus olan ve tüm ekipmanlarını ülkesinden getirecek yatırımcı lojistik anlamında çok daha avantajlı Sinop ve benzeri pek çok Karadeniz noktası dururken, neden 7 derece daha sıcak ve aşırı tuz nedeniyle korozyon oranı hayli yüksek Akkuyu tercih ediliyor ? Anlamam mümkün değil.
Son günlerde yatırımı gerçekleştirecek Ruslar bile yerle ilgili çok daha derin araştırmalar yapacaklarını ve tesisin birkaç yıl gecikeceğini ifade ederken, Türkiye yetkililerinin Doğu Akdeniz’in yükselen turizm yıldızı Akkuyu’daki ısrarını anlamadığım gibi…
Çağlayan’ın 4 milyar dolarlık doğal gaz faturasına karşı, 85 milyar kwsaat elektriği 320 milyon dolara üreteceğini söylediği nükleer santralle ilgili, açıklamasında yer alan rakamların gerçekliğine bir sonraki yazıda devam edelim izninizle…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:01:06.205-07:00
Özdemir’in Çağlayan’a uyarısı, yakın halka tehlikesi…
Özdemir’in Çağlayan’a uyarısı, yakın halka tehlikesi…
Bakmayın kamuoyunun önünde çok rahat hareket ettiğine, uzatılan mikrofonlara derdini özlü biçimde anlattığına, aslında mahcup adamdır Abdullah Özdemir…
Mahcubiyet sadece çekingenlikten kaynaklanmaz, birikiminiz ve konumunuz bazen susmanızı çoğu zaman da sansürlü konuşmanızı gerektirir.
Yine öyle yapmış Borsa Başkanı Özdemir…
Çiçeği burnunda Milletvekillerine tavsiyelerde bulunurken, hayli önemli tespitlerde bulunmuş, hepsine önerilerde bulunmuş ama “turpun büyüğü, heybede” misali, asıl söyleyeceğini, gerçek muhatabına nazik biçimde iletmekten geri kalmamış…
Şu cümleler Özdemir’in medyaya son düşen açıklamasından:
“Önemli görevlere seçilen kişilerin etrafında dar bir halkanın oluşması, Türk siyasetinin bir gerçeği haline gelmiştir. Bu tür halkaların müdavimi olan bazı kişilerin yaptıkları yanlış işler, en çok milletvekillerimize zarar vermektedir. Ayrıca, bu tür kişiler milletvekillerimizin toplumun geniş kesimleri ile bağlantı kurmalarının önünde bir engel oluşturmaktadır.”
Kendisi “ders çıkarması gereken tüm adreslere” vermeye çalışmış mesajı ama, bana göre asıl muhatap, Mersin’i Bakanlar Kurulunda temsil etmeye devam edecek Zafer Çağlayan…
Çağlayan çünkü, bugünlerde Özdemir’in erkence uyardığı tehlikelerin ilk ve tek muhatabı geçmişin Dış Ticaretten sorumlu Devlet Bakanı ve bugün itibariyle seçimlere iki gün kala ihdas edilen Ekonomi Bakanlığı koltuğuna oturan ilk isim sıfatını taşıyan Çağlayan…
Aslında Özdemir, 2002 yılında iktidar olan AK Parti’nin 9 yıllık Mersin macerasında çok önemli iki hüsranından yola çıkarak, üçüncüsünü bekleyen tehlikeyi işaret ediyor bugünden…
İlki 2002-2007 döneminde Siyasi İşlerden Sorumlu Genel Başkan sıfatıyla o dönemin en güçlü iki üç isminden biri olan Mir Dengir Fırat ve Fırat’ın yakın çevresini kuşatan “çok yanlış kişiler” dir.
O çok yanlış kişilerin yapmaya çalıştığı yanlış işler sonunda Fırat’ı bunaltmış, 2007 seçimlerinde “Kurtuluş savaşına” damgasını vuran dedesinin mezarı bir yana, doğumundan bugüne kadar yaşamıyla içselleştirdiği Mersin’i bırakarak, terki diyar eylediği Adana’dan aday olmak zorunda bırakmıştır.
Fırat nispeten ucuz kurtulmuştur ama ardından 2007 seçim döneminin en flaş isimlerinden biri olarak AK Parti Mersin adaylarının birinci sırasına yerleşen Tüzmen’in ödemek zorunda kaldığı fatura siyasi geleceğini karartacak kadar ağırdır.
Dar bir çevre, toplasanız tümü 20’yi bulmaz, ama her dönem yükselen isimlerin etrafına yanaşan, fotoğraf karelerinin içine kafasını sokmaya çalışan, Mersin’e atanan tüm bürokratlara Valiler dahil, kimi AK Parti üst düzey yıldızlarının çoğu yalana dayalı referanslarıyla “iskele alabanda” yapanlar…
Dengir Fırat’ın yaka silktiği ve kendisinden habersiz onun adını vererek iş bağlamaya çalışan AK Partiye yakın herkesin aşina olduğu simalar, onun Adana’ya gitmesini umursamamış, hiçbir zaman gerçekliği teyit edilmemiş Abdulkadir Aksu selamıyla Fırat sonrası kaldıkları yerden tüm bürokratik mekanizmaları zorlayarak çarklarını çevirmeye çalışmışlardır.
Nice garibanın iş bulma umudunu nakde çevirmeye kalkanlardan, akaryakıtın dayanılmaz rantının üzerine oturmaya çalışanlar… İş bağlamayı her düzeyde kazanç kapısı görenler.
Fırat’ın gitmesi ve yerine 2007’de Mersin’in yükselen yeni yıldızı olarak geçen Tüzmen’in çevresini de benzer isimler sarmış, onlar yetmezmiş gibi Tüzmen’in gelişiyle Fırat’ı kuşatan dar halkanın genişlemişi bırakılan yerden işleri büyüterek projelerini kazanca dönüştürmeyi sürdürmüştür. Kotaya bağlanan ve kimi insanın umutlarından para kazanma işlerine, daha büyük rant kapıları zorlanarak.
Kamuoyu pek bilmez ama Eyiceoğlu gibi kazanması Mersin özelinde eşyanın tabiatına aykırı bir ismin adaylığı yetmezmiş gibi, Tüzmen’e yakın olduğunu iddia eden nice yeni sima, tamamen duygusal hasletlerle nice ismi yerel yarış listelerinin üst sıralarına yerleştirdiler.
Perde arkası flu o dönemin sonrasında yaşananları üç aşağı beş yukarı Mersin kamuoyu biliyor.
Tüzmen’in sırtından bir yerlere gelip, kaybettiği gün selamı çok görenler…
Her gidenin ardından timsah gözyaşları döken, artık Zübük’lüğü kazandıkları deneyimle pişkinliğin zirvesine taşıyanlar. İş bağlamayı neredeyse profesyonelliğe dönüştürenler.
Merak bile etmiyorum çünkü adım gibi eminim…
Herkesten önce ve Başbakanın adını okuduğu ilk dakikalarda daha kaderini paylaştığı eşi kutlamaya fırsat bulmadan, Çağlayan’ın zafer meşalesini tutuşturmuştur bir zamanların Fırat, dünün Tüzmen fanatikleri, onu Mersin’e getiren uçağa kendisinden önce bilet kesip derin kuyulara çekme operasyonunu bir kez daha hayata geçirmeye koyulmuşlardır, dünyadan vazgeçtim ülkede, Mersin’de hiçbir şey değişmemiş gibi…
Çağlayan geçmiş deneyimlerden ders alarak,bu tiplere tavır koyar mı?
Geçmiştekilerden ders alacağına çevresinde yankılanan o artık bizim duymaktan bıktığımız tabanı olmayan kişisel çığlıkları tüm Mersin’in sesi olarak mı algılar?
Örneğin 12 Haziran öncesinde aday adaylarıyla yapılan ‘o çok dar toplantıda’ ak kaşık dürüstlüğünü aydın cesaretiyle besleyip tarihi uyarı görevini yapan Zafer Üskül’ün söyledikleri kimi kulaklara küpe olmuş mudur?
Çağlayan’ın bundan sonraki başarısı hatta geleceği özetlemeye çalıştığım tabloya, yukarıdaki can yakıcı sorulara bağlı biraz da…
9 yıldır geçici zirvelerdeki yıldızlara kalıcı tezgahları planlayanların, bugünlerde Ankara’dan-Mersin’e döşemekte olduğu ince tünelleri kapatmak ta, açmak ta Çağlayan’ın bundan böyle nasıl bir siyaset tarzı geliştireceği, yakın çevresindeki fotoğraf karesine girmeye çalışan “iş bağlamacı” isimlere hangi tavrı koyacağıyla doğrudan alakalı…
Geçmişteki örnekler, geleceği merak edenlere birer ders niteliğinde aslında…
Tabii almak isteyenlere…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T07:00:17.724-07:00
Mersin’de kutlanan ilk Denizcilik Bayramı…
Mersin’de kutlanan ilk Denizcilik Bayramı…
Yıllardır Deniz Ticaret Odası öncülüğünde Mersin 1 Temmuz Kabotaj ve Denizcilik Bayramını kutlamakta.
Bu yıl Valilik, Deniz Müsteşarlığı yanında Limanı işleten MİP’in de katılımıyla kutlamalar kimi yarışlarla biraz daha renklendi.
Aslında Mersin Denizcilik Bayramı kutlamalarına yabancı değil. Hatta ilk Bayram için 76 yıl geriye gitmek gerekiyor.
1 Temmuz 1926 günü yayınlanan Kabotaj Kanunundan esinlenerek 1 Temmuz 1935 ilk Denizcilik ve Kabotaj Bayramının kutlanması kararlaştırılır.
İzmir ve Mersin gibi Anadolu’yu dünyaya bağlayan iki deniz kenti için bu bayramın ayrı bir önemi vardır doğal olarak.
Günlerden 17 Haziran 1935 Pazartesi, Halkevinde geniş katılımlı bir toplantı düzenlenir. Oluşturulan komite ilk kez kutlanacak bayramın görkemli biçimde geçmesini sağlamak üzere hazırlıklara başlar.
29 Haziran 1935 Cumartesi günlü Yeni Mersin Gazetesinde yer alan kutlama programı ilk bayramın 30 Haziran Pazar sabahı başlayıp, 1 Temmuz pazartesi akşamı fener alayıyla sona ermesini öngörür.
Gazetede yer alan duyuruya baktığımızda etkinlikler şöyle sıralanmakta:
30 Haziran 1935 Pazar 1.gün
-Saat sekizde Liman Şirketi memur ve çalışanları ile tayfa ve işçilerle, kayıkçı ve denizciler Gümrük Meydanındaki Şirket Binası önünde toplanacak. (O muhteşem bina bir yana, Mersin’in simgesi meydanın bile bugün yerinde yeller esmekte)
-Konvoy ellerinde bayraklarla bando eşliğinde deniz fenerinin bulunduğu plaja doğru yürüyüşe geçecek. Plajda düzenlenecek yüzme yarışları saat 10’da başlayacak.
-Ödüllerin dağıtımının ardından 11.30’da Liman İdaresinin işçileri için düzenlediği yemeğe geçilecek.
-Saat 16’da Belediye Bahçesi önünde yelkenli ve kürek yarışları için start verilecek.
-Aynı gün öğleden sonra, Gümrük Meydanındaki Merkez Gümrük iskelesine yanaşacak Liman Şirketine ait taşıma araçları halkın ziyaretine açılacak.
-17.30’da oluşturulan İdmanyurdu Deniz Kolunun açılış töreni yapılacak.
1 Temmuz 1935 Pazartesi 2.gün
-Şehir Bayraklarla donatılırken, deniz kıyısındaki Ticaret Odası ve Liman Şirketi binaları başta olmak üzere sahilde yer alan tüm binalar gece boyu elektrik ampulleriyle ışıklandırılacak.
-Denizdeki tüm araçlar fenerlerle aydınlatılacak.
-Sabah 8’de denizdeki vasıtalarla karadaki fabrikalar düdük ve kampanalarla bayramın başladığını haber verecek.
-Akşam 8’de Halk Partisi önünde toplanacak denizciler önlerinde Halkevi Bandosu olmak üzere ellerindeki meşale ve fenerlerle şehir turu atacak.
İki gün sürecek bayram işte bu fener alayıyla sona erecekti ama eminim ilk bayram onuruna düzenlenen yüzme yarışlarının sonucunu merak edenler de vardır.
30 Haziran günü şimdi yerinde yeller esen plajda düzenlenen ve Lütfü Bükülmez ile Muharrem Yeğin’in gözetiminde yapılan yarışlarda;
150 metre serbestte; Turgut, Ahmet, Barbaros
150 metre sırtüstü; Mustafa, Ahmet Şakir, Kemal
150 metre kurbağalama; Dr. Osman, Kolsuz Ali, muhittin ilk üç sırayı alırken, 400 metre yarışlarında sıralama; Turgut, Dr. Osman Tör ve Muhittin, 1500 metrede Turgut, Dr. Osman ve Mustafa şeklinde gerçekleşir.
1935’ten günümüze, alın teri döken, kulaç sallayan, kürek çeken herkese selam olsun…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:59:29.002-07:00
İngiltere’deki telekulak, medyanın diğer yüzü…
İngiltere’deki telekulak, medyanın diğer yüzü…
Biz yemin krizi gibisinden incir çekirdeğini doldurması şüpheli gündeme takıldık ama her ülkenin kendisine özgü çok ciddi sorunları var.
ABD’nin bir türlü çözülmeyen ve Kongre’nin onaylamadığı borç tavanı krizi bunlardan biri. Uzmanlar çözülmemesi halinde İmparatorluğun çöküşünü başlatması kaçınılmaz sorunun gün geçtikçe ağırlaştığı konusunda hem fikir.
Sadece ABD değil dertli olan.
AB’ de temelini algılamakta zorlandığı için palyatif formüllerle çözmeye çalıştığı ağır sorunların yaklaşmakta olan yıkıcı depremlerinden habersiz, günü kurtarmaya çalışıyor.
Önce Yunanistan, ardından Portekiz.. Oysa çok daha ciddi ve geciktikçe çözülmesi imkansıza doğru giden İspanya, İtalya hatta İngiltere, çok daha farklı gündemlerle zaman öldürüyor.
Temelinde geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerle, gelişmişlerin arasındaki uçurumlara yol açan iş gücü maliyetleri arasındaki farklılığa dayanan ve hiçbir gelişmiş ülkenin mevcut maliyetlerle altından kalkamayacağı rekabetçiliğin yarattığı inanılmaz sorunlar var. Ve bunların mevcut koşullarda çözülmesi olanaksız.
ABD ve AB’ de 40 bin dolara mal olan arabanın benzerini 4 bin dolara satmaya çalışan uzak doğu gerçeği ve girdi maliyetleri ortada durduğu sürece zaten nasıl rekabet edilecek ki?
Gelelim İngiltere’deki son krize…
2002 yılında okulundan eve dönerken kaçırılan ve bir daha kendisinden haber alınamayan 13 yaşındaki kızla ilgili News The World gazetesince sahneye koyulan ve cep telefonu eksenli inanılmaz oyun.
Gazete reyting uğruna bulduğu özel bir dedektif tutmuş. Dedektif, o günlerde akibeti konusunda yüzlerce senaryonun yazılıp çizildiği kızın telefonuna girip gelen mesajların kimisini okumuş, kimisini dinlemiş, zaman zaman dolan mesaj kutusunda yenilere yer açmak için eski mesajların kimisini de silmiş…
Kızlarının ölü mü sağ mı olduğuna dair en küçük ip ucuna razı aile, kızlarının cep telefonundaki hareketlenmeden umuda kapılarak, yıllarca haber beklemesinin psikolojik ağırlığını düşünsenize…
Bu arada kızı kaçıran ve evinde tecavüz ettikten sonra öldüren 41 yaşındaki katil, acımasız gazete yönetiminin tuttuğu dedektifle tiraj arttırdığı yüz kızartan o yıllar içinde benzer yöntemlerle 6 kızı daha kaçırıp öldürmüş…
Mesaj iletişiminin sürmesi nedeniyle kızlarının hayatta olduğunu sanan aile, mesaj kutusunun gazete adına çalışan bir dedektif eliyle yıllardır dinlendiği gerçeğiyle yıkılırken –üstelik polis bu dinleme ile ilgili gazete yayın yönetmeninin dedektifle yazışmalarına da ulaşmış durumda. Anlayacağınız sansasyon habercilik adına organize suç işlenmiş- kamuoyu günlerdir hop oturup hop kalkıyor.
Üstüne üstlük telefon dinleme ve mesaj izlemenin bahtı kara kızla sınırlı olmadığı, Irak’ta ölen İngiliz askerlerinin ailelerini de benzer yöntemle dinlendiği de ortaya çıkınca kıyametin kopması kaçınılmazdı, öyle de oldu.
Aslında News Of The World’ un ilk sabıkası da değil bu.
Beş yıl önce Kraliyet ailesinin kimi isimler, telefonlarına bırakılan sesli mesajların dinlendiği kuşkusuyla polise başvurmuş, başlatılan incelemeler sonucunda, polis olayı News of The World gazetesinin bazı çalışanlarının münferit bir eylemi gibi gösterip, birkaç kurbanı mahkemeye sevk ederek, işi kapatma yoluna gitmişti.
O soruşturmanın belli noktada kesilmesinde Başbakan Cameron’un yakın arkadaşı ve gazetenin o günlerdeki yöneticisi Rebekah Brooks’un kurtarılma kaygısı ne ölçüde rol oynamıştı bilinmez ama bu kez aşılan çizme nedeniyle en başta Cameron artık mesaj dinleme olayıyla ilgili soruşturmanın ucu nereye giderse gitsin sonuna kadar sürdürülmesi emrini verdi.
Oysa Cameron ile News The World arasındaki ilişki, kraliyet ailesinin telefonlarının dinlenmesi sırasında gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapan Andy Coulson’u danışmanlığına getirecek düzeydeydi.
Artık mızrağın çuvala sığmayacağını anlamış olmalı ki, Cameron yalnızca Coulson’u değil, gazetenin sahibi olan Murdoch grubunu da silmiş durumda.
Murdoch’un almaya hazırlandığı İngiltere’nin en etkin dijital uydu kanalı BSkyB’nin devir işlemlerine onay veren Cameron Hükümeti şimdi o kararın yeniden gözden geçirilmesini isteyen kamuoyunun yoğun baskısına baş eğmiş durumda.
Geçmişte kimi modellerin, muhalif siyasetçilerin telefonlarını özel dedektiflere dinleterek, tiraj patlatacak bir sürü manşete imza atan, 4 milyonluk tirajıyla İngiltere’nin en etkili gazetesi 168 yıllık tarihinin en zor günlerini geçiriyor.
Murdoch, BBC dahil İngiltere’deki tüm yayın kuruluşlarını geride bırakarak grubu sağlayacağı gelirle ülkenin en büyüğü haline getirecek BSkyB satın alınmasının onaylanması karşılığında aslında gazete üst yönetimini feda etmeye hazır.
Murdoch’un sunduğu kurban kimseyi tatmin etmeyince inanılmaz hamle geldi. Grup 168 yıllık gazetenin 10 Temmuz günü yayınına son vereceğini duyurdu.
Yasa dışı dinlemelerle elde edilen bilgilerden habersiz yüzlerce günahsız çalışan, şimdi hak etmedikleri faturanın bedelini işlerini kaybederek ödeyecek.
En çok satan tabloid gazetenin kapatılma kararının şokunu yaşıyor şimdi İngiltere…
Her ne kadar yönetim, reklam veren büyük grupların ortaya çıkan dinleme skandalından rahatsızlık duyarak gazeteyle selamı kesmeleri ve zaten zor durumdaki gazetenin batma noktasına gelmesini kapatma nedeni olarak duyursa da, kimi uzman BSkyB gibi altın yumurtlayan tavuğu kurtarma karşılığında 168 yıllık birikim anlamına gelen gazetenin piyon olarak kurban verildiği kanısında.
“Murdoch’un News World’u feda etmesi, BSkyB’yi elde etmesine yetecek mi” sorusu İngiltere’nin son günlerdeki en önemli gündem konusu…
Kamuoyu baskısına karşın, 4 bini bulduğu öne sürülen dinleme sabıkasıyla Murdoch’un gelişmelerden güçlenerek çıkması anlamına gelecek böylesi bir gelişme, satrançta kimin daha başarılı olduğunu da ortaya koyacak…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:58:46.658-07:00
Ara seçim, gidip te gelememe ihtimali…
Ara seçim, gidip te gelememe ihtimali…
Türkiye elbette ilginç bir ülke, ama ana muhalefet daha da ilginç…
Yeni CHP tanımlamasıyla yola çıkıp, rafa kaldırdığı eski CHP’ ye rahmet okutan Kılıçdaroğlu bugün artık altında ezildiği yemin kriziyle ilgili ilk uyarılar yapıldığında “yargının kararlarına saygılı olacaklarını” söylüyordu.
Üstelik ilk uyarılar yandaşların karşı cephesinden değil, oydaş Sabih Kanadoğlu’nun kanadından gelmişti. Kanadoğlu, tutuklu yargılanan milletvekili adayları ile ilgili aylar önce şöyle demişti: “Anayasanın 14 ve 83’üncü maddeleri orda durduğu sürece, Ergenekon gibi davalardan yargılananlar milletvekili seçilseler dahi dokunulmazlık kazanamazlar. Aday olmalarında bir engel yok ama tutuklu olanlar ‘Dokunulmazlık kazandı’ gerekçesiyle tahliye de edilemez, milletvekili olduğu için tahliyesi söz konusu olamaz; böyle bir gerekçe kullanılamaz.”
Perşembenin gelişini, çarşambadan haber verenlere rağmen, hangi hesaplarla bilinmez Balbay ve Haberal gibi Ergenekon’dan yargılanmakta olan iki isim aday yapıldı. Yetmezmiş gibi seçimlerden önce bırakılmamalarını dert etmeyeceklerini açıklayan Kılıçdaroğlu seçimlerin hemen ardından tüm partiyi bağlayan yemin krizine imza attı.
CHP’nin kendisini bağlaması bununla da sınırlı kalmadı. En yaşlı üye sıfatıyla TBMM’nin ilk genel kurulunu yöneten ve Milletvekillerinin yemin seremonisine Başkanlık eden Oktay Ekşi’de, kendi partisinden söz isteyen Kamer Genç’e yemin etmediği sürece kürsüye çıkamayacağını söyleyerek, geçmişte Merve Kavakçı konusunda yazıp çizdiklerini en azından unutmuş konumuna düşmedi.
Türkiye en son akla gelen olasılıkların bile hayata geçtiği, bazen de tüm umutların tükendiği o en kritik anda inanılmaz çözümlerin ortaya çıktığı gerçekten ilginç bir ülke.
Başlarda fantezi olarak bile dile getirenlere “deli midir, nedir” diye bakılan erken seçim olasılığı bugünlerde ciddi ciddi konuşulur oldu.
Elbette halen çok uzak bir olasılık. Ama en azından olasılığı deliler değil, AK Parti’nin bu konuda karar verici mekanizmaları bile seslendirmekte. A,B hatta C planlarından biri olmadığının elbette farkındayım. Yüzdesi hayli düşük olsa da olasılık planlarının yer aldığı masanın bir köşesinde alternatiflerden biri olarak durduğunu kabul etmemiz lazım.
Gerçekleşmesi neredeyse olanaksız olsa da gelin bu fanteziyi biraz zenginleştirelim.
Örneğin erken seçimin olması durumunda Meclis aritmetiği nasıl oluşur?
Soruyu 12 Haziran seçim sonuçlarının ışığında yanıtlamak mümkün. Sonuçta 135 CHP ve 35 Bağımsız Milletvekilinin 9’u tutuklu olduğu için yemin edemiyor. Kısacası bunlar mazeretli. Geri kalan 161 Vekilin Oktay Ekşi hariç 160’nın durumu bir süre sonra daha tartışmalı hale gelecek.
AK Parti kritik tarihi 15 Temmuz olarak açıkladı. Gerçekten de TBMM iç tüzüğünün: “Mazeretsiz 5 oturuma iştirak etmeyenlerle” ilgili maddesi yetkiyi Genel Kurula bırakmış durumda. Anlayacağınız günü geldiğinde 276 Vekilin düşürme yönünde oy kullanması yeterli olacak.
Elbette düşürme kararına karşı her Milletvekili Anayasa Mahkemesine hatta iç hukuk yolları tükendiğinde anayasanın 90. Maddesine dayanarak AİHM’ e başvurabilir. Ama sonuçta o itirazların olası bir TBMM kararını iptal edeceğinin garantisi yok.
Fantezi diye başladığım bu olası ara seçim senaryosunun en eğlenceli sahnelerinden biri Mersin’de yaşanacak gibime geliyor.
12 Haziran seçimlerinde 11 Milletvekilini Meclise gönderen Mersin’in şu anda 5 temsilcisi yemin etmemiş durumda. Bağımsız olarak seçilen Ertuğrul Kürkçü ile CHP’den seçilen 4 isim.
Olmaz ya, diyelim oldu ve Meclis bu 5 ismin Vekilliğini düşürdü.
Anayasa hükmü gereği 3 ay içinde ara seçime gidileceğine göre Mersin’ de süreçten nasiplenecek. Sorun yeni dönemin başlayacağı 1 Ekime kadar çözülmezse ve AK Parti CHP arasında sürmekte olan ip çekme oyunu hüsranla biterse 2012’nin ilk günlerinde seçmen 5’i Mersin’den olmak üzere 160 Milletvekili için yeniden sandığa gidecek.
Yemin krizini onaylamadığını söyleyen CHP’lilerin %47 olduğunu ortaya koyan araştırmaları, bugün seçim olsa AK Parti’nin %55’i zorlayan buna karşın CHP’yi %22’lerde gören anket sonuçlarını bir yana bırakıp 12 Haziran tablosunu esas alalım ve erken seçim sandığından çıkacak tabloya bakalım:
AK Parti 309.903, CHP 309.780, MHP 224.055 ve Kürkçü 92 bin oy almıştı. CHP’de yemin kriziyle ortaya çıkan ve son tarafsız anketlere yansıyan kan kaybının CHP’den MHP’ye oy kaydırmadığını kabul edersek AK Parti ve CHP 2 ‘şer MHP 1 Milletvekili çıkaracak.
Fanteziyi daha da eğlenceli hale getirmek için sorayım o zaman!
12 Haziran listesini; Aytuğ Atıcı, Vahap Seçer, İsa Gök, Ali Rıza Öztürk şeklinde düzenleyen Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisi bu kez nasıl bir sıralama yapar?
4.sıraya koyulduğu için, neredeyse kendi Partisini mahkemeye vermeye hazırlanan Öztürk bu kez ne yapar?
AK Partililerle uzlaşma köprüsüne ilk dinamiti “kuzu kuzu çözecekler, diz çökecekler” gibisinden buram buram provokasyon kokan cümlelerle koymaktan çekinmeyen İsa Gök, AK Partiye diz çökerteceğim derken, “Çökertmeden çıktım Halilim” fon müziği eşliğinde koşmayı önerdiği “Dimyatın pirincinin hayalini kurarken evdeki bulgurdan olur mu?
İsa Gök’ün listeye girmesi için Ankara’ya çıkarma yapan Macit Özcan’ın o günlerde gösterdiği ‘performans’ bu kez Gök’ü seçtirmeye yeter mi?
Soruları uzatmak mümkün ama benim köşenin hacmi, sizin sabrınız sınırlı.
En iyisi gerçekleşme olasılığı hayli düşük bu senaryoyu fantezi tadında bırakmak…
Sahi iş ciddiye binerse, gidip te gelmeme riskine karşı Gök ve Öztürk Vekilliği kaybedecekleri kararlılığı sürdürür mü?
“Bir gidip bin geliriz” gazına karşı 4 gidip 2 dönme gerçeği”
“Kuzu kuzu diz çökecek AK Parti’yi” hayal ederken, Milletvekilliğinden olacak İsa Gök…
Sanırım herkes ne demek istediğimi anlamıştır…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:58:02.422-07:00
Kent Konseyleri, katılımcılık…
Kent Konseyleri, katılımcılık…
Baş döndürücü bir devinim içinde akıp giden yeni yüzyılı, değişimin sarsıcı dalgaları eşliğinde yakalamaya, anlamaya çalışıyoruz…
Her şey durmadan değişiyor, kavramakta zorlandığımız kısacık zaman dilimlerinde doğru bellediğimiz nice kavramın tükenişine tanık oluyoruz.
Yaşamın her alanında yakalıyor, sarıp sarmalıyor değişim… Örneğin eski çağa özgü temsili demokrasinin yerini sivil dinamiklerin ağırlığını hissettirdiği bireyi temel alan katılımcı demokrasiyi gecikmiş bir merhabayla selamlıyor Anadolu insanı.
Katılımcı demokrasi ile birlikte; merkezi idarenin bürokratik çarklarına teslim olmuş vesayetçilik tarihin tozlu raflarına kalkarken, yerelin kaderini belirleme talebi gün geçtikçe yükselmekte.
Ulusalcılığın toplumu homojenleştirme süreci tükenirken, farklı renklerin dokusunu, çok sesliliğin korosunu oluşturan insan odaklı dalga, isyan ateşleriyle değişime direnen iktidar sahiplerini yakıp geçiyor.
Sanayi çağında hoyratça tükettiğimiz binlerce yıllık sermayemizi, çok daha dikkatli kullanmamızı zorunlu kılıyor yeni dönem.
Vicdan sahibi, adil, çevreye saygılı, özgürlükçü ve elbette hesap soran yeni birey var karşımızda.
Sürdürülebilir kalkınma, yaşanabilir kentler hedefi ile sorunlarla eskisinden daha ciddi yüzleşmeyi gerektiriyor. Yerel yönetimlere ve karar alma süreçlerine tüm bireylerin katılımını sağlamak, kenti dönüştürecek değişimin dinamiklerine omuz vermek, hepsinden önemlisi yerel demokrasinin serpilip gelişmesinin önünü açmak…
Eskiden çok ta önemsenmeyen 21. Yüzyıla özgü kurumların oluşması, kavramların pekişmesinde Kent Konseyleri yadsınamaz roller üstlenecek, ister istemez.
Küreselliğin can yakıcı rekabetçiliğine, kaynakları tüketme aç gözlülüğüne, yaşamın her alanında ortaya çıkan sosyal, ekonomik adaletsizliğe karşı çıkmanın birlikte direnmenin en önemli platformları olarak, yakın gelecekte bugünden çok daha önemli işlevleri olacak Kent Konseylerinin.
Yaşanabilir çevreyi kıskançlıkla korumaktan, geniş kitleleri ilgilendiren her türlü kararın tüm paydaşlarca tartışılmasına olanak verecek mekanizmaları ancak gerçekten demokratik yöntemlerle oluşacak Kent Konseyleriyle hayata geçirebiliriz.
Halka yüz çevirmeyen, tam aksine demokratik yöntemle ortaya çıkan iradeye saygılı Kent Konseylerinin, bir yandan yaşanabilir çevreyi koruma, duyarsızlıkla tükettiğimiz doğal kaynakları, yitirmekte olduğumuz kültürel birikimi yeniden kazanma yolunda yüklenmeleri gereken tarihi görevlerini yadsıyamayız.
Kısır tartışmalara gebe dar kadroculuğun hastalıklarını içinde barındıran “küçük yapılanmaların” yerini alan, çalışmak isteyen herkese açık büyük çatısıyla, demokrasiyi ve katılımcılığı benimsemiş oluşumların 21.yüzyıldaki en önemli örgütleri olarak, Kent Konseylerini yeni baştan ve katılım anlamında en geniş çerçevede değişimin lokomotifleri olarak kurgulamak zorundayız.
Ve hepsinden önemlisi… 21.yüzyılın Kent Konseylerini oluşturacak dinamiklerin “yağmurdan kaçarken doluya tutulmamaya karşı” merkezi vesayetten kurtulalım derken yerel vasilere esir düşme tehlikesine karşı uyanık olma, dik durma zorunluluğu…
“Alabildiğine küresel, inadına yerel” gerçeğini göz ardı etmeden aydınlık geleceği, özgür ve örgütlü bireylerle kurabiliriz.
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:52:00.901-07:00
Apple, Nokia… Bilgi çağının iki farklı öyküsü…
Apple, Nokia… Bilgi çağının iki farklı öyküsü…
İflasın eşiğinde duran Yunanistan…
Borç krizi yetmezmiş gibi işsizliğin %20’leri aşmasıyla geleceğe dönük umutların tükendiği İspanya…
Borç tavanının delinmesine ramak kalmış, kredi notunun düşme tehdidiyle titreyen ABD…
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Küresel krizin gerçek nedenlerini okuyamayan, kalıcı çözüm geliştirmeyen dünyanın derdi bir değil. Türküdeki tabirle “elvan, elvan”…
Herkesin aklına her ülke gelirdi de, bugüne kadar adı krizlere hiç bulaşmamış, hep tuzu kurular arasında yer alan Finlandiya’nın korkulu rüyalar göreceğine kim inanırdı ki?
Ama olan oldu ve ciddi borç sorunu yaşamayan, ekonomisi sağlam 5 milyonluk küçük İskandinav ülkesi, en büyük şirketi Nokia’nın girdiği krize nazire yaparcasına bunalımları yaşamakta.
150 yıllık geçmişe sahip Nokia; Finlandiya’nın yalnızca en büyük kuruluşu değil, altın yumurtlayan en değerli varlığı aynı zamanda.
Ülkenin toplam ihracatının %14’ünü, milli hâsılanın da %1,6’sını tek başına üretmesi önemini yeterince gösteriyor zaten.
Nokia’nın Finlandiya ekonomisi üzerindeki etkisi bundan da ibaret değil. Şirket 2007 yılında yaklaşık 2 milyar dolar (1,3 Milyar Euro) civarında işletme vergisini devletin kasasına aktardı.
Gelin görün ki, 2007’den bugüne köprülerin altından çok sular aktı. O günlerde yarattığı on binlerce kişilik istihdam, kendisine bağlı çalışan yüzlerce yan işletme bir yana ülke bütçesine yaptığı katkılar yadsınamaz şirketin çok değil 2 yıl sonra 2009’da ödediği vergi 100 milyon doların altına düştü.
Peki, ne oldu da dünyadaki cep telefonu sektörünün kurucusu, 2000 yılının 200 milyarlık piyasa değeriyle sektörünün en büyüğü bu hallere düştü?
Nedeni; Nokia düşerken, başarı basamaklarını baş döndüren hızla çıkan ve 2007 yılında cep telefonu piyasasına İphone ürünüyle merhaba diyen Apple’in dokunmatik, android, yeni nesil olarak ta tanımlanan, bilgisayarı cebe sığdıran telefon konsepti.
Cep telefon sektörünün öncüsü ve halen dünyadaki her üç telefondan birinin sahibi olan Nokia ile Apple’in çok değil 4 yıla sığan yarışının sonunda bugün, Nokia can çekişirken, Apple hisse senetlerinin borsa fiyatları baz alındığında dünyanın piyasa değeri en yüksek şirketi olmakla kalmadı, küresel şirketlerin boy ölçüştüğü “en değerli markalar” liginin de şampiyonluğunu ele geçirdi.
2000 yılı Borsa değerleri baz alındığında 200 milyar doların üzerine çıkan Nokia, o günden sonra kan kaybetti ama 2007 yılına girerken bile 145 milyar dolarlık değeriyle en üst sıralardaki yerini koruyan dünya deviydi halen…
İki şirket arasında konsept savaşının başladığı 2007’nin üzerinden 2 yıl geçtikten sonra 2009’da durum şuydu: 190 milyar dolarlık piyasa değerine ulaşan Apple ve 48 milyar dolara gerileyen Nokia…
Ve geldik bugüne…
2000’de hisse senedi 58 doları gören Nokia, 2011 Haziranında 6 doların üstünde tutunmaya çalışıyor.
Nokia’nın dibe vurduğu 2011 Haziran başında, 7 dolarlık değerle borsaya merhaba diyen Apple 348 dolara ulaşan değeriyle bu alemin yeni kralıydı artık…
Nokia’nın yeniliğe açık dünyadaki cep telefonu pazarı liderliğinden dibe vuran kriz şirketi konumuna gelmesi ve Apple’ın ilk iPhone’u tanıtmasının üzerinden 3 yıl geçmeden Fin’li şirketin cep telefonları tüketicilerce eski tarz olarak algılanmaya başlandı. Amerikalı rakip, Finlandiyalıların akıllı telefonlardaki kârlı pazar payını hızla düşürdü. Eski kazançlı günler hayal oldu anlayacağınız.
Şubat ayında Nokia CEO’su Stephen Elop’un çalışanlara gönderdiği nottaki, ”Etrafında pazar payını ele geçiren yenilikçi rakiplerle çevrili dört yanı yanmakta olan platform üzerindeyiz” sözlerinin yayılmasıyla, şirketin değeri dibe vurdu.
Şirketin piyasa değeri üç ay içinde yarı yarıya düşerek 25 milyar dolara geriledi.
Nokia ve Apple örnekleri ortaya koydu ki; bilgi çağında her şey çok hızlı değişiyor, gelişiyor. Acımasız rekabet koşullarında ürünlerin ömrü aylarla ölçülüyor artık.
150 yıllık Nokia krizi Microsoft bünyesine katılarak aşmayı düşünüyor. Apple ise durmadan piyasaya sürdüğü yeni ürünlerle zirvedeki konumunu güçlendirme peşinde.
Oradan iner mi? Daha da önemlisi ne zaman ve kim tarafından indirilir?
İphone, İpad’in pabucunu dama atacak yeni ürünü kimin piyasaya süreceğine bağlı o sorunun yanıtı biraz da…
Piyasa ve marka değerleri yarışında Nokia ve Apple
Piyasa Değeri* Marka değeri**
Yıl Nokia Apple Nokia Apple
2006 92 53 27 16
2007 94 80 32 25
2008 120 125 44 55
2009 44 94 35 63
2010 58 235 15 83
2011 32 321 11 153
*FT (Financial Times yıllık raporları)
** BrandZ yıllık sıralama raporları
Rakamlar milyar dolar olarak okunacaktır.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:51:10.834-07:00
CHP’de Kurultay hesapları da, kafalar da karışık…
CHP’de Kurultay hesapları da, kafalar da karışık…
Herkes kuyuya atılan taş misali yemin krizine kilitlenmiş ama, dışarıya bu konuda laf yetiştirmeye çalışanlar da dahil, CHP belki de Ecevit-İnönü kavgasındakine benzer, eşi benzeri görülmemiş bir iç hesaplaşmaya hazırlanıyor.
Kurultay isteyen Baykal-Sav ekibiyle, Kılıçdaroğlu’nun yanında durduğunu söyleyen grup arasında , eninde sonunda yaşanması kaçınılmaz defter dürme senaryolarının son rötuşları yapılmakta.
Önce o en çok merak edileni yanıtlayayım: 1 Temmuz 2011 Cuma saat 17 itibariyle noter onaylı kurultay isteyen delege sayısı: 587…
Rakamı bana veren CHP’de kılıçların çekildiği ve son kavgaya hazırlanan iki karargahı da çok yakından bilen, ömrünü partiye hasretmiş sözüne güvendiğim biri…
Kendisi de delege ama henüz imza vermemiş…
Anlattıkları, merak edilen pek çok soruya da cevap aslında.
Yemin krizine balıklama dalan Kılıçdaroğlu bir yana, geldiği günden beri değişimi savunan, Ergenekon sanıklarını çok ta önemsemeyen Gürsel Tekin’in, birden bire Ergenekon sanıklarının salıverilmesi hatırına kriz kazanının altına odun atmasının aslında seçim sonrası başlaması kaçınılmaz iç kavgayı savuşturmaya yönelik hamle olduğunu söylüyor.
Anlattıkları, Bizans’tan beri bu toprakların aşina olduğu basit bir yöntemin yeni denemesi aslında.
Ailelerde, şirketlerde de böyle değil midir? Kendi içinde kavga edip duranlar, dışarıdan yönelen tehdide karşı kenetlenmezler mi?
Belli ki, partiyi kurultaya götürmeyi hedefleyen eski ‘kulağı kesikler’ bu basit numarayı yememiş.
1 Temmuz 2011 itibariyle toplanan 587 imzayı önümüzdeki üç-beş gün içinde gerekli sayıya ulaştırma konusunda nefes kesen çalışma yürütüyorlar. (Kaldı ki bu sayıya çoğu Sav’a Yüksek Disiplin Kurulu üyeleri ile Milletvekili seçilseler de imza vermeye hazır olduğunu beyan eden kimi isimler henüz dâhil edilmemiş.)
“Gerekli sayı” tanımını boşuna kullanmadım. O konuda da taraflar farklı şeyler söylüyor.
Örneğin Kurultayı engellemek isteyen mevcut yönetime yakın isimler artan Milletvekili sayısı da göz önüne alındığında kurultay için gerekli salt çoğunluk rakamının 665 olması gerektiğini savunuyor.
Buna karşın Baykal-Sav ekibi ise 630 imzanın seçimli kurultay davetine yeteceğini iddia etmekte.
Aslında açıp tüzüğü okuma zahmetine katlansalar aradıkları sorunun cevabını bulacaklar ama dert başka…
Belli ki, kurultay için gerekli imza sayısı çok kritik bir eşiğe gelmiş durumda. Söylemler de buna özgü taktiklere göre ayarlanıyor.
İki tarafın kafa karıştıran hesaplarını bir yana bırakıp tüzüğe göz attığımızda tablo şu:
Kurultay doğal ve seçilmiş üyelerden oluşuyor.
Doğal üyeler; Genel Başkan, Parti Meclisi ve Yüksek Disiplin Kurulu üyeleri ile seçilmiş Milletvekilleri.
Kimi Parti Meclisi üyesi isimler 12 Haziran’da Milletvekili seçildikleri için hesabı buna göre yapmak gerekiyor. Bugün itibariyle mevcut 135 Milletvekiline, vekil seçilmemiş Parti Meclisi ve 15 kişilik Yüksek Disiplin Kurulu üyelerini eklediğimizde sayı oluyor 188…
Buna her ilin çıkardığı Milletvekili sayısının iki katı biçiminde belirlenen ve toplamda 550 kişilik TBMM’ nin iki katı olan 1100 seçilmiş delegeyi, ölenlerle partiden istifa edenleri düştüğümüzde bugün itibariyle ortaya çıkan 1064 sayısını ekleyin. Böylece CHP’nin olası kurultayına katılacak 1252 delege rakamı çıkıyor ortaya…
Olağanüstü Kurultay davetiyle ilgili ilk imzalar 22 Haziran’da atıldığına göre yine tüzük gereği 15 günlük yasal sürenin dolacağı 6 Temmuz Çarşamba günü saat 17’ye kadar 627 imzalı dilekçenin Genel Başkanlığa verilmesi gerekiyor.
Mesele Yüksek Disiplin Kurulunun 13 üyesinin de desteğini aldığını ve 587 seçilmiş delegenin noter onaylı talebiyle birlikte 600 rakamına ulaştığını iddia eden Baykal-Sav hizbinin, önümüzdeki bu birkaç gün içinde 627 sihirli sayısına ulaşıp ulaşmayacağı…
Partide imza veren vermeyen çoğu delegenin kafası karışık bugünlerde…
Örneğin imza konusunda henüz karar vermemiş delegelerin bir kısmı, kimi il başkanlarının Genel Merkeze bağlılık açıklamalarını kendi özgür iradelerine koyulmuş ipotek olarak görmekteler. İl Başkanlarının delegelerden almadıkları yetkiyi kullanmaları anlamına gelen bu tavır sanılandan fazla tepki toplamış durumda.
Kimi delege ise tam bir kafa karışıklığı içinde. Örneğin Mersin delegesi Adnan Gündoğdu’nun peş peşe gelen iki açıklaması:
“Benim tavrım genel kurulun gereksiz olduğu yönünde. Toroslar’da 3 delege var. Delege arkadaşlarımızla bir toplantı yaptık. Onlarda aynı görüşte olduklarını söylediler ve ortak bir karar aldık. Bu süreçte yapılacak bir kurultay partiye zarar verir. Genel başkanımızın arkasındayız.” (İmece Gazetesi 27.6.2011)
Aynı Gündoğdu çok değil 2 gün sonra 29 Haziranda yine İmece Gazetesine konuşmuş:
“İmza için karar aşamasındayım. Henüz imza atmadım ama atabilirim de. Değerlendiriyorum. Biz birçok ismin CHP zihniyeti ile bağdaşmadığını düşünüyoruz. Bir Genel Başkan Yardımcısı ‘Apo serbest bırakılmalı’ diyen TESEV raporuna imza atıyor. Başka bir genel başkan yardımcısı Fetullah Gülen’e övgü düzüyor. Bir disiplinsizlik, bir dağınıklık, bir beceriksizlik var. Partimizin bu konuda kendisini gözden geçirmeye ihtiyacı var.”
Parti aynı, seçim sonuçları aynı, şikayetçi olduğu Sezgin Tanrıkulu, partiye adım atmadan önce de, attıktan sonra da Kürt sorunuyla ilgili çizgisini koruyan, milim yalpalamayan görüşleriyle aynı.
Ama Delege sıfatını da taşıyan CHP Toroslar İlçe Başkanı Gündoğdu’nun 48 saatlik zaman dilimine sığdırdığı görüşleri böyle…
Derdim Gündoğdu falan değil…
Sadece parti içinde sayısı hayli yüksek benzer kafa karışıklığını anlatmak istedim. Kürt meselesine, değişen Türkiye’ye yeni bir bakış açısıyla yaklaşmayan CHP’nin, kendi dar alanında kaybolup gideceğinden habersiz bir damardan söz ediyorum. Büyük çoğunluğu oluşturan muhafazakarlarla, Kürtlerle bir arada iktidara yürümektense, elli sene daha kafalarına uygun katı laikçilerle muhalefetçilik yapmaya razılar.
Dünyadaki değişim rüzgarına ayak uyduramayan, halkının taleplerine cevap veremeyen hiçbir partinin ayakta duramayacağının farkında değiller, umurlarında da değil.
Ne diyordu Nazım: “Sükun yok hareket var, bugün yarına çıkar, yarın bugünü yıkar ve bu durmadan akar, akar, akar…”
Tarih o tarihi akışın şaşmaz diyalektik gerçeğine direnenlerin yok oluş öyküleriyle doludur.. Tabii anlayana…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:50:20.510-07:00
44 yıldır güncelliğini, önemini yitirmeyen “uyarı”…
44 yıldır güncelliğini, önemini yitirmeyen “uyarı”…
Mersin limanı tamamlandıktan sonra sahil ile deniz arasında yeni bir alan ortaya çıktı.
Bu alan doldurulup yeşillendirildikten sonra düzenlenen fuarlara da ev sahipliği yaptı.
Günümüzün Atatürk parkı böylece doğarken, Park ile kent arasında uzanan yeni bir bulvara sahip oldu kent.
Adliye önünden başlayan, Cumhuriyet meydanını kat ettikten sonra Müftü deresinde son bulan hayli geniş cadde ilk zamanlar Fuar Caddesi olarak anılıyordu.
Başlangıçta cadde üzerinde çok katlı inşaatlara izin verilmedi. 1967’de ne olduysa oldu, Belediye birbiri peşi sıra ruhsatlar vermeye başladı.
MTSO’nun sahibi olduğu arsa üzerine kondurmaya karar verdiği Mersin Otelinin temeli işte o ulufe benzeri dağıtılan ruhsatların, kuyuya atılan taşların ilkiydi ama sonuncusu olmadı tabii. Arkası hızlı geldi.
Çukurova’nın en büyük oteli sloganıyla yola çıkılan, o günün parasıyla 5,5 milyon Liraya mal olacak 10 katlı tesisin ihalesi 1967 Mart ayında yapıldı, kısa zamanda tamamlanıp hizmete girdi. Ne var ki bir süre sonra Oda önce hisse ardından yönetimdeki ağırlığını kaybetti.
Kentin nefes almasını sağlayan ve güneyden kuzeye uzanan arterleri katleden sahilin çok katlı binalarla doldurulması Mersin Oteli ile sınırlı kalmadı doğal olarak.
1968 Temmuzunun gazetelerinde yatırımcıları yılın fırsatına davet eden bir ilan yer alıyordu:
“Toros Oteli ve Tüccar Kulübü arasında 35 metrelik yeni Fuar Caddesinde satılık dükkânlar ve satılık lüks daireler” başlıklı ilanın alt bölümünde şu ilginç detaylar vardı:
“Yürüyen merdiven, sıcak hava ve klima, dükkânda alüminyum vitrin büroda pencere, çarşıda mermer pasaj dükkânda ve büroda marley, her yerde izocam ses tecridi, bürolarda çift asansör…
Yenilikler, en modern imkanlar, en güzel arsada gönlünüzcedir. Bürolarda plastik storla güneş kontrolü”
Özelliklerin tanıtımından sonra ilgilenenlerin en merak ettiği sorunun yanıtına da yer verilmişti:
“Dükkânlar 30 ile 40 bin lira arasında olup %20 peşin geri kalanı 30 ay taksitledir”
İlanın sahibi Yaşat Mimarlık Bürosu kısa zamanda sattı gitti iş yerleriyle, büroları ama, ne yürüyen merdivenler çalıştı, ne çift asansör doğru dürüst hizmet verdi. Ses tecridi, merkezi klimayı merak mı ettiniz? Bana kalırsa ‘etmeyin’ derim.
Aslında günümüzün Yaşat İşhanını ve mevcut durumunu, sorunlarını dile getirmek değil amacım.
Hani hep bu kentin başına gelenlerin sahipsizlikten kaynaklandığı efsanesi var ya?
Merak edip, o günlerde başlayan ve günümüze kadar bir türlü sona ermeyen sahil yağmasıyla ilgili ilk girişimlerin başladığı 1967-68 döneminde hiç mi tepki gösterilmemiş diye merak ederdim hep.
Geçtiğimiz günlerde arşivleri karıştırırken rastladığım bir yazı, merakımı fazlasıyla giderdi.
Yukarıda metnini verdiğim dayanılmaz cazibedeki ilanlara karşı, uyarı görevini yerine getiren bir Allahın kulu çıkmamış mı diye soran herkese yanıt anlamına gelen “Mersinliler” başlığını taşıyan yazı…
Aşağıda noktasına dokunmadan yer verdiğim yazı 6 Kasım 1968 günü Yeni Mersin Gazetesinde yayınlanır. Nefesimi tutarak okuduğum ve “44 yıldır hep aynı filmi izliyoruz” dedirten, benim gibi okuyan herkesin altına imzasını atacağı, Mimar Oktay Temel’in kaleme aldığı yazıyı tarihe not düşmek amacıyla köşeme taşıyorum.
“Son günlerde Mersin’de bazı müteahhit firmalar önlerine gelen yerde istedikleri gibi çok katlı binalar yapıp bu binaları fahiş fiyatlarla satmaktadırlar. Şehirde yaşayanlarla alay edercesine beldenin en güzel semtlerine hançer saplar gibi, imar planına ve talimatına aykırı bina yapanlar, kendilerinin de inanmadıkları bir terane tutturmuşlar; “Efendim biz şehri güzelleştiriyoruz, imar ediyoruz” diyorlar.
Bunu söyleyenler Mersin’i ve Mersin’lileri kendi ceplerini doldurmak için istismar ettiklerini biliyorlar.
Milyonluk şehirlerde bile yüksek katlı binalardan kaçınılan yirminci asırda, Mersin gibi 80 bin nüfuslu bir deniz şehrinde sahilde çok katlı binalara gitmenin sözü bile edilemez. Mersin denizden ortalama 10 metre yüksekliğinde bir şehirdir. Şehrin güney rüzgarını sahilde çok katlı binalarla kesmek faciadır.
Birkaç kişinin çıkarına sahilde yapılacak çok katlı set şeklindeki binalar, şehrin iç kısmında yaşayan binlerce vatandaşı hiçe saymaktır. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu haksızlığa Tüccar Kulübü yanındaki inşaatla bir yenisi ilave edilmek istenmektedir.
İmar Planında bilhassa üç katlı olarak gösterilen Tüccar Kulübü yanındaki inşaatın satış reklamlarında alenen şehirliyi, Mersin Belediyesini ve talimatnamesini hiçe sayarak ON katlı yapılacağını ilan etmek, bu şehirde yaşayanlarla alay etmektir.
Bu komediye bir son vermek lazımdır. Ve zamanı gelmiştir.”
43 yıl önce kaleme alınan yazıyı okuduktan sonra soluklanıp bir düşünün. O uyarılara kulak asan olmuş mu? Tam aksine şehrin nefes almasını dert edinenler mi, rantçılar mı kazandı?
Geçen onca zaman içinde o ucube Yaşat İş Hanının yapılmasına engel olmak şöyle dursun, yanı başındaki güzelim Fuar, Sahil lokantalarının yerini hangi kalbimize saplanan hançerler aldı?
Yanıtı bilinen sorularla yürekleri daraltmanın anlamı yok.
*Not: Yaşat İşhanını yapan Manav Yaşat, Mersin’in ardından İstanbul’a yerleşti. Etiler semtindeki buz patenine sahip Korukent sitesiyle ünlendi.
Mersin adına büyük duyarlılıkla o günlerden bugüne uyarı görevini yerine getiren Mimar Oktay Temel ile ilgili çabalarıma rağmen bu yazısı dışında herhangi bir bilgiye rastlamadım. Yaşıyorsa Allah uzun versin…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:49:33.754-07:00
Çok ortaklı TÜDAŞ nasıl doğdu?
Çok ortaklı TÜDAŞ nasıl doğdu?
1967 yılında 48 bin ton narenciye ihraç eden Türkiye geleceğe umutla bakıyordu ama o yıl Demirel’in ricasıyla Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarı olan Turgut Özal, bereketli Çukurova’nın gizli potansiyelinin nelere kadir olduğunu biliyordu.
Küçücük Fas’ın o yıl gerçekleştirdiği 600 bin ton narenciye ihracatına karşı 73 bin ton limon üreten ve 48 bin ton ihracatın %77’sine tekabül eden 37 bin tonunu gerçekleştiren Mersin’e, hayal ettiği büyük hedeflere nasıl varılacağını anlatmak amacıyla 30 Eylül 1968 günü geldi.
Ticaret ve Sanayi Odasını dolduran üretici ve ihracatçılara, ürünün değerlendirilmesi, işlenmesi, sağlıklı koşullarda taşınması amacıyla kurulmasını düşündüğü şirketle ilgili düşüncelerini anlattı.
Aynı günün akşamı Adana’ya hareket etti ve 1 Ekim günü bu kez orada toplanan katılımcılarla aynı stratejiyi aynı heyecanla paylaştı.
Özal’ın gecikmeye niyeti yoktu. Şirketin bir an önce hayata geçirilmesi için DPT’ den iki üst düzey yetkiliyi İktisadi Planlama Dairesi Tarım Grubu Başkanı Kaya Mutlu ile Teşvik Uygulama Daire Müşaviri Naki Üner’i görevlendirdi.
Kendisi de Mersin’li olan Mutlu ile Üner Devlet adına DPT’ nin %70 ortaklığıyla kurulması düşünülen şirketlerin hazırlık çalışmalarını bir an önce tamamlamak üzere Mersin ve Adana’da karargah kurdular.
1968 Kasım ayı ortaları… Mersin’deki yerel gazetelerde, kurulacak şirkete ortak olmak isteyenleri davet eden ilanlar yer aldı.
İlanda “Ürünlerin gerçek değeri üzerinden satın alacak, ambalajlayacak, modern tesislerde işleyip iç ve dış piyasalara yüksek fiyatla satacak” şirketin, “kıymetli ve tecrübeli idareciler vasıtasıyla yönetileceği”, “ortak olmak isteyenlerin beheri bin lira olarak belirlenen hisse senetlerinden, diledikleri miktarda satın alabilecekleri” duyuruluyordu.
Bu amaçla Ziraat Bankası Mersin Şubesinde 3065 nolu hesap oluşturuldu. Ortak olmak isteyenler gerekli her türlü bilgiyi Reşat Karamehmet’ten alabileceklerdi.
Almanya’daki işçilere ait Şirketlerden, devletin öncülük ettiği oluşumun cazibesine kapılan küçük sermaye sahiplerine… O günlerin büyük ihracatçılarından, geniş bahçe sahibi üreticilere…
Kimler ortak olmadı ki şirkete…
Kısa zamanda Özal’ın rüyası gerçek oldu. Bursa’da Bustaş, Adana’da Çukonam ve Mersin’de Tarım Ürünlerini Değerlendirme A.Ş. kısa adıyla TÜDAŞ kuruldu ve faaliyete geçti.
TÜDAŞ başlangıçta gerçekten dünyayı bilen, profesyonel yöneticiler eliyle o güne kadar ancak hayal edilen tesisler kurdu, kısa zamanda Almanya başta olmak üzere dış pazarlarda kaliteli ürün yelpazesiyle saygınlık kazandı.
Meyve işleme yanında meyve suyu ve konsantre tesisleri, soğuk hava depolarıyla ülke tarihinin en çağdaş entegre tesisi olarak ünlendi TÜDAŞ…
Ancak mutlu günler çabuk geçti. O yıllara özgü çok ortaklı şirketleri saran hastalık TÜDAŞ’ a da sirayet etti. Deneyimli ve değerli yöneticilerle idare edileceği söylenen şirket, bir süre sonra yönetime hâkim olan ortakların siyasi hesaplarla iş başına getirdiği isimlere emanet edildi.
Başlangıçta çok kazanan şirketin ortaklarına dağıttığı temettülere güvenip hisse senetlerini yüksek fiyatla kapışanlar, bir süre sonra para yerine hava almaya başlayınca, aldıkları hızla geri sattılar paylarını.
Batma noktasına gelen şirketin hisse senetlerini toplayan bir aile şirketi yönetime egemen oldu ama onlar da yetersiz işletme sermayesi nedeniyle tesisi, 1980’lerin ortalarında dönemin yükselen yıldızı Kıbrıs asıllı Asil Nadir’e sattılar.
Meyna adlı şirketiyle tesisi işletmeye başlayan Nadir’ de battı bir süre sonra…
Sonu hüsranla biten çok ortaklı şirket macerası uzun süre Mersin’li girişimcileri öylesine etkiledi ki, geçen zamana rağmen izleri silinmedi.
O günden bugüne, bırakın çok ortaklı şirket girişimini, düşüncesi bile ürküttü insanları…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:48:48.934-07:00
Çöp sorunu… Napoli’den alınacak dersler…
Çöp sorunu… Napoli’den alınacak dersler…
İnsanoğlu binlerce yılın mirasını hoyratça tüketiyor.
Özellikle sanayi çağının petrolle buluştuğu son 100 yılda görülmemiş bir hoyratlıkla, kendi sonumuzu çağrıştırır acımasızlıkla kaçınılmaz sona koşuyoruz, soluksuz.
En ilginci de, tüketim çılgınlığından en küçük bir taviz vermeden, çevreciliğe, duyarlılığa soyunmamız.
Örneğin çoğumuz nükleere karşı çıkmakta, çevrecilik yarışında en romantik ifadeleri kullanmakta çok yetenekliyiz ama, iş pratiğe geldiğinde o “nükleere hayır “diyenlerden hiç kimsenin enerji tasarrufu anlamında ciddi girişimde bulunduğuna pek tanık olamadık nedense.
Bugün yaklaşık 200 milyar KW saat elektrik tüketen Türkiye’nin 2018’de 357 milyar KW/saat enerjiyi nereden nasıl karşılayacağı sorusuna somut cevap verene pek rastlanmıyor ama hep birlikte aynı koronun üyeleri olarak haykırmaya devam ediyoruz: “kahrolsun nükleer”…
Kimse tasarruf konusunda tek adım atmadığına göre, nükleerden kaçarken doğal gaz yakıp, ısınan suyla çevireceğiz çarkları.
Daha çok enerji, daha çok doğal gaz, daha fazla döviz, bağımlılığın bir türünden kaçarken diğerine yakalanma çaresizliği…
Doğal gaz dışında alternatif üretene pek rastlamadım ama, rüzgar/güneş gibisinden kaynakların derde çare olmayacağı günümüzde tek çare dışarıdan ithal edilen gaz yerine yerli kömür yakmayı çözüm olarak dillendirenler bile var.
Küresel ısınma, çevreyi kirletme alanında kömürle özellikle de kalitesizliği tescillenmiş yerli kömürle yarışan kaynak yok ama ne gam?
**
Aslında konu nükleer de değil, çöp konusunda son günlerde yaşanan gelişmeler…
Tüketimi frenlemeyen insanlığın ürettiği evsel atığın depolanmasına karşı gösterdiği tepkiyle ilgili en ilginç gelişme Napoli’de çıktı ortaya…
Diğer kentlerde olduğu gibi Napoli halkı da daha az üretme şöyle dursun, kaynağında çöpün bir kısmını ayrıştırmaya yanaşmıyor ama, yeni depolama sahalarının oluşturulmasına şiddetle yanıt veriyor.
Son gelişmeler Napoli’nin bu konudaki ilk vukuatı da değil, üstelik.
Çöplerinin toplanmaması nedeniyle geçmişte de önce yerel yönetimlere, ardından devreye girmek mecburiyetine kalan güvenlik güçlerine tepki gösteren hatta polisle çatışan Napoli halkı bir kez daha çöp savaşlarıyla dünya gündemine oturdu.
İki yıl önceki krizi çözerek, Napoli halkının desteğini alan Başbakan Berlosconi bu kez pek görülmüyor ortalıkta.
Yeni seçilen Napoli Belediye Başkanı ise yeni çöp alanının ancak cesedi çiğnenirse oluşturulacağını söyleyecek kadar çatışmayı körükleyen biri…
Kısaca Napoli halkı artık dolan ve bir kilo bile yeni çöp almayacak olan mevcut depolama sahasının yerine yenisinin kurulmasını gerekirse orduyla çatışmayı göze alarak karşı çıkıyor ama çözüme dönük bir şey söyleyen de yok.
Yabancı tarafsız gözlemciler ise işin perde arkasında Napoli çöp dağlarını gayrı resmi yollarla ayrıştıran ve bu işten yüz milyonlarca dolar para kazanan mafyanın olduğunu söylemekte.
Sonuç ne derseniz?
Napolililer; evlerinde çöp ayrıştırma, daha az çöp üretimi anlamına gelen bilinçli tüketim şöyle dursun, yeni çöp depolama alanlarına da karşı çıkıyorlar ama, bu her türlü çözüme karşı çıkan anlayışla sorunun nasıl çözüleceği konusunda kimse gerçekçi bir şey söyleyemiyor.
Son olarak evlerin önünü, sokakları saran ve her türlü hastalığa davetiye çıkaran çöp dağlarına karşı inanılmaz çözümü üretmekte gecikmedi Napoli halkı…
Buldukları son çare çöpleri bir araya yığarak yakmaktan ibaret…
Şiddetlenen çatışmalardan gözü korkan Berlosconi iktidarı, son olarak bölgeye giden Bakan ağzıyla “Napoli’de yeni çöp alanı yapılmayacağı” sözünü verdi ama, her gün kişi başına 1,5 kg çöp üreten bir başka ifadeyle metropol anlamında 6 milyon nüfusa ulaşan ve yılda 3 milyon ton çöp (kilo gramdan değil tondan söz ediyorum) üreten kentin, artık kan bulaşan sorununun gerçek anlamda nasıl çözüleceğiyle ilgili dişe dokunur proje de yok ortada…
Komşuda pişer bize de düşer misali, geçtiğimiz yıl çöp sorununu şimdilik kaydıyla çözen Mersin’in yakın gelecekte benzer dertlere duçar olmayacağının garantisi var mı?
O türden netameli soruları yetkililere ve “çarşı her şeye karşı” mantığına sahip, hem yeni çöp alanının ve yakın gelecekte gündeme gelmesi kaçınılmaz alanlarının yapımına karşı çıkanlara havale etmekten başka ne diyebilirim ki?
Bir milyon nüfusa sahip, bol sebze, meyve tüketiminin de katkısıyla ülke ortalamasının üstünde ve günde kişi başı 2 kg çöp üreten, üstelik tek kilosunu bile ayrıştırma becerisi göstermeyen, yakın gelecekte dolduracağı çöp alanının yenisine mekan ve para bulmadığı sürece, Napoli benzeri tabloyla karşılaşması kaçınılmaz Mersin…
Rahat uyuyanlara ithaf edeyim bu yazıyı…
Umarım geleceğe not düşme dışında birilerinin kulağına kar suyu kaçırmışımdır…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:47:12.000-07:00
Akdeniz’de 12 Haziran sonuçları ne anlatıyor?
Akdeniz’de 12 Haziran sonuçları ne anlatıyor?
Kürkçü, NTV canlı yayınında yakaladığı Ruşen Çakır’a sitemde bulunup, 12 Haziran akşamı açıklanan ilk sonuçların kendisine destek veren seçmenler arasında deprem yarattığına değiniyor ve ekliyor:
“Mersin’den sana selamlar getirdim. Sayımların yapıldığı akşam Ertuğrul kazanmıyor diyerek yarattığın depremden ötürü kalp krizi geçirmek üzere olanlar, kendine fenalık yapmayı düşünenler… Hepsi sana selamlarını yolladılar.”
Olur ya, selam getirir de, Mersin’in kendine özgü dinamikleri, gerçekleri bir yana, hangi sandık sonuçlarının İl seçim Kuruluna gecenin hangi saatinde getirileceğini bilmedikten sonra, ayağa kalkmaya hazır Kürt yatıştırmak kimin göreviydi dersiniz?
12 Haziran akşamı merkezde zaten yaşamı boyunca temsil ettiğiniz görüşe oy vermemiş birkaç sandık sonucuna bakıp, “eyvah derin devlet müdahale etti, kazandığımız seçimi kaybediyoruz” görüşünü, toplanan binlerce insana ajitasyon malzemesi yapanların Mersin’den ne kadar habersiz olduklarını anlatmak için epeyi ter dökmemiz gerekiyormuş, bunu bir kez daha anladık.
Aslında aylar öncesinden ortaya çıkan tablonun, hatta 2009 yerel seçimlerindeki il genel meclisi oy oranlarının, 12 Haziran seçimlerinde Ertuğrul Kürkçü’yü Milletvekili yapmaya yettiğini, kimsenin herhangi ilave çalışma yapmasına dahi gerek olmadığını söylemiştik. Sonuçlar o saptamamızı teyit etti.
Mersin’den habersiz, aday gösterildiği güne kadar sorunlarından, dinamiklerinden çok ta haberdar olmadığı bu vahayı el yordamıyla anlamaya, tanımaya çalışan pek çok adaydan farklı olarak oy isteyeceği kitlelerin dertlerini dinlemeye, sorunlarını dillendirmeye çabalayan Kürkçü’nün adaylık sürecinden, sonuçların alındığı geceye kadar nerede hangi doğru veya yanlışı yaptığı analizini yapmak elbette benim işim değil.
Ama eskilerden farklı biçimde Ankara’dan atanmışların yerine dinamiklerin seçmeye niyetlendiği bir aday olma özelliğiyle Kürkçü, kendisine oy veren mahalle sonuçlarının geçmişte de nasıl gecikmeli geldiğine dair tarafsız, bağımsız deneyimli insanlardan küçük dersler alsa, bunca telaşa gerek olmazdı diye düşünüyorum.
Örneğin kendisini Meclise taşıyacak Gündoğdu, Güneş, Çay, Çilek, Hâl, Özgürlük, Şevket Sümer, başta olmak geniş kitlelerin geçmişte ve bugün verdikleri oy oranlarının analizini yapacak, dersler alınmasını sağlayacak bilimsel analiz desteğine ihtiyaç duysaydı.
Tam bu noktada seçime katılan neredeyse tüm partilerin “en çok biz başarılıydık” iddialarının havada uçuştuğu, Türkiye’’nin en ilginç mozaiği diye nitelendirdiğim Akdeniz ilçesindeki sonuçları masaya yatırmak ve gerçek anlamda kimin başarılı, hangisinin hüsrana uğradığını ortaya koymak gerekir diye düşünüyorum.
Öyle ya, CHP ilçe örgütünden AK Parti’ye ve oradan bağımsıza kadar herkesin kendisini başarı tahtının zirvesine oturttuğu bu tuhaf sofrada gerçekten kimin başarılı veya başarısız olduğunu sorgulamak daha bir önem kazanıyor.
Daha da önemlisi, hangi parti yenilgiden gerekli dersleri çıkarmalı, hangisi zaferin keyfini sürmeli?
Sorular böylesine basit zemine indirgenince yanıtlarda kolaylaşıyor ister istemez. Tabii, gerçekleri duyma kaygısı taşıyanlardan söz ediyorum.
Gelin en yalın haliyle göz atalım 12 Haziran tablosunun Akdeniz’deki yansımalarına…
Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım ve Kürtlerle özdeşleşmiş Mahallelerden yola çıkarak özetlemeye çalışayım 2007’den 2011’e uzanan iki seçim sürecini.
Öncelikle şu tespiti yapmalıyım: 2007’ye göre oylarını arttıran AK Parti, CHP ve bağımsız adaylarla yarışa giren BDP’ nin başarılı olduğu bir merkez Akdeniz…
Seçmen sayısının artmasına rağmen oy oranı düşen MHP’ nin ise uğradığı yenilgi tartışılmaz boyutta.
CHP’deki muhalif grupların 2007 yerine 2009 yerel seçimlerini baz alma girişimlerinden yola çıkarsak bu kez BDP’ de kısmi, MHP’ de hayli yüksek gerileme, CHP’ de daha az, AK Parti’de yüksek artış gözleniyor.
Kürtlerin ağırlıkta olduğu 7 mahallede bile BDP artan seçmen sayısına karşın 2009 oranlarını korurken, AK Parti’deki ciddi artış dikkat çekiyor.
Daha da önemlisi iki yapı arasındaki geçirgenlik. Bloklaşma iddialarına karşı AK Parti ve Bağımsızlarla temsil edilen BDP seçmeni arasında 2009 yerel seçimleriyle 2007 ve 2011 genel seçim sonuçlarına bakıldığında hayli yüksek oranda oy kayışı yaşandığını söylemek mümkün.
2007’de AK Partiye oy vermelerine rağmen 2009’da Fazıl Türk’ü destekleyen büyükçe oranda seçmenin bu kez BDP’ den aday gösterilen Ertuğrul Kürkçü yerine tekrar AK Partiye yöneldiği görülüyor.
2014 yerel seçimlerine hazırlanacak tüm siyasi partilere ışık tutsa da, bugün itibariyle epeyi mesaj içeriyor son sonuçlar…
-12 Haziran genel değil yerel seçim olsaydı, BDP’nin değil AK Partinin adayı ipi göğüsleyecekti.
-2009 yerel seçimlerine göre BDP oylarında hafif olsa da azalma, AK Parti’de hayli yüksek artış söz konusu.
-2014 seçimleri AK Parti, CHP, BDP arasında geçecek ama MHP anahtar olacak. O nedenle Akdeniz’i yerel anlamda kimin yöneteceği biraz da MHP’nin CHP/AK Parti adayları arasında yapacağı tercihe bağlı olacak.
-Tabii Kürtlerin AK Parti algılarının bugünden 2014’e nereye doğru ve nasıl evrileceği de hayli önemli faktörlerden biri olarak çıkacak karşımıza…
Akdeniz İlçesindeki son üç seçime dayalı sonuçlar:
2007 2009 2011
AK Parti 35099 28206 45955
CHP 31106 36903 45642
MHP 23088 27863 19331
BDP (Bağımsız) 19147 39513 36275
BDP/Bağımsız ve AK Parti arasında 7 mahalle özelinde oy dağılımı:
2007 2009 2011
Gündoğdu 2088 (1681)* 1836 (3095) 2949 (3240)
Güneş 2265 (3625) 1596 (6621) 2608 (6598)
Çay 1498 (1788) 1258 (4014) 1943 (3530)
Çilek 2540 (1735) 2380 (4019) 3413 (3280)
Hâl 2313 (1906) 2317 (3560) 3231 (3533)
Özgürlük 1056 (620) 836 (1428) 1391 (1200)
Şevket Sümer 2078 (4154) 1607 (6767) 2383 (7091)
*Parantez içindeki rakamlar BDP/Bağımsız oylarıdır
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:46:37.808-07:00
Göçün diğer yüzü, arka mahallenin ‘öbür’ tablosu…
Göçün diğer yüzü, arka mahallenin ‘öbür’ tablosu…
Hafta sonumu,15 aydır süren bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan rapora ve o raporun sergilediği tabloya ayırdım.
Yıllardır çalışmalarını ilgiyle izlediğim Akdeniz Göç-Der’in öncülüğünde Batman, Diyarbakır, Van, İstanbul Göç-Der’lerin katkısıyla ve Mersin, Adana, Diyarbakır, Van, Batman, İstanbul’daki göç mağduru 1541 hane üzerinde AB desteği alınarak gerçekleştirilen çalışma.
Çalışmanın ürünü olarak kitap haline getirilen “Zorla Yerinden Edilenler için Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Araştırma Raporu” …
Sağlık, eğitim başta olmak üzere, göç edenlere pek çok sorunun yöneltildiği ve alınan yanıtların genel ve illere göre dağılımının yer aldığı tablolar, önümüzdeki dönem çözmekten başka yolumuzun kalmadığı “en ciddi meselenin” günlük yaşam boyutunu ortaya koyması bakımından hayli ilginç, yer yer çarpıcı sonuçları da içeriyor.
Özellikle eğitim konusu, ders kitaplarını ücretsiz dağıtarak, kara tahta yerine akıllılarını sınıflara koyup her öğrenciye el bilgisayarı vererek eğitim konusunu çözdüğünü sanan Ankara’daki merkezi yönetimle yaşam mücadelesi veren göç mağdurlarının algılama farklılığını ortaya koyması bakımından öylesine derslerle dolu ki…
300 sayfalık büyük boy kitaba sığdırılan sonuçlardan yola çıkarak, 1541 ailenin özellikle eğitim alanında sorulanlara verdikleri yanıtların özeti sayılacak, çarpıcı bulduğum sonuçlar üzerinde ilgi duyan herkesi kimi zaman tokat yemişçesine rahatsız edecek, kimi sonuçlarla umuda sevk edecek bir tablo çıktı ortaya…
*Dini nedenlerle okula gidemeyenlerin oranı %1 gibi konuşulmaya değmeyecek düzeyde.
*Ana dilde eğitim olmadığı için okula gitmediğini söyleyenlerin oranı zorunlu göç eden ailelerin genel ortalamasında %17 olarak gerçekleşirken aynı oran; Diyarbakır’da %24, İstanbul’da %22’ye çıkıyor, Mersin’de %8’e Van’da ise %5 e kadar düşüyor.
*Etnik ayrım korkusu sanılanın çok altında ve umut verici. Çocuğunun okula gitmemesinde ayrımcılığa uğrama korkusunun etkili olduğuna inananların oranı %4 civarında iken, %96’sı böyle bir korku taşımıyor.
*Okula gidenlerin başarısızlığının altında anadilinin farklı olmasının etkisiyle ilgili oranlar ise hayli çarpıcı. %48 etkili değil derken, %52 gibi hayli önemli bir bölüm “ana dilin farklı olması nedeniyle okuduğunu anlayamamanın” etkili olduğunu söylüyor.
*İş anadilin yanında kültür ve inanç farklılığı konusuna gelince, durum değişiyor. Soruları yanıtlayanların %77’si farklılığın etkili olmadığını söylerken, etkili olduğunu iddia edenlerin oranı %23. Bir başka ifadeyle her dört kişiden biri kültürel farklılık nedeniyle dışlanmayı başarısızlığın nedeni olarak görüyor. Üstelik bu oran Mersin, Diyarbakır, Van’da %20 civarında iken İstanbul’da %34’e çıkıyor.
*Türkiye’de eğitim masraflarının devlet eliyle karşılanması, özellikle son 8 yılda okul kitaplarının parasız dağıtılmasından, okuyan çocuk başına anneye maddi yardım yapılmasına kadar söz konusu iken araştırma, bambaşka gerçekleri ortaya koyuyor. Örneğin göç mağduru ailelerin %65’i “okula giden çocuğun başarısızlığında okul ve günlük ihtiyaçların karşılanmasının etkili olmadığını söylerken, %35’i bunun başarısızlıkta etkili olduğuna inanmakta. (Burada da araştırmanın yapıldığı iller arasında büyük farklılıklar var. Örneğin İhtiyaçların karşılanmamasının başarısızlıkta etkili olduğuna inananların oranı Mersin’de %24’e inerken, İstanbul’da oran %40’a, Diyarbakır’da %42’ye ulaşıyor)
*Başarısızlıkta eğitim materyallerinin eksikliği konusu da tıpkı eğitim masraflarının karşılanması ile benzer bir tablo oluşturuyor. Anketi yanıtlayan ailelerin %26’ı materyal eksikliğini başarısızlık nedeni olarak görürken aynı oran Diyarbakır’da %38, İstanbul’da %28, Van’da %24, Batman’da %23, Mersin’de %18…
*Bu olumsuzluklara rağmen başarısızlıkta okulun evden uzaklığı gerekçesinde oranlar nispeten daha düşük. Soruları yanıtlayanların %15’i okulun uzak oluşunu başarısızlık nedeni görürken oran İstanbul ve Diyarbakır’da %10, Mersin’de %12, Van’da %19, Batman’da %22 olarak gerçekleşmiş…
Araştırmada ailenin çocuklarını okula göndermeme nedenleri de sorgulanmış. Buna göre;
*Ana dilde eğitim verilmemesini okula göndermemede etkin olduğuna inan zorunlu göçe uğramış aile oranı %27… (Oran Mersin’deki göç mağdurları arasında %16 iken, Diyarbakır’da %26, İstanbul’da ise %31)
*Kız çocuklarının okula gönderilmemesini dini ve kültürel nedenlere bağlayan aile oranı %4 gibi hayli düşük seviyede. (Bugüne kadar hayli kalem oynatılan bir şehir efsanesinin daha bu araştırma ile çöktüğü çıkıyor ortaya)
*Yoksulluk nedeniyle çocukların çalışma zorunluluğunun okula gitmeyi etkilediğine inananların oranı %24 gibi hayli yüksek. (İller arasında burada da hayli çarpıcı rakamlar söz konusu. Örneğin yoksulluk nedeniyle çocukların çalışması gerektiğini söyleyen ailelerin oranı Adana’da %42’ye çıkarken aynı bölgedeki Mersin’de %16’ya düşüyor. Diyarbakır’da %19 olan oranın İstanbul’da %30 olarak gerçekleşmesi üzerinde durulmaya değer bir sonuç)
*Göç eden ailelerin eğitim sistemine güvensizliği her şeye rağmen %10 gibi makul seviyelerde…
*Aileler çocuklarını okuturken önceliği %62 oranında başarılı olanlara veriyor. Erkek çocuklarına kızlara oranla öncelik verilmesi ciddiye alınmayacak düzeyde. (Okumada önceliği kızlara verenlerin oranı %8 iken, erkekler %9 civarında)
*Yerinden zorla göç ettirilmiş ailelerin çocuklarına verilen eğitim programlarıyla ilgili görüşleri, algıyı yansıtması bakımından ilginç: Örneğin yeterli bulanların oranı %18 olarak ortaya çıkarken, yetersiz bulanların oranı %58…
Ve gelelim araştırmanın eğitimle ilgili bölümünün en çarpıcı, hepimizin takkemizi önümüze koyup, Türkiye’deki adaletsizliği bir kez daha sorgulamamız gereken bölümüne:
*Araştırmaya göre; örgün eğitime katılan ailelerin çocuklarının devam ettiği okulların %57’sinde kütüphane yok. Bu oran Van’da %77, Diyarbakır’da %68, İstanbul’da %60 olarak gerçekleşirken Mersin’de %13’e düşüyor.
*Ailelerin örgün eğitim sürecine katılan çocuklarının okullarının %75’i laboratuardan yoksun. Okulunda laboratuar bulunanların oranı Adana’da %5, Mersin’de %10, Diyarbakır’da %18, İstanbul’da %38…
Karatahtanın yerini akıllılarının alacağı, tüm okul çağındaki çocuklara el bilgisayarlarının dağıtılacağı söylemlerine karşın, göç eden ailelerin çocuklarının okulları bilgi çağına nasıl hazırlanıyor, gelecekle ilgili umutlar ne durumda derseniz?
*Çocuğunun okulunda bilgisayar olduğunu söyleyenlerin ortalaması %32 iken, okulunda bilgisayar laboratuarı olmayanların oranı %68… (Burada da iller arasında uçurumlar var. Örneğin göç mağdurlarının çocuklarının devam ettiği okullarla ilgili sorulara verilen yanıtlara göre Adana’da okulunda bilgisayar olduğunu söyleyenlerin oranı %7, Mersin’de %11 iken, aynı oran Diyarbakır’da %28, İstanbul’da %52, Van’da %59)
*İnternet bağlantısıyla ilgili oranlarda durum daha da vahim. Resmi kurumların tüm okulları internete kavuşturduk iddiasına rağmen, çocuklarının okulunda internet bağlantısı olduğunu söyleyen göç mağdurlarının oranı %17. (Bu oran Adana’da %1, Mersin’de %7, Diyarbakır’da %10 civarında seyrederken, İstanbul’da %37’ye ulaşıyor)
*Okulunda spor salonu olduğunu söyleyenlerin ortalama oranı %15 (Adana’da aynı oran %1,Mersin’de %5, Diyarbakır’da %17, Van’da %20, İstanbul’da 33)
*Top oynanacak saha olanların oranı %22 (Adana’da %8, Mersin’de 11, İstanbul’da %24, Diyarbakır ve Van’da %28)
*Okulunda su akmayanların oranı, ister inanın ister inanmayın %15 (Mersin’de %2’ye düşen oran İstanbul’da %14, Diyarbakır’da %18, Van’da %26)
*Okulunun suyunu kirli olduğu için içmeyenlerin oranı %20 (Mersin’de %7,5, Adana’da %11, Diyarbakır’da %5 olan oran İstanbul’da %54’e çıkıyor)
*Devam ettiği okulda düzenli temizlik yapılmadığını söyleyenlerin oranı %26,5 (Mersin’de %9, Adana’da 17 olan oran İstanbul’da %27, Van’da 37, Diyarbakır’da %40)
*Lavabo, tuvalet eksikliği oranı %22 (Mersin’de %9, Adana’da 16, İstanbul’da %25, Diyarbakır’da %34)
*Göç eden ailelerin çocuklarının devam ettiği okullarda fiziksel veya psikolojik şiddet görme dağılım sonuçları ise tabloyu biraz daha vahim hale getirmekte:
Çocuğun okulda şiddete maruz kalmasıyla ilgili dağılıma bakıldığında; ailelerin %46’sı bu konudaki soruları yanıtsız bırakırken, %38’i görmedi, %15’i gördü diye cevaplandırmış. Asıl mesele kentlerdeki dağılım oranlarında.
Buna göre zorunlu göç mağdurlarının çocuklarının devam ettiği okullara bakıldığında; Mersin’de psikolojik-fiziksel şiddet olduğunu söyleyenlerin oranı %28, İstanbul’da %21 iken, Diyarbakır’da %34, Adana’da %60 olarak ortaya çıkmakta…
Evlerinden yurtlarından edilen, bir gecenin sabahında kendisini bambaşka iklimlerin yabancı sokaklarında bulanların; bilmediğimiz, hissetsek te yüzleşmeye korktuğumuz, “etle tırnak” gibisinden masallarla yıllardır avunduğumuz, birbirimizi avuttuğumuz öbür mahallenin acıtıcı ama gerçek, bugüne kadar söylenen yalanlara inat yalın fotoğrafı, diğer yüzü…
Merak edenlere, yüzleşmek isteyenlere, kanayan vicdan sahiplerini çoğaltmanın çözüme sağlayacağı katkı umuduyla, devam edeceğiz karamsarlık yanında bazen içimizi aydınlatan gerçeği tüm renkleriyle anlatmaya…
Mersin, 20 Haziran 2011
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:44:41.224-07:00
Akkuyu’da Rusların kafası karışık, yer değişikliği gündemde…
Akkuyu’da Rusların kafası karışık, yer değişikliği gündemde…
Japonya’daki depremin ardından Fukişama nükleer santralinin başına gelenler, bu alanda üretim yapanından yatırım yapmaya hazırlananına kadar tüm ülkelerin stratejilerini gözden geçirmelerine yol açtı.
Kimi ülke yenilerini yapmak şöyle dursun, mevcutları kapatmaya hazırlanırken, kimi ülke hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmekte…
Küresel enerji talebinin her yıl biraz daha artmaya devam etmesi, kısır döngüden çıkışı olanaksız kılıyor.
Bugün dünya ne kadar çeşitlendirmeye çalışırsa çalışsın, enerji üretiminde kimi labirentlere hapsolmuş durumda.
Örneğin Türkiye…
Bugün ülkemizde üretilen elektriğin; %30’u kömür yakıp havayı fazlasıyla kirleten termik santrallerden, %50’si tamamen dışa bağlı olduğumuz ve fiyatların nerede duracağı belirsiz doğal gazdan elde ediliyor. Hidro kaynakların yani barajlardan elde edilen elektriğin payı %16 civarında.
Anlayacağınız elektrik üretimi için bulduğumuz en geçerli yöntem kömür ve doğal gaz yakarak, özellikle de kömürün çevreyi, havayı kirletmesini görmezden gelen suyu ısıtmaktan ibaret.
Bunun da neredeyse tamamına yakını döviz gerektiriyor ve dışa bağımlı. Üstelik fiyat belirleme ve girdi çeşitlendirmede söz sahibi olma gibi bir durumumuz da yok. (Bize doğal gaz satıp köşe olan Rusya kendi elektrik ihtiyacının %20’sini nükleerden elde ediyor)
Türkiye 2010 sonu itibariyle 202 milyar kw saat elektrik tüketmiş, projeksiyonlar talebin her yıl minimum %6,5-7,5 civarında büyüyeceğini ve 2018’de 357 milyar kw saate ulaşacağını gösteriyor.
Devletin resmi sözcüsü Anadolu Ajansı tarafından geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir haber ülkemizin gelecekle ilgili tüm hedeflerini etkileyecek enerji darboğazının sanılandan önce gelebileceğini yoruma yer bırakmayacak biçimde anlatıyordu:
“Mevcut elektrik üretim sistemi ve 2013 yılına kadar işletmeye gireceği öngörülen yeni üretim tesislerinin üretimi de dikkate alınarak yapılan hesaplamalara göre, Türkiye 2016-2017 yıllarında proje üretim kapasitesine göre, 2014-2015 yılından itibaren ise güvenilir üretim kapasitesine göre elektrik enerjisi talebini karşılayamayacak.”
Anlayacağınız eğer önlemleri bugünden almazsak, 5 yıl sonra elektrik kesintileriyle karşılaşmamız kaçınılmaz.
Demek ki, Türkiye tüm potansiyelini değerlendirmek, mevcutların zamanında bitirilmesi bir yana, her çeşit üretimin teşvik edildiği yeni yatırımların önünü açmak zorunda.
Rüzgar, güneş gibi kaynaklar elbette sonuna kadar değerlendirilmeli ama hayalci olmamak lazım. Ortaya çıkan açığımıza derman olacak bir potansiyel görünmüyor şimdilik o alanda.
Türkiye enerji üretim pastasını çeşitlendirme adına 33 yıldır ara sıra şiddetlenen sonra bir biçimde uyutulan nükleer santral kurma söylemlerini dillendiriyor ama nasıl oluyorsa, her seferinde farklı gerekçelerle projeler bir yerlere savruluyor.
Fukişama felaketi ve iktidarın Türkiye’de seçilebilecek en yanlış yer olan Akkuyu ısrarı, bu kez nükleer santral yolculuğunu nasıl sonuçlandıracak bekleyip göreceğiz.
Ancak seçim öncesi, sonrası tartışmalarla yorgun düşen kamuoyuna yansımayan, kimsenin dönüp bakmadığı çok ciddi gelişmeler var Akkuyu cephesinde.
Özetlemeye çalışacağım haber de Türkiye değil, Rusya menşeli.8 Haziran 2011 tarihinde yabancı ajanslara Moskova’dan geçilen haber aynen şöyle:
“Türk Hükümetinin Mayıs ayında başlayacağını açıkladığı Akkuyu nükleer santrali projesini gerçekleştirecek olan Rus şirketlerinden beklenmedik açıklama geldi. Rus yetkililer, henüz sürecin başında olduklarını belirterek, “2012 ortalarında projeler netleşirse, 2013 ortalarında ilk kazmayı vururuz” diyerek inşaat çalışmalarını ertelediklerini duyurdular.”
Akkuyu nükleer santral projesinden sorumlu Aleksandr Superfin bir adım öteye giderek şunları söylüyor:
“Santralin kurulacağı alanın bir bölümünde jeodezi ve tipografya çalışmalarına başladık. Toprağın tamamının devrinin ardından bu çalışmalar genişletilecek. Yakın zamanda da sismik çalışmalar başlayacak. Yılsonuna kadar santralin kurulacağı alanla ilgili oldukça kapsamlı bilgiye sahip olacağız”
Türkiye kadar Rusya’da da merakla izlenen Akkuyu projesi hakkında Rusya’nın Sesi radyosu yorumcusu Stanislav Tarasov çok daha çarpıcı gelişmelere değinirken, Akkuyu yer seçiminin değişebileceği öngörüsünde bulunuyor. Şöyle diyor Tarasov:
“Ankara Akkuyu nükleer enerji santrali için yer seçimini Çernobil ve Japon Fukuşima santralindeki kazalardan çok önce yaptı, şimdi Rus mühendisler jeofizik ve topografik araştırmalar çok daha kapsamlı biçimde yeniden yapacak. Fukuşima’dan önce nükleer santral inşaatı ile ilgili talepler çok farklıydı. Şimdi ise şartlar değişti ve Atomenergoproekt şirketi uzmanları teklif edilen yerin sismik özelliklerini ve doğal afetlere karşı dayanıklılığını kontrol etme kararı aldılar. Şirketin bu isteği, Türkiye tarafından anlayışla karşılandı.”
Özetlersek, nükleer santral konusunda Fukuşima ile ortaya çıkan tablo Rusların Akkuyu planlarını baştan aşağı değiştirmiş.
Rus mühendisler ortaya çıkan kaygılar ışığında, kasım ayı ortasına kadar Akkuyu’yu sismik açıdan ve yeni baştan incelemeye başlayacaklar. Sonuçlara göre, belirlenen nükleer santral alanında yer değişikliği de gündeme gelebilir. O zaman yeni bir projelendirme, ardından yeni yer tahsisi söz konusu olacak.
Anlayacağınız, sismik, topografik araştırma gerekçesiyle proje şimdiden 2013’e ötelenmiş durumda…
Daha da önemlisi Rusların Akkuyu konusunda ısrarlı olmayacakları, gerekirse yerin değişebileceğiyle ilgili dile getirilenler…
Bir yandan ayak sesleri şimdiden duyulan enerji darboğazıyla ilgili kaygılar…
Öte yandan Akkuyu cennetinin kurtulacağıyla ilgili filizlenen umutlar…
Sürecin nasıl ve ne yönde gelişeceğini zaman gösterecek.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:43:37.901-07:00
Balık pazarının dünü, bugünü…
Balık pazarının dünü, bugünü…
Bugünlerde balık pazarı olarak anılsa ve kullanılsa da, Hoca Ahmet Efendi’nin Belediye başkanlığı döneminde bir İtalyan şirketince yapılan ve 1923’te hizmete giren Hâl binası, başlangıçta kasaplarla, sebze meyve ticareti yapanlara tahsis edilmişti.
1945 yılına kadar Belediyeye ait olan dükkânların düşük fiyatlarla kiralanması hep şikayet konusuydu.
Haziran 1943’te Mersin’e atanan Tevfik Sırrı Gür tam da o günlerde 100 eser kazandırma söylemiyle adım attı kente.
Hedef büyük ama kaynaklar kısıtlıydı. Savaşa girmemesine rağmen, yokluğun pençesinde kıvranan halkın verecek bir şeyi kalmamıştı devlete…
Vali, olumsuzluklara rağmen hayalini süsleyen eserleri kazandırmakta kararlıydı.
Halkevi, İnönü anıtı, Tüccar Kulübü, Ak Otel gibi geniş yığınların şaşkınlıkla izlediği yapıları tamamlamaya çalışıyordu ama Belediyenin de yapması gereken pek çok iş, bunlar içinde alabildiğine kaynak gerektiğinin farkındaydı.
Yol ve meydanların temizliğinden yeni cadde ve kaldırımlara, kanalizasyondan içme suyuna, parklardan Pazar yerlerine kadar el atılacak bir sürü proje ve bunlara para bulmak zorunda olan bir yerel yönetim.
1929-42 yılları arasındaki 12 yıl boyunca Başkanlık görevini sürdüren Mithat Toroğlu’nun ardından gelen Hakkı Deniz ancak 2 yıl oturdu koltukta. 1944’te de yerini Fuat Morel’e bıraktı. Morel, hırslı Valinin hızına yetişmenin güçlüğünü biliyordu. O nedenle kurtarıcı gibi sarıldı Gür’e ve kaynak yaratma önerilerine can simidi gibi sarıldı.
29 Ekim 1944 günü Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle gazetecilerin sorularını yanıtlayan T.S.Gür projelerini, beklentilerini şöyle anlatacaktı:
“Mersin’de Atatürk Anıtı kuruldu, İnönü anıtı da kurtuluş bayramına kadar tamamlanmış olacak. Tüccar Kulübü binası yükseliyor, diğer imar işleri de bunu takip edecektir.”
Ve devam etti:
“Yollar bakımsızlıktan yok olup gitmiş, şimdi malzeme pahalılığı, işçi noksanlığı gibi bahaneler asla devam ettirilmeyecek, o güzel yollar yeniden vücuda getirilecektir”
İyi de nasıl yapılacaktı bu işler?
O sorunun yanıtı 1945 Şubat dönemi Belediye Meclis toplantısına teşrif eden Valinin yaptığı konuşmayla ete kemiğe büründü:
“Şehir içinde yer alan depoların, hanların, arabacı, demirci, sandıkçı, keresteci gibi şehrin güzelliğini bozan iş yerlerinin en kısa zamanda şehir planında işaretlenmiş yerlerine bir an önce gönderilmesi için planda gösterilen yerlerde iş yerlerinin derhal yapılması gerekiyor.”
Herkes sorunu ve çözümü Vali kadar biliyordu. Asıl mesele on binlerce lira ek kaynak gerektiren paranın nereden bulunacağıydı?
Merakla kendisini dinleyen Meclis üyelerine çözümü de göstedi Gür:
“Temiz ve güzel Mersin’i yaratmak için gerekli kaynağı sağlamak amacıyla Meclisten bir karar çıkarın. Ben incelettim 70 dükkânın bulunduğu Hâl binası belediyeye yılda toplam 3600 lirayı zor getiriyor. Bu mekânları kiralama yerine satalım, elde edilecek parayla yeni iş yerlerini yapalım.”
Mesaj alınmıştı, kollar sıvandı.
6 Şubat 1945 Salı günü toplanan Mecliste, şehrin güzelliğini katleden iş yerlerinin planda işaretlenen yeni alanlara taşınması, bunun için gerekli paranın temini amacıyla; hâl, hangar, köşker dükkanları gibi belediyeye ait emlakin satılması, buradan sağlanacak kaynakla da yeni yerlerin yapılması önerisini tartışmaya açıldı.
Yapılacak yeni yerlerin de bilahare satılmasını ön gören teklifle ilgili olarak Meclis üyesi Mithat Toroğlu söz aldı: “Hareketli sermaye” olarak nitelendirilen çözüm formülünün Encümene sevk edilmesini ve oradan gelecek görüş doğrultusunda Mecliste oylanmasını istedi eski Belediye Başkanı…
12 Şubat 1945 Pazartesi günü Fuat Morel başkanlığında toplandı Meclis. Encümene sevk edilen ve orada kabul gören Belediyeye ait emlakin satılarak ek kaynak yaratılması kararını görüştü, oy çokluğuyla geçti karar. Beş senelik program ve programa eklenecek yeni işler, projeler de görüşülüp onaylandı.
Beş senelik programın birinci yıl hedeflerine bir sıhhi hamam ve çocuk bahçeleri yapımıyla, dördüncü yıl yatırımlarına daha önce belirlenen 10 bin m2 yol inşaatının 15 bin m2’ ye çıkarılması kararları eklendi.
Meclis kararları arasında 73 dükkân yanında Azak Han karşısındaki Taş iskele başında yer alan Hangar binasının satılması da yer alıyordu.
11 Mart 1945 günü hangar ve 73 iş yerinin satış ilanı yayınlandı. İlanda yer alan bilgilere göre 752 m2 kapalı alana ve 440 metre uzunluğundaki rıhtıma sahip hangar binası için 80 bin liralık muhammen bedel koyulmuştu.
Hal kompleksinde yer alan dükkânlara gelince: 105. Sokaktakilere 3500/4000, 150.sokaktakilere 3000/3500 ve iç mekanda kalanlara 2500-4000 lira arasında değişen değer biçildi.
3 Nisan 1945 günü Belediyede yapılan ihalelere beklenen ilgi gösterilmedi. 73 dükkânın yarısından fazlası (37’si) satılmayınca, elde kalan dükkânlar ihale yerine pazarlık usulüyle satışa çıkarıldı. 14 Nisandan başlayarak her haftanın Salı ve Cuma günleri Belediye Encümeni hâl dükkânlarının elde kalanlarını taliplilere pazarlıkla satmaya çalıştı.
O günlerde dükkânları satın alanların buralarda Belediyece belirlenen işler dışında da faaliyet gösterecekleri dedikoduları yayıldı.
3 Nisan 1945 günü toplanan Mecliste bu yöndeki eleştirileri değerlendiren Başkan Fuat Morel, üyeleri şu sözlerle teskin etti:
“Hiçbir dükkânın mevcut durumunda değişiklik olmayacak. Dükkânların bugün gördüğü işler dışında faaliyet göstermesine izin vermeyiz. Kullanımın şu veya bu şahsa geçmesi Belediyenin tayin ettiği iştigal mevzuunu değiştirmez. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kasaplık, sebze ve meyvecilik yapılmaya devam edilecek.”
Sözler verildi ama bir süre sonra büyüyen Mersin’in ihtiyaçlarına yanıt veremeyince sebze ve meyve tüccarları için bugünkü Akdeniz Belediye binasının bulunduğu alana 125 iş yerinden oluşan yeni Hâl binası kuruldu. Tarihler 1957’yi göstermekte, Belediye Başkanlığı koltuğunda Demokrat Partiden seçilen Zeki Ayan oturmaktaydı.
Kasaplar eski yerlerinde kalmaya devam ettiler ama sebze ve meyvecilerin yerini balıkçılar alır…
2013 Akdeniz oyunlarına hazırlanan Mersin’in bugünlerdeki en güzel rüyalarından biri, artık Balıkçılar pazarı olarak anılan 90 yıllık tarihe sahip mekânı, İstanbul Çiçek Pasajı benzeri bir yaşam alanına çevirme…
Daha önce de rahmetli Okan Merzeci’nin hayata geçirmeye çalıştığı ama bir türlü başaramadığı o güzel rüya bu kez gerçek olur mu?
“İnsanlar umut ettiği sürece yaşar”
Biz de o umudun peşinde koşacağız yarınlara…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:42:34.779-07:00
Nükleerde kafalar karışık…
Nükleerde kafalar karışık…
Elektrik üretimi amacıyla ilk santrallerin faaliyete geçişi 1954 yılında gerçekleşse de, asıl büyüme 1973’teki petrol krizinin ardından yaşandı.
Bugün dünyada mevcut 500 civarında santralin büyükçe kısmı petrol fiyatlarının 3 dolarlardan 12 dolara, bir başka ifadeyle 3 katına çıktığı küresel şok dalgasıyla birlikte hayata geçirilmişti.
En temiz, ilk yatırım aşaması çok pahalı olsa da en ucuz olarak lanse edilen ve neredeyse gelişmişliğin simgelerinden biri olarak tanıtılan santrallerin foyası Çernobil kazası ile ortaya çıktı.
Sovyetler Birliği 1987’de yaşanan o kazanın ardından bir daha iflah olmadı…
Sadece Sovyetler değil, o güne kadar nükleer enerjiye bel bağlayan pek çok ülke de kazanın şokuyla bu en güvenilir sandıkları üretim modelinin bir başka yanıyla, tehlikeli olduğu gerçeğiyle yüzleştiler.
Ülke kamuoyları Çernobil’den öylesine etkilendiler ki, yönetimler bir yandan yeni santrallerle ilgili projeleri rafa kaldırırken, kimi ülkeler mevcutların belli bir temrin planı çerçevesinde kapatılması yönünde kararlar aldılar.
Ancak durmadan artan enerji talebi nedeniyle hiçbir ülke kapatma konusunda gerekli adımları atamadı.
Zaman içinde kitleler Çernobil travmasını atlatmaya, yaşananları unutmaya başlayınca, kilit vurma kararları da ertelenmeye başladı.
2000’li yıllarda o güne kadar bekletilen tüm projeler raflardan indirildi. Özellikle petrol ve doğal gaz fiyatlarının uçmaya başlaması nükleer santralleri yeniden enerji üretiminin en önemli kaynağı haline getirdi.
Ta ki 2011’de Japonya’da yaşanan deprem ve ardından Tsunami dalgalarına dayanamayan Fukuşima santraliyle ortaya çıkan tehlikeye kadar.
Şimdi başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm dünya tıpkı Çernobil’de olduğu gibi yeni yatırımları gözden geçirirken, kimisi de mevcutlarla ilgili geçmişte aldığı kapatma kararlarını hayata geçirecek adımlara hazırlanıyor.
Her ülke nükleer enerji alanında mevcut ve gelecekle ilgili yol haritalarını yeniden gözden geçirirken, kapatma yönünde karar alanlar, buradan sağladıkları enerjiyi neyle ikame edecekleri konusunda da kafa patlatıyorlar.
Son olarak İtalya’nın referanduma götürdüğü konuda halkın sergilediği tavır çok çarpıcı. Sandığa gidenlerin oranı %55’e ulaşırken (İtalya’da referandumlar adına çok yüksek bir katılım) oy kullananların %96’sı “nükleere hayır” dedi.
Sorun bir yandan nükleer istemeyip, bir yandan da hergün artan enerji gereksinimine karşı tasarrufa yönelmeyen talep dalgasının nasıl karşılanacağı.
Kafa karışıklığına yol açan iki örnek var önümüzde.
Fransa ve Almanya…
Merkel yıllardır ertelenen “mevcut santrallerin kapatılması” kararının uygulanmasını uzunca süredir görmezlikten geldi. Gelin görün ki, bu konuda adeta referanduma dönüşen son yerel seçimlerde partisinin 50 yıldır yenilmediği bölgelerde yaşanan hezimet mevcut koalisyonun radikal adımlar atmasına yol açtı.
Eskiyen ve güvenlik zaafı olduğu düşünülen 7 santrali kontrol amaçlı olarak kapatılırken, teknik sorunlar nedeniyle zaten kapalı tutulan bir santralin şalterleri de tamamen indirildi.
Kısaca enerji ihtiyacının yüzde 23’ünü nükleer enerjiden sağlayan Almanya 8 santrali hemen geri kalan 9 santrali ise 2022’a kadar kademeli olarak kapatacak.
İyi de Almanya bu kararla ortaya çıkacak açığı nereden sağlayacak?
Hayata geçirilecek yeni plana göre günümüzde ülke gereksiniminin 17’sini karşılayan yenilenebilir enerji kaynaklarının toplamdaki payı yüzde 35’e yükselecek. Aynı zaman diliminde ısınmada büyük kayıpların yaşandığı binalar, yeni izolasyon malzemeleriyle kaplanarak %10’luk tasarruf hedefleniyor.
Hesap tutarsa mesele yok. Ya tutmazsa?
Örneğin yenilenebilir enerji kaynaklarının iki katına yükseltilmesi hayal olarak güzel de, gerçekleştirilmesi ne ölçüde mümkün?
Bu konuda en umut veren yöntem Kuzey denizi kıyılarında kurulan rüzgâr enerji türbinlerini daha etkili ve yoğun biçimde kullanmak.
Günümüz Almanya’sında kullanılan rüzgâr tribünlerinin yükseklikleri 90 metre ve her biri 2 megawat elektrik üretebiliyor. Uzmanlar yeni teknolojilerin desteklenmesiyle yüksekliğin 90 yerine 150 metreye çıkarılabileceğini bunun ise birim türbin başına 2 megawatt olan üretimin on katına yani 20 megawat’a ulaşması anlamına geleceğini söylüyorlar.
Bunların hepsi zaman içinde gerçekleşecek ve doğruluğu faaliyete geçmesiyle test edilecek projeler.
Üstelik Almanya’nın kuzeyinde elde edilecek enerji, talebin yoğun olduğu güneye taşınmak zorunda. Bu ise hem çok pahalı hem de nükleere karşı çıkan çevrecilerin canını acıtacak güzergah izleyecek.
Enerji nakil hattının, ülkenin ortasında yer alan 160 km uzunluğundaki Rennsteig ormanlarının ortasından geçerek, her Almanın rüyasını süsleyen, kimsenin dokunmaya kıyamadığı bir cenneti tehdit edecek olması, ülkenin en güçlü siyasi aktörlerinden biri olan yeşilleri derinden düşündürüyor.
Nükleere karşı çıkarken, yenilenebilir enerjinin yaratacağı farklı çevre sorunları, yüksek gerilim hatlarının bozacağı doğal denge…
Almanya dünyanın enerji geleceği adına çok önemli bir sınava hazırlanırken, ister inanın ister inanmayın Fransa komşusunu ellerini ovuşturarak izliyor.
AB’ deki mevcut 143 santralin 58’sine sahip ve enerji talebinin ¾ ünü nükleerden elde eden Fransa bırakın mevcutları kapatmayı, Fukuşima’ya inat daha güvenilir olduğunu iddia ettiği yeni projeleri hayata geçirmekle meşgul.
Bu konuda sadece ülke ihtiyacını değil, tesislerini kapatan Almanya’ ya elektrik satarak para kazanmak Fransa’nın yeni stratejisinin en önemli hamlelerinden biri.
Anlayacağınız Almanya kapatıyor ama Fransa onun eksiğini yeni nükleer santrallerle giderme hesapları peşinde.
Sadece sokaktaki sade vatandaşın değil konunun uzmanlarının bile izahta zorlandıkları bir durum söz konusu.
Nükleer tehlike varsa, bunun Almanya yerine Fransa’ya taşınması olası riskleri ortadan kaldırır mı?
Dünyada enerji talebini düşürmeye yönelik ortak bir irade koyulmadığı ve özellikle nükleer konusunda tüm ülkeleri bağlayacak yeni bir strateji geliştirilmediği sürece, Almanya’nın kapattığını Fransa’nın üstlendiği bir komedi izlemeye devam edeceğiz.
Not: Nükleer konusundaki kafa karışıklığı Almanya-Fransa örneğiyle sınırlı değil. Akkuyu’da temel atmaya hazırlanan Rus yatırımcı grubun, projeyi gözden geçirme gerekçesiyle, yatırımı 2013’e ertelediği yönünde önemli gelişmeler var. Seçim hengâmesi arasında kamuoyuna yansımayan ama Mersin adına hayli umutlanmamız gereken son gelişmeleri ve Türkiye’deki kafa karışıklığını bir başka yazıda ele almak umuduyla.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:41:49.224-07:00
12 Haziran ışığında Erdemli sonuçları, Er’in olmayan etkisi…
12 Haziran ışığında Erdemli sonuçları, Er’in olmayan etkisi…
2007 seçimleri öncesinde Milletvekili listeleri belirlenmiş, AK Parti Mersin’de nasıl bir strateji yürütüleceğine dair kimi çalışmalar yürütülüyor.
Parti adına kafa yoran arkadaşlar beni de ziyaret ettiler.
“Keşke aday listesi ve sıralaması yapılmadan önce böyle bir çalışma yapsaydınız ve alacağınız önerileri Genel Merkezdeki karar vericilere yansıtabilseydiniz” dediğimi bugün gibi anımsıyorum.
Nedenini sorduklarında ise isimlere ve sıralamaya dönük somut şeyler söylemiştim görüşümü almak isteyen arkadaşlara…
Örneğin “ben olsam Ali Er ve Ömer İnan’ın yer aldığı listede sıralamayı değiştirir Ali Er’i, Ömer İnan’ın önünde 3.sıraya değil, arkasına 4.sıraya koyardım” önermiştim.
Çok basit gerekçelerimi de sıralamıştım: 5 yıl boyunca yerel bürokraside iki isim arasında inanılmaz çekişmeler yaşanmış, koalisyon dönemlerinde bile eşi benzeri görülmemiş bir Mersin bürokratlarına hâkim olma kavgası ve bunun Mersin’e verdiği zararları dilimin döndüğünce anlatmıştım ama bu görüşlerimin muhatap bulmayacağını biliyordum. O nedenle 3. Sıraya yerleştirilen Ali Er’ in, seçimlere asılmak şöyle dursun, “nasıl olsa ben seçiliyorum, çalışmayarak İnan’ı sandığa gömerim” gibisinden bir düşünceye sahip olmasının eşyanın tabiatına uygunluğu, pragmatist siyasetin gereği böyle bir olasılığın her zaman ihtimal dâhilinde olacağına dair kaygıydı benimkisi…
Yapılmış listenin revize edilmesi elbette mümkün değildi. Üstelik o görüşlerim kimisine küfür gibi gelmişti ve ağzımın payını vermişlerdi böbürlenerek.
Neyse o seçimde korkulan olmadı. Kürtlerin bağımsız adayı Orhan Miroğlu 300 oyla Milletvekilliğini kaybedince AK Parti, CHP, MHP 12 Vekilliği kardeş payı almış, herkes postu kurtararak Mersin cehenneminden yarasız kurtulmuştu.
Ali Er, Ömer İnan kavgasından el-aman diyen Dengir Fırat’ın Adana’ya kayması, yerine gelen Kürşat Tüzmen’in fokurdayan Mersin siyaset kazanından ilk günler uzak durması, Zafer Üskül gibi günlük kavgaların dışındaki bir akademisyenin varlığı, iki ismin amansız hakimiyet mücadelesini azaltacağına tam gaz sürdürmesine yol açtı.
O dönemi yakından izleyenler ne demek istediğimi bugün bile anımsıyorlardır sanırım.
AK Parti 2009 yerel seçimlerine işte böylesi bir amansız kavga ortamında girdi.
4 Vekilin bir isim üzerinde uzlaşamaması, ardından Tüzmen’in kefaletiyle Büyükşehir Başkan adayı yapılan Eyiceoğlu tercihiyle yaşanan hüsran. Hezimetin boyutu öylesine ağırdı ki, Tüzmen’i Bakanlık koltuğundan ettiğini sanırım yeniden anımsatmama gerek yok.
Ancak AK Partinin Mersin hüsranı, Büyükşehir ile sınırlı değildi. Partiyi Mersin’de kendisinin ayakta tuttuğu efsanesine herkesi inandıran Ali Er’in her zaman övündüğü Erdemli bile kaybedildi, Türkiye’nin başka hiçbir ilinde örneği görülmemiş biçimde iktidar Mersin merkezdeki 4 ilçe başta olmak üzere tüm Belediyeler MHP, CHP’ ye kaptırıldı.
Ali Er’in kalesi Erdemli’de gerçekten ilginç bir tablo çıkmıştı ortaya: İl Genel Meclisi oyları esas alındığında AK Parti birinci olmasına rağmen, Belediye Başkanlığını MHP kazanmıştı. Çarpıcı sonucun altında AK Partinin yeniden aday gösterdiği o günlerin mevcut Erdemli Belediye Başkanı ile Ali Er arasında yaşanan sıkıntıların yattığı söyleniyordu ama, AK Partinin Mersin genelindeki hüsranı öylesine büyüktü ki, kimse Erdemli faturasını sorgulamadı bile…
1987’den beri kimi partiler siyasi hayattan çekilse de, hep Milletvekili olmayı sürdüren Ali Er’in seçmeniyle ilginç ve izleyenleri etkileyen diyalog tarzı, açıkçası itiraf etmeliyim, dalgasına beni bile çekti kimi zaman.
Nice eleştiriye rağmen, örneğin 12 Haziran seçimlerinde yeni bir Ali Er çıkaramayan AK Partinin eskisiyle yetinmesinin yerinde olacağını dile getiren kim yazılar kaleme almamın altında tam da bu neden yatıyordu.
Sonunda olan oldu, Mersin’de ilk günden beri yaşanan kavgalardan yılan Erdoğan bu kez 4 Milletvekilinin tümünü yarış dışı bırakarak yepyeni isimlerle yola çıkmayı tercih etti. Dediğim gibi Ali Er’in var olduğuna inanılan Erdemli merkezli gücünü devre dışı bırakma anlamına gelen bu adım aslında riskliydi ama Erdoğan bu riski göze aldı.
Ali Er’in liste dışı kalması, ardından sergilediği küskün tavır, derinden derine artık MHP’ye çalışacağı haberleri…
Derken 12 Haziran akşamı sandıklar açıldı. Benim gibi meraklılar başta olmak üzere herkesi şaşırtan bir tablo çıktı ortaya…
2002 ve 2007 seçimlerinde %37 oranında oy alan, 2009 yerel seçimlerinde Belediye Başkanlığını MHP’ye kaptıran AK Parti oylarını %48’e çıkarmış, MHP’ ye tam 16 bin fark atmıştı.
Hem de Çağlayan’ın nice çağrısını geri çeviren Ali Er’e rağmen…
Hem de, “öldü, bitti” iddiasıyla sırtından oy devşirilmeye çalışılan limon üreticisinin oylarına kanca atılmasına rağmen…
Anlayacağınız sahneden çekilen Er, AK Parti’ye zarar değil, oy patlaması yaşattı Erdemli’de*…
12 Haziran’ı irdelemeye başladığımız bugünlerde Erdemli tablosuna bakıp nostaljik takılayım istedim…
Aşağıdaki tablonun ışığında yazımı okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır, sanırım.
2011 Haziran seçimlerini daha epeyi konuşup, değerlendireceğiz…
*Erdemli’ nin yıllar itibariyle oy dağılım tablosu:
Yıl Toplam oy Geç.oy AK Parti CHP MHP
2002 80 62 23 7,2 9
2007 84,6 71 27 7,4 23
2009 85 77 30 6,6 27
2011 88 78 37 15 21
Not: Rakamlar bin olarak okunacaktır..
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:41:03.078-07:00
Sonuçlar, ilk değerlendirmeler…
Sonuçlar, ilk değerlendirmeler…
12 Haziran seçimleri, 1950’de başlayan çok partili siyasi hayatın önemli virajlarından biriydi, sağ salim dönüldü
Önemli çünkü, ilk kez bir parti oylarını arttırarak üçüncü kez iktidar ipini göğüslüyor.
Daha önce Demokrat Parti 1950,54 ve 57 seçimlerini kazandıktan sonra 27 Mayıs 1960 darbesiyle alaşağı edilmişti ama DP, 1950’deki %53 oranını 1954’de %58’e çıkardıktan sonra 1957’de 48’e düşürmüştü.
Kısaca Türkiye’nin emeklemeye çalışan demokrasisi, bir avuç cunta özlemcisi tarafından biçilmese, her zaman olduğu gibi sandığa gidecek halk, hakemlik konusunda üzerine düşeni yapacaktı.
1965 seçimlerinde %53 alan Adalet Partisinin 69’da 46’ya gerilemesi…
1983’te %45 alan ANAP’ın 9 puanlık kayıpla 1987’de %36 oy alabilmesi…
Kısaca AK Parti’nin 2002’de aldığı %34 oyu, 2007’de %47 gibi o günün koşullarında olanaksız sanılan %47’ye ulaştırmış olması kimi çevreleri farklı beklentilere itmişti. Siyasetin metalik yorgunluğu olarak tanımlanacak kimi nedenlerle AK Parti’nin oy kaybına uğrayacağını sananlar bir kez daha yanıldılar.
Çok partili Türkiye siyasi hayatında benzeri yok ama dünyada örneği var mıdır? Bilmiyorum.
AK Parti hem de oylarını biraz daha arttırarak ve %50’lik anlamlı çıtayı yakalayarak üçüncü kez ipi göğüsledi.
Sonuçlar oy oranları bakımından 34, 47, 50 olarak yükselen bir grafik sergilese de, Milletvekilleri sayısı bakımından tam tersi tablo çıktı ortaya…
2002’de %34 ile 363 Milletvekilliğini kazanan AK Parti, 2007’de yakaladığı %47’ye rağmen ancak 340 Milletvekili çıkarabildi. 2011 sonuçlarına bakıldığında ise %50’ye rağmen 325 koltukla yetinmek zorunda olduğu anlaşılıyor.
12 Haziran seçimleri ışığında önümüzdeki günlerde epeyi Türkiye analizi yapılacaktır, yapacağız. Bu nedenle genel değerlendirmelere burada nokta koyup Mersin’e değinelim birkaç küçük tespitle…
**
Mersin geneline bakıldığında 12 Haziran’ın en başarılılarının AK Parti ve CHP olduğu tartışılmaz. Mağlubu ise MHP…
2002’de Türkiye genelindeki baraja takılsa da Mersin özelinde %18 oy olan MHP, 2004 yerel seçimlerinde %27’ye çıkarmış, 2007’de ise %30,5’a yükselterek Büyük kentler içindeki tek birinciliğini Mersin’le elde etmişti.
2007’yi 2009 yerel seçimlerinde ve İl Genel Meclisi oranlarını göz önüne alırsak %31 ile pekiştiren başarıya imza attı MHP…
12 Haziran seçim sonuçlarına bakıldığında o %30-31 zirvelerinin yerini, %7’lere varan kayıpların aldığını ve 2007’de 5 Milletvekilliğini zorlayan MHP’nin bu kez %23 oranıyla 2 Milletvekilliğine razı olmak zorunda kaldığını görüyoruz.
Önümüzdeki günlerde gerek tarafsız gözlemciler, gerekse MHP’nin kendisi Mersin özelinde ortaya çıkan tabloyla ilgili epeyi değerlendirme yapacaktır.
Değerlendirmeyi yapacak olanların karşılaşacakları ilk nokta, MHP’nin son yıllarda taraflı tarafsız herkes tarafından kale olarak nitelendirilen Tarsus’taki dramatik oy kaybıdır.
2007’de 161 bin geçerli oyun 59’binini bir başka ifadeyle %37’sini alan MHP’nin 2011 ilk sonuçlarına bakıldığında Tarsus oy oranı %27’ ye gerilemiş, daha da ilginci bu oylar kimi beklentinin aksine ve son seçim döneminde dillendirdiği milliyetçi söylemlere rağmen AK Parti’ye değil, CHP’ye yönelmiştir.
MHP’nin 2007’ye göre 10 puanlık kayıp yaşadığı Tarsus’ta, AK Parti’nin 22’den 28’e ve CHP’nin 23’ten 32’ye yükselttiği görülüyor oylarını…
Tablo için pek çok şey söylenebilir. Ama bana göre bunun en önemli nedeni Genel Merkezin aday listesini belirlerken yaptığı inanılması zor yanlıştır.
Mehmet Şandır’ı birinci sıraya koyarken akıllıca adım atan Bahçeli ve kurmayları, seçilme olasılığı yüksek 2,3 ve 4. Sırayı ikinci bölge olarak nitelendirdiğimiz Mersin’in batısında kalan ilçe temsilcilerine verirken, Tarsus’tan yarışa giren Akif Akkuş’a anlaşılmaz biçimde 5.sırayı uygun gördü.
Tarsus’taki gerilemede bu yanlışın etkisi elbette sorgulanırken, adaylarla ağırlık verilen ikinci bölgede yaşanan hayal kırıklığı da göz ardı edilemez.
Sonuçlar Mersin adına şu bakımdan önemli: 2007 seçimlerinde 5. Milletvekilliğini kıl payı farkla kaçırıp birkaç yüz oyla CHP’ ye kaptıran ve 4 Vekillikle yetinmek zorunda kalan MHP bu kez 3. Vekilliği 900 civarında oyla kaybetti. İşin ilginci Tarsus başta olmak üzere Mersin’in tüm ilçelerinde kayba uğrarken seçmen tabanı AK Parti’ye değil, CHP’ ye yöneldi.
12 Haziran akşamı ortaya çıkan tablo gösterdi ki, artık Erdemli ve Silifke gibi yerel seçimlerde Belediye Başkanlığının kazanıldığı iki önemli ilçenin biri AK Parti’ye, diğeri CHP’ ye kaptırılırken 970 oy ile kaybedilen 3. Milletvekilliği…
Bugünlük yazıyı AK Partinin Erdemli zaferi ile noktalayayım:
Yıllardır şehir efsanesi halini alan ve yakalanacak her başarıyı Ali Er’e dayandıran ezberi 12 Haziran’da bozdu Erdemli…
Üstelik aday gösterilmemesinin intikamını, AK Parti aleyhine çalışacağı yakın çevresince dillendirilmesine, son olarak Erdoğan’ın mitingine adı anons edilmesine rağmen katılmayan Ali Er’in AK Partiye vereceği zararın boyutları tartışıldı durdu son iki aydır…
Oysa seçim sonuçları, Ali Er’in Erdemli merkezli katkısı şöyle dursun, yokluğu varlığından daha yaramış AK Parti’ye…
Erdemli oylarının %32’den 48’e çıkması da bunun en önemli delili…
12 Haziran değerlendirmelerini sürdürmeye devam edeceğiz.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:40:27.905-07:00
Seçimlere 72 saat kala 12 Haziran tahminim…
Seçimlere 72 saat kala 12 Haziran tahminim…
Çok ilginç bir seçim döneminin son perdesini kapatmak üzereyiz.
İlginç çünkü ilk kez parti liderlerinin tüm çaba hatta ajitasyonlarına rağmen, halkın bir türlü istenen kıvama gelmediği, getirilmediğine ilk kez tanık oluyorum.
Bana kalırsa, sonuçların üç aşağı beş yukarı aylar öncesinden kestirilmesi heyecansızlığı yaratan en önemli etkendi.
2011 seçimlerinin son yıllardaki diğer seçimlerden önemli bir farkı daha var.
İlk kez muhalefetin korkulara dayalı mesajları yerine iyisi, kötüsüyle projeler yarıştı.
Bölünme korkusu, şeriat geliyor korkusu, İran olacağız korkusu yerini yoksulları esas alan yardım vaatlerine, işsizlik/aşsızlığın yenileceği iddialarının ağırlıkta olduğu kampanyalara tanık olduk.
Fena da olmadı yani.
Pragmatist söylemler öne çıkınca, seçmen vaat edilenleri açık arttırma keyfiyle izledi.
Gelelim en çok merak edilen hususa.
Üç aylık sıcak kampanya döneminin ardından son 48 saate, bir başka ifadeyle son viraja girilirken nasıl bir sonucun kendi açımdan sürpriz olmayacağına ilişkin tahminime.
Türkiye genelinde AK Parti %47, CHP %27, MHP %11, BDP ağırlıklı bağımsız blokun %7 civarında oy aldığı bir tablo beni şaşırtmaz.
Elbette -/+ 2 lik bir tolerans kaydıyla.
Eğer bu seçimler 12 Haziran yerine 12 Mart tarihinde yapılmış olsaydı, çok daha çarpıcı sonuçlarla karşılaşacağımızı söyleyeyim.
Veya Haziran 2011’de açılacak sandıklar Haziran 2010’da açılmış olsaydı karşımıza bambaşka bir tablonun çıkacağını da…
Örneğin kaset operasyonunun ardından CHP Genel Başkanlık koltuğuna oturtulan Kılıçdaroğlu, o ilk heyecan dalgasıyla partisinin oylarını Haziran 2010’da %31’lerin üzerine çıkarmışken aynı zaman diliminde AK Parti %40’lara kadar geriledi.
Eylül 2010’dan itibaren ise AK Parti yükselişe geçti ve bu trend Mart 2011’e kadar sürdü. AK Partinin yükselişe geçmesiyle CHP’nin grafiği ise baş aşağı döndü.
Haziran 2010 tarihinde AK Parti, CHP arasındaki fark %9’a kadar gerilemiş, makas iyice kapanmışken, Mart 2011’de Kılıçdaroğlu aldıklarının tümünü geride bırakıp CHP’yi Baykal dönemindeki %22’ler seviyesine çekti.
Buna karşın Erdoğan AK Partinin oylarını %52’lere çıkardı.
%9’lara kadar inen fark 9 ay içinde %30 gibi inanılmaz boyutlara ulaştı.
Bu anormal fark, Mart ayından itibaren istikrarlı biçimde azalmaya, aşırı yükselen AK Parti yavaşça gerilerken, CHP’ de aynı tempoda toparlanmaya başladı.
Ve geldik bugüne…
Son 48 saat içinde Türkiye’de radikal kimi gelişmeler yaşanmazsa AK Parti %47 ile iktidar, CHP %27 ile ana muhalefet görevini yeniden üstlenecek.
MHP, seçim akşamını sancılarla geçirse de, barajı kıl payı geçerek, Meclise girecek.
Oy oranları yanında kişisel Milletvekili tahminimi de yazayım: AK Parti 310-330, CHP 140-160, MHP 50, BDP’nin bağımsız bloku ise 30 civarında Vekil sokacak Meclise…
Mersin’e gelince…
İki aydır epeyi farklı kanalların anketleri ulaşmakta. Kimi gerçekçi kimi manipülasyon amaçlı pek çok araştırma…
AK Parti ile CHP arasında Mersin genelinde amansız bir yarış yaşandığını söylemeliyim. 2009 yerel seçimlerinde zirve yapan MHP oyları ise 12 Eylül referandum sürecinde “evet” cephesine gidenlerin büyük bölümünü geriye döndürememiş gibi görünüyor.
Zaten AK Parti cephesine bakıldığında, Mersin özelinde Kürt oylarında yaşanan kaybın MHP’den alınanlarla kapatılmaya çalışıldığı anlaşılıyor.
Her şeye rağmen, sonuçta nefes kesen Mersin yarışını foto finişle de olsa AK Parti’nin önde bitirmesi sürpriz olmayacak. Ancak CHP ile AK Parti arasındaki farkın küçüklüğü asla göz ardı edilmemeli derim yine de…
Bu durumda Ertuğrul Kürkçü BDP blokunun bağımsız temsilcisi olarak Milletvekili olurken geriye kalan 10 Vekillik üç parti arasında kardeş payı paylaşılır, son Vekilliği ise bana göre AK Parti alır.
Elbette AK Parti hanesine önemli bir başarı olarak geçecektir bu sonuç. Özellikle liste sıralamasında 3 ve 4. Sırada yapılan büyük yanlışlar ve kent merkezini yok sayan hatalar zinciri, Zafer Çağlayan’ın gösterdiği olağan üstü gayret, inanılması zor çalışma temposuyla telafi edilmiş olacak böylece.
Türkiye ve Mersin yanında 12 Haziran akşamı İzmir sonuçları meraklandırıyor beni. Antalya ve İzmir’de tıpkı Mersin gibi AK Partinin burun farkıyla da olsa ipi göğüslemesi, sahiller konusundaki son yılların şehir efsanesini de bitirmiş olacak.
Tüm yazdıklarım her ne kadar doğruluğuna inandığım kimi araştırmalardan esinlenerek kaleme alındıysa da, sonuçta beni bağlayan ve kişisel süzgecimden geçirerek, kaleme aldığım tahminler.
Umarım yanılmam…
9 Haziran 2011 Saat 13…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:39:18.306-07:00
Büyükşehir sınırları daha da büyüyecek, Metropoller geliyor…
Büyükşehir sınırları daha da büyüyecek, Metropoller geliyor…
Sadece Mersin’de dile getirmiş olsa, “seçimler öncesinde havada uçuşan vaatlerden biri” deyip geçecektim ama, aynı görüşü Mardin mitinginde de yineleyince artık eminim. Erdoğan seçimlerin ardından hayli kapsamlı bir Büyükşehir Belediye yasasının hayata geçmesi için düğmeye basacak. Mersin ve Mardin konuşmaları gösteriyor ki, bu durup dururken ortaya atılan “seçim şekeri” değil. Aksine üzerinde epeyi kafa yorulmuş, her boyutuyla düşünülmüş bir çalışma.
Bakın Mersin’de ne diyor Başbakan:
“Alt yapısıyla, üst yapısıyla bir büyük şehir olması lazım, başarılması lazım. Size inanıyorum, güveniyorum. Mersin sadece merkezde büyükşehir olmayacak, en ücra köşesine kadar büyük şehir alanı içinde olacak. Seçimden sonra bunla ilgili çalışmayı çıkartacağız. Artık belde belediyeleri olmayacak. Beldeler, ilçe belediyelerinin mahalleleri durumuna düşecek. İstanbul, Kocaeli uygulamasını yapacağız. Mersin’i çok daha modern duruma taşıyacağız”
Mardin konuşmasında da aynı konuya başka boyutlarıyla değiniyor Erdoğan…
Büyükşehir Belediyesi olmanın ön koşulu olan 750 bin nüfus kriterinin altını çizdikten sonra ilçeleriyle birlikte bu rakama ulaşmasına ramak kalan (Erdoğan bunun da 6 bin civarında bir ek nüfus gerektirdiğini ve Mardin’in 2014 yerel seçimlerine yaklaşırken yeni doğumlarla belirlenen sınırı rahatlıkla yakalayacağını söylüyor.) Mardin’in yapılacak ilk yerel seçimlere bir yıl kala Büyükşehir Belediyesi ilan edileceğini ve bu Belediye sınırlarının Mülki İdare sınırlarıyla aynı olacağını ifade ediyor.
Peki Mersin ve Mardin’de söylenenler neden önemli, geçmişteki durumdan farkı var mı?
İş Büyükşehir Belediyesi ilanından ibaret olsaydı, üzerinde durulmaya değmezdi. Ama satır arasında geçen “Mülki İdare Sınırı” işi bambaşka boyutlara taşıyor.
Mersin’de dile getirilen ve Mardin’de pekiştirilen söylem ortaya koyuyor ki, Büyükşehir Belediyelerini düzenleyen kanunla ilgili hayli radikal değişikliklere hazırlanıyor AK Parti.
Önce mevcut durumu özetlemeye çalışayım:
2004 yerel seçimlerinden önce yürürlüğe giren 5216 sayılı kanunla Büyükşehir Belediyelerinin sınırları çizilmiş, nüfusa göre değişen biçimde 20 ila 50 km arasında değişen yarıçaplardan oluşan sınırlar belirlenmişti. Şöyle tanımlıyor sınırlar halen yürürlükte olan kanun maddesi:
“Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte; büyükşehir belediye sınırları, İstanbul ve Kocaeli ilinde, il mülkî sınırıdır. Diğer büyükşehir belediyelerinde, mevcut valilik binası merkez kabul edilmek ve il mülkî sınırları içinde kalmak şartıyla, nüfusu bir milyona kadar olan büyükşehirlerde yarıçapı yirmi kilometre, nüfusu bir milyondan iki milyona kadar olan büyükşehirlerde yarıçapı otuz kilometre, nüfusu iki milyondan fazla olan büyükşehirlerde yarıçapı elli kilometre olan dairenin sınırı büyükşehir belediyesinin sınırını oluşturur.”
Erdoğan’ın açıklamalarından anlıyoruz ki, AK Parti 2014 yerel seçimlerinden önce bu yasayı değiştirecek. İlçeleri de il merkezi sınırları içine dahil ederek, Mardin gibi 400 bin civarında nüfusa sahip Belediyeleri bile il genelindeki nüfusu esas alarak Büyükşehir Belediyelerine dönüştürecek.
İş bununla da kalmayacak. Bu Büyükşehir Belediyelerinin sınırlarını belirleyen 2004’teki ünlü “pergel yasasında da bir takım düzenlemeler yapılara, Büyükşehir Belediyelerinin sınırları “Mülki İdare Sınırları” olarak tanımlanacak.
Aslında 2004’teki yasada, İstanbul ve Kocaeli sınırları böyle çizilmiş, bir başka ifadeyle Valiliğin yetki alanına giren her noktanın bu iki kentte Büyükşehir Belediye hudutlarına dâhil edilmesi sağlanmıştı.
Hükümet Meclisten aldığı yetkiyle İmar ve İskan Bakanlığını Şehircilik Bakanlığına dönüştürmeye hazırlanırken, şu anda mevcut 16 Büyükşehir Belediyesini 29’a çıkaracak. Üstelik eskisinden farklı olarak, nüfusla orantılı yarıçap hesabından da vazgeçilerek, bu Büyükşehirlerin sınırları Mülki İdare Sınırları olarak tanımlanacak.
Belde Belediyeleri en yakın ilçelerin mahallelerine dönüşürken, ilçeler de Büyükşehir Belediye Meclislerinde yer alacak. Yıllardır her fırsatta eleştirdiğimiz, 100 binlik Çevre Düzenleme Planlarını Ankara’nın yapması uygulamasına son verilirken, bu görev Büyükşehir Belediyelerine ait olacak.
Uygulamanın hayata geçmesi Mersin adına gerçekten bir devrim anlamına geliyor.
Örneğin kıyı yağmasının en önemli ayaklarından birini oluşturan, alt yapı anlamında hiçbir yatırım yapmaya mecali olmasa da, inşaat ruhsatı verme şampiyonu pek çok belde Belediyesinin kapısına zincir vurulacak. Büyükşehir Belediyeleri bir yandan hizmet götürürken, imar düzenlemeleri de tek elden ve yasa/yönetmeliklere uygun biçimde yürütülecek.
Kısaca kıyı yağmasının önüne geçilmeye çalışılacak, en azından denetim ve sorumluluk konusunda günümüzdeki anarşi ve kaosu önleyecek ve muhatap olarak Büyükşehir Belediyelerini gören yeni bir anlayış geliştirilecek.
Buraya kadar olumlu yanlarını anlatmaya çalıştım önümüzdeki günlerde en çok tartışacağımız konunun.
Gelelim olumsuzluklarına…
Mülki İdare Sınırları dediğimiz vakit Mersin’in bugün fiziki uzaklık nedeniyle zorlandığı tabloda yaşanan sorunlar Büyükşehir Belediyesinin de karşısına çıkacak. Örneğin Mut, Gülnar, Aydıncık, Anamur gibi ulaşılması yarım gün süren ilçelerin önemli yetkilerinin çoğunun Büyükşehir Belediyesine aktarılması, problemleri de getirecek yanında.
Bunun tek çözümü var.
Mersin’in doğusunda Tarsus ve batısında Silifke merkezli iki yeni İlin kurulması. Böylece Mülki İdare Sınırlarının kurulacak yeni İllerle birlikte ele alınarak tanımlanması.
Seçim toz dumanı arasında yeterince önemsenmese de, önümüzdeki dönemde Yerel Özerklik ile birlikte epeyce konuşulacak, tartışılacak bir konumuz olacağı kesin.
Üstelik kıyı yağmasına dayalı pek çok çıkar grubunun rahatının bozulacağı, en azından oyun planlarının değişeceği bir dönem başlayacak.
Milyar dolarlık rantlara dayalı kıyı projelerine bel bağlayanlara, küçük kıyı Belediyelerinin kapılarında ruhsat kovalayanlara benden söylemesi…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:37:48.381-07:00
Mersin’in ve Bölgenin kaderini değiştirecek proje.. AKİB dergisinde yayınlanan yazım
Mersin’in ve Bölgenin kaderini değiştirecek proje…
Cumhuriyetin 100. Yılına temelleri sağlam en kapsamlı ve iddialı hedefle hazırlanan ihracatçılarımızın 500 milyar dolarlık ihracat çıtası gerçekten heyecan verici.
Üstelik bu rakamı 1,5 trilyonluk dış ticaret hacmi içinde düşündüğümüzde varılmak istenen menzilin büyüklüğü daha da anlamlı hale geliyor.
Rakamlar elbette nefesleri kesecek türden ama kafalarda soru işaretleri de yaratmıyor değil.
En önemlisi de alt yapının bu sıçramaya uygunluğu…
Kara, hava, demir yolları elbette önemli. Ama konu dış ticaret olunca bu ağların dünyayla bağlantısını sağlayacak limanlarımızın konum ve kapasiteleri 2023 vizyonuna uygun biçimde yeniden ele alınmadığı sürece hayalleri gerçekleştirmek hayli zor hatta imkânsız.
İhracatla birlikte dış ticaretimizi 12 yıl içinde 4 kat arttırmayı, Türkiye ekonomisini dünya sıralamasında 10.luğa çıkarmayı hedefliyoruz ama halen dünyadaki 100 limanın arasına adına yazdıran tek limanımız bile yok.
Oysa son 20 yılda küresel ticaret inanılmaz büyürken tüm dengeler de değişti.
1989 yılındaki verilere göre liman ligleri sıralamasında esamisi okunmayan Çin bugün en büyük 10 sıralamasına 6, 20 sıralamasına ise 8 kentinin* adını yazdırmış durumda.
Türkiye’nin kaybedilmiş 90’lı yıllarında çok gerilerden koşuya katılan uzak doğunun kaplanları ihracat sayesinde yakaladıkları büyüme mucizesini biraz da limanları sayesinde yakaladılar.
Geçmişteki hatalardan dersler çıkaran Türkiye limanlar konusunda çağ atlayacak projeleri hayata geçirmeye hazırlanıyor.
Mevcut limanın yanı başında ve deniz üzerinde planlanan Mersin Konteyner limanı ile İzmir Çandarlı bu atılımın en büyük iki yatırımı olacak.
Özellikle Mersin’deki yeni liman 12 milyon konteyner kapasitesi ile Akdeniz’in en büyüğü olmakla kalmayacak, dünya ligine de üst sıralardan girecek.
Mevcut limanın özelleştirilmeden önce 500 bin, bugün ise yılda bir milyon konteyner işleme kapasitesine ulaştığını söylersek 2015’te ilk gemilerin yanaşmasının hedeflendiği yeni liman projesinin büyüklüğü ve önemi daha iyi anlaşılacaktır sanırım.
Peki, yaklaşık 3 milyar Euro’ya mal olacak böylesi bir liman Mersin’e neler kazandırır?
Doğrudan 3 bin, dolaylı olarak 30 bin insana yeni iş olanakları sağlayacak.
Mersin’i sadece Türkiye’nin değil, Akdeniz’in en büyük terminal limanı özelliğiyle bölgesinin ve dünyanın önemli lojistik üslerinden biri haline getirecektir.
Sadece Türkiye dış ticaretinin lokomotifi olmakla kalmayacak, bir zamanlar Beyrut, günümüzde ise Dimyat ve Port Said’in yüklendiği rolü Mersin üstlenecek anlayacağınız.
Irak’tan Gürcistan’a, Suriye’den Mısır’a kadar uzanan büyük ve geleceği en parlak coğrafyanın kalbi Mersin’de çarparken, kentin kalkınma ve refahına da inanılmaz katkılar sunacak bu hayalleri süsleyen proje…
Yıllardır kullandığım cümleyle özetlemek gerekirse “Mersin dediğiniz bir limandır aslında…”
Ve bu limanın büyümesi, gelişmesi Mersin’in refahına doğrudan yansıyacaktır şüphesiz…
*Dünyanın en büyük konteyner limanları (1989-2009 sıralaması)
1989 Milyon kont. 2009 Milyon kont.
Hong Kong 4,5 Singapur 25,8
Singapur 4,4 Shanghai Ç 25,0
Rotterdam 3,9 Hong kong Ç 20,9
Kaouhsiung 3,4 Shenzhen Ç 18,2
Kobe 2,5 Busan 11,9
Busan 2,2 Gaungzhou Ç 11,2
Los Angeles 2,1 Dubai 11,1
New York/New Jersey 2,0 Ningbo Ç 10,5
Keelung 1,8 Qingdao Ç 10,2
Hamburg 1,7 Rotterdam 9,7
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:36:54.550-07:00
12 Haziranda kimler kaybedecek? Sağlar’ın ki tahmin mi, şaka mı?
12 Haziranda kimler kaybedecek? Sağlar’ın ki tahmin mi, şaka mı?
Türkiye genelinde bazı anket çalışması yapan kuruluşlar su taşıdıkları değirmenlerin işe yaramadığını görüp mahcup olacak elbette.
Dükkan kapatacaklar demiyorum çünkü, öyle bir yüzleri yok.
AK Parti’yi %50, CHP’yi %30 gösterip MHP’ ye de 13-14 puan verenlerden söz ediyorum.
Bunlar ya matematik bilmiyorlar, ya da dayak yememişler.
Üç parti ile ilgili verilen oy oranlarını toplasanız yapar %94…
Buna bir de bağımsız şemsiyesi altında giren BDP’nin %6’sını ekleyin etti mi %100…
İyi de diğerleri nerede?
Hayır, “beni aday yaparlarsa CHP oyları %8 artar” gazı veren “kaç kişiyiz, Tuncay” ı kast etmiyorum.
Saadet’i, Has’ı, hani %51 alacağını müjdeleyen DP Başkanı Zeybek’i falan da söylemiyorum.
Ama tek parti döneminden bugüne, hangi seçim verilerini ele alırsanız alın, bugün iddia edilen sonuçları ortaya koyan tek seçim yok.
Bugün de olması için hiçbir neden olmadığı gibi…
Peki senin tahminin ne derseniz?
Onu izninizle Türkiye’ye döndükten sonra gelecek hafta yazayım.
Ama şimdiden söyleyeceğim şeyler var elbette.
AK Parti açık ara birinci olacak, CHP Baykal’a oranla oylarını birkaç puan arttıracak.
MHP barajı aşacak, BDP hem oylarını hem de desteklediği bağımsız vekillerin Mecliste daha güçlü grup kurmasını sağlayacak.
Yeni bir anayasa için bulunmaz bir fırsat çıkacağını da söyleyeyim şimdiden.
2002 seçimlerinde barajı aşan AK Parti ile CHP’nin genel seçmen temsil oranı %64 civarında idi.
Bir başka ifadeyle 31 milyon geçerli oyun %34’ünü (10,8 milyon) alan AK Parti 365 milletvekili çıkarırken yalnızca 6,1 milyon seçmenin oy verdiği CHP tam 177 Vekili meclise gönderiyordu.
41 milyon seçmenin 17 milyonuyla Meclisin tamamını dolduran bir acayip tablo. %41 seçmenin oyu 550 milletvekilini belirlemeye yeterken, seçmenlerin tamamı göz önüne alındığında ancak %26 lık temsil gücüne ulaşan AK Parti anayasa değiştirecek sayıya iki eksikle ulaştıran bir sistem.
O günler geride kaldı.
Seçmen iradesinin bırakın üçte birinin dışarıda kalması, neredeyse tamamı bir biçimde Mecliste temsil edilecek 12 Haziranda…
Böylesi tablonun en olumlu yanı yeni anayasaya dönük hiç kimsenin söyleyecek fazla sözü kalmaması…
***
Türkiye genelinde tablo üç aşağı beş yukarı benim için belli ve yukarıda yazdığım gibi seçimlere bir hafta kala tahminimi dile getireceğim. Bunu yaparken Mersin’e de değineceğim elbette. Ancak şimdiden kaybetmesi kaçınılmaz kimi önemsediğim isimlerle ilgili de söylemem gereken birkaç söz olacak.
Mersin’de en büyük hayal kırıklığını bana kalırsa sevgili Fikri Sağlar yaşayacak. Neden mi?
Hürriyet trenini ziyaret eden Sağlar’ın Ertuğrul Kürkçü’yü yok sayarak kentle ilgili 4-4-3 tahminini şaşkınlıkla izledim.
2009 yerel seçimlerinde 94 bin oya ulaşan Kürt oylarının çok daha geniş kitlelere hitap edebilecek yeteneğe sahip, üstelik Kürtlerin daha önceki tüm seçimlerde tanık olduğumuz kavgalarını devre dışı bırakacak tek bir ismi sandıktan çıkarmaması bana göre mantık dışı…
Üstelik yaklaşık 70.500 oyun Milletvekili seçmeye yeteceği gibi basit bir hesap gündemdeyken.
Peki Sağlar gibi siyaset deneyimlisi bir isim, dinamiklerini çok iyi bildiğine inandığım Mersin adına nasıl böyle bir gerçekleşmesi hayli zor varsayıma inanır? Üstelik bunu dillendirir?
Eğer bizim görmediğimiz, onun bildiği bir takım dengeler, Kürt tabanında tahmin etmediğimiz kimi taban kaymaları ona malum olmuşsa işin rengi elbette değişecektir, değişir…
Sağlar eğer Hürriyet trenine gittiğinde, Hürriyet’in rengi belli siyasetçilerden keskin yazarlarına gaz verme adına böylesi bir tahminde bulunduysa, anlamamız kolay…
Ya değilse…
Daha 2004 yerel seçimlerinde adaylığını koyduğunda tüm provokasyonlara inat 52 bin oyla kentin ikinci sırasına oturtan potansiyel gücün bugün gittikçe artan etkisini görmüyorsa, ortada ciddi bir sorun var demektir.
Sağlar gerçekleri değil, duymak istediklerinden mutlu olan Hürriyet kervanındaki hayalperestleri avutuyorsa mesele yok…
Şaka yapmaya devam etsin. Ama şakadan öte bir işler varsa işin içinde, onu da açıklamak boynunun borcudur, diye düşünüyorum.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:35:59.564-07:00
CHP nükleer enerjiye gerçekten karşı mı?
CHP nükleer enerjiye gerçekten karşı mı?
Soru önemli çünkü Mersin yerelinde CHP’li adaylarca sıkça dile getirilen görüşe bakılırsa cevabı “evet” durumuyla karşı karşıyayız.
MESİAD’ın düzenlediği son etkinliğe de aynı tartışma damgasını vurdu.
Ertuğrul Kürkçü’nün alternatif çözümlere dönük öneri getirmeyen “istemezük” pasını iyi değerlendiren Bakan Çağlayan, “Çarşı her şeye karşı” söylemiyle karşı kaleye iyi bir gol attı.
“Nükleer enerji istemiyorsan, ülkenin gelecekteki ihtiyacını nasıl karşılayacağını da yanıtlayacak, çözüm getireceksin. Nükleere karşıyken tümü dışa bağımlı ve inanılmaz döviz gerektiren doğal gazı mı destekliyorsun? “ gibisinden uzayıp gidecek, hepsi can yakıcı sorular…
Çağlayan karşısında içi geçmiş sloganlardan başka elinde argüman olmayan birini yakalamış ya, dövmekten beter etmiş anlayacağınız…
Kürkçü ve Çağlayan Milletvekili olup gidecekler, 12 Haziran’dan sonra biz bize kalacağız. Birde nükleer santral gerçeğimiz…
Tarafların bir kısmının görüşlerini öğrendik. Tamam da, CHP ne diyor nükleer santraller konusunda bileniniz var mı?
Partinin genel politikasını anlatmadan önce isterseniz aynı MESİAD gecesine CHP’yi temsilen katılan ve konu hakkında görüşlerini dile getiren Vahap Seçer’e kulak verelim izninizle:
“Gelişime engel olmadıklarını ancak halkın iradesinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini söyleyerek, nükleer santral konusunda hükümeti Mersin’de referandum yapmaya çağırdı. ‘Bir gecede ben karar verdim, gidin şuraya şu tesisi yapın’ zihniyeti ile ülkenin yönetilemeyeceğini”
İnsanın kulaklarına inanası gelmiyor değil mi? Ama ajanslardan alıntıladım konuşmayı…
O zaman soralım Seçer’e…
Gerçekten bir gecede mi belirlendi Akkuyu? 1977’de hem de Baykal’ın Enerji Bakanlığı döneminde düzenlenen ve elektrik kesintilerinin insanları canından bezdirdiği, bürokratların paltolarına sarıldığı Birinci Enerji Kongresinde Türkiye’nin tek kurtuluşunun nükleer enerjide olduğunu söyleyen kimdi ve santral için neresi belirlenmişti.
Şimdi birileri çıkıp, “dün dünde kaldı, sen bugüne bak” diyebilir.
O zaman bakalım bugünün CHP’ si ne diyor?
Önce dünden yarına, yenisi yazılmadıkça herkesi bağlayan son Parti programına bakalım.
Öyle eski metinler falan değil, “Çağdaş Türkiye için Değişim Programı” başlığını taşıyan metinde acaba nükleerden söz ediliyor mu? Ediliyorsa ne söyleniyor?
Öncelikle müjdeleyeyim. CHP günün birinde iktidara gelirse nur topu gibi bir kurulumuz daha olacak.
Adı da NEDK… Yani Nükleer Enerji Düzenleme Kurulu… Kurulun ne yapacağı da belirlenmiş aynı metinde: “Kurul nükleer enerjinin her tür ithalat ve yatırım faaliyetlerini koordine edecek, izne bağlayacaktır.”
Asıl ilginci bu başlık altında yer alan ve hiçbir yoruma yer bırakmayan detaylı açıklamalar:
“Nükleer enerjiye kategorik olarak karşı olunmayacak, ancak yıllardır değerlendirmesi sürdürülen nükleer santral projelerinin nihai kararından önce nükleer atıkların güvenli bir şekilde saklanması sorunun çözümü dikkate alınacaktır.”
Demek ki neymiş? CHP kategorik olarak nükleere karşı değilmiş, sadece atıkların güvenli saklanması sorununun çözümüne dikkat edilecekmiş.. E zaten Ruslarla yapılan anlaşma da aynı sorunların çözümünü de içermiyor mu?
Sadece bununla kalsa iyi.
Devam ediyor program:
“Nükleer ve uzay teknolojileri gibi stratejik nitelikli alt sanayi sektörleri belirlenerek, hızla geliştirilmeleri hedef alınarak, güçlü destek sağlanacaktır.”
Nükleere kategorik olarak karşı olmadıkları gibi olası iktidarlarında güçlü destek sağlanacağını söylüyor bizim aslan sosyal demokratlar…
Şimdi birileri çıkıp Parti Programının da gerilerde kaldığı, günümüz CHP’sinin bu konuda yepyeni öneriler getirdiği iddiasıyla teselli bulabilir.
O zaman gelin 12 Haziran seçimlerine hazırlanan partinin son deklarasyonuna. Yani kamuoyuna duyurulan Seçim Beyannamesine…
O Beyanname de nükleer enerji yatırımı konusundaki kararlılık daha güçlü biçimde dile getirilmiş.
Bakın nasıl? Konu üç başlık altında yer alıyor bildirgede:
“Ulusal bir strateji dâhilinde, maliyetlerinin düşeceği ve işletme güvenliğinin artacağı beklenen yeni kuşak nükleer reaktörlere odaklı, teknoloji üretiminden atık yönetimine kadar her aşamada söz sahibi olacağımız bir nükleer politika izleyeceğiz.
Nükleer teknolojide en yüksek güvenlik kıstaslarını gözeterek, yeni kuşak reaktörlere odaklanan, teknoloji transferini içeren çalışmaları gerçekleştireceğiz.”
Yeni kuşak reaktörler, düşük maliyetler, teknoloji transferleri…
Tümü zaten mevcut Hükümetin söylemlerinden, stratejisinden farksız.
Tek farkla. CHP “Akkuyu’da bir nükleer santral kurulması konusundaki kararı halkımıza bırakacak, bu konuda referanduma gidecekmiş”
Anlayacağınız CHP işin genelinde öyle sanıldığı gibi nükleere karşı falan değil. Sadece Mersin Akkuyu konusunda bir referandum boncuğu var… Malum adı üstünde seçim beyannamesi ve seçmenin gönlü söz konusu…
Peki, bu Mersin’i keser mi?
Onu da konunun muhataplarına sorun…
Malum önümüz seçim ve bugünlerde CHP’ li adaylarla sıkça karşılaşıyorsunuz nasılsa…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:35:15.081-07:00
Çağlayan’dan gecikmiş adımlar…
Çağlayan’dan gecikmiş adımlar…
Seçim çalışmaları nefes kesen hızla 12 Hazirana ilerliyor…
Siyasetçilerin hızına yetişmek ne mümkün.
Binlerce kilometre uzakta olmama rağmen benim bile nevrim döndü. Allah orada olan arkadaşlara özellikle de, sahada koşturan Zafer Çağlayan gibilerine yardımcı olsun.
Merkezden ilçelere, sahillerden dağlara, ticaretten sanayiye, küçük esnaftan emekliye kadar inanılmaz bir genişlikteki şemsiyenin altında yer alan herkese ulaşmaya çalıştığını; internete düşen haberlerden, her gün düzenli olarak gönderilen bir gün sonrasına ait çalışma programından anlamak mümkün.
İktidarın gücü yanında Bakan olmanın elbette avantajları var.
Bunları değerlendirmeyi eleştirmenin, şikayet etmenin alemi de yok. Kendimi bildim bileli bu işler hep böyle yürüdü.
Çok gerilere gitmeye de gerek yok. 2002 seçimleri bugün gibi aklımda. ANAP’ın barajı aşmayacağını sağır sultan bile biliyor ama gelin görün ki, aynı ANAP o günlerde iktidarın en önemli ortaklarından biri.
İç İşleri Bakanlığı da uhdelerinde. Seçimler yaklaşırken o koltukta oturan Rüştü Kazım Yücelen, yasalar gereği bakanlık koltuğunu bırakıp düz Milletvekili olarak kampanyayı Mersin’den yürütüyor.
Düz Milletvekili dediysem sözün gelişi. Aslında hiçbir şey olmamış ve o Bakanlıkta halen kendi borusu ötüyormuş gibi sürdürüyor tantanasını.
Örneğin Anamur’a giderken Polislerin operasyonlarda kullandığı helikoptere binmekte beis görmüyor. Kendisinin rahatsızlık duymaması olağan da, asıl sorulması gereken “Bakanlık koltuğunu bıraktığı Müsteşar o işlere nasıl göz yumdu?” sorusunun yanıtı hiç merak edilmedi. Ne o gün sormaya cesaret edildi, ne de aradan onca zaman geçmesine rağmen kimse çıkıp sormadı, sorgulamadı sorumsuz duruma gelmiş birinin güç kullanımını…
Gelelim bugüne…
Dediğim gibi Çağlayan tüm gücüyle çalışıyor, örneğin Mersin’de girmedik sokak, sıkmadık el bırakmama niyetinde…
Allah için bunu iyi de başarıyor. Burada kendisine yardımcı olan Mersin’in özel konumunu göz ardı etmemek lazım. İller bir yana, çoğu ilçenin bile hemşeri dernekleri var. Bu dernekler vasıtasıyla çok daha fazla insana ulaşmak mümkün.
Hele söz konusu bir Bakan olunca akan sular duruyor.
Örneğin Mersin’de en fazla nüfusa sahip Adıyaman, Mardin, Diyarbakır, Urfa vs…
Adıyaman yetmiyor Besni, Kâhta giriyor devreye… Mardin yanında Midyat, Diyarbakır’ın Çınar ve Çermik, Urfa’nın Siverek’i…
Aslında her yerel ve genel seçim döneminde benzerlerini izlediğimiz senaryo ve sahneleri anlatmak değil derdim…
Çağlayan’ın bana kalırsa seçimlerden sonra gölge gibi takipçisi olacak bir takım vaatleri…
Kendisi her insan gibi nisyan ile malum olsa da, Mersin adına kaygılanan, beklentileri olan bizlerin asla unutmaması ve takipçisi olması gereken projeler…
Örneğin uzaklardan da olsa izlediğim son konuşmalarından birinde cümlesi cümlesine aynen şunları söylüyor:
Ambarlı, Çeşme, İpsala, Pendik, Tekirdağ, Kapıkule ve Hamzabeyli gümrük kapılarında satışı gerçekleştirilen akaryakıttan ÖTV ve KDV alınmıyor.
Mersin’in başı kel mi dedik. Şimdi artık çalışmanın sonuna geldik. Bir-iki gün içinde Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılıyor. Artık Mersin Limanı’ndan akaryakıt alacak taşımacılar, Ro-Ro işletmecileri ve tüm nakliyatçılar ÖTV ve KDV ödemeyecekler. Bu Mersin için bir devrim.
Motorin Mersin’de 3,54 lira, bunun 1,30 lirası ÖTV, 54 kuruşu KDV. Yani 1,84 liralık bir düşüş olacak. Dolayısıyla Mersin Limanı’nda uluslararası taşımacılık için motorin alacak olan insanlarımız 1,70 liradan motorin alacak. Hem bundan nakliyeci kazanacak hem de ihracatçımız önemli bir kazanım yakalayacak.”
Nakliyecinin, ihracatçının daha doğrusu Türkiye’nin kazanacağına şüphemiz yok. Ama ortada ciddi bir sorun var. Bu talep yıllardır dile getiriliyordu da Hükümetin duyması için seçim mevsiminin başlaması ve Çağlayan’ın Mersin’den aday olmasıyla yalın gerçeği görmesi mi gerekiyordu?
Yazık olmadı mı meramımızı anlatamadığımız yıllara…
Umarım yıllardır eli taşın altında olan taşımacıların feryadı bu kez duyulur da, hak ettikleri vergisiz akaryakıt talepleri karşılanır…
Tabii Bakanın cevabını aradığı “Mersin’in başı kel mi?” sorusunun can yakıcılığını bir yana bırakarak.
Çünkü o “Mersin’in başının kelliği” çok ciddi bir sorun ve ne yazık ki, azalsa da, Ankara’nın Mersin’e son 30 yıldır çarpık bakışını özetlemekte.
Umarım, algılama seçim dönemiyle sınırlı kalmaz. Bizim yıllardır özetlediğimiz “başımızın kelliği” sorusu bir daha gündeme gelmemek üzere çöplüğe gider…
Çağlayan’ın “yeni serbest bölgeler” tanımıyla ortaya attığı farklı serbest bölge projelerine gelince…
Aslında o da 30 yıllık çarpık bir serbest bölgecilik anlayışının yeni yüzyıla gecikmiş bir merhaba demesi…
Bırakın gelişmiş ülkelerdekini, yakın çevremizde bu alanda öylesine örnekler var ki ve biz o kadar geciktik ki…
İşte Port Said, İskenderiye… Dubai, Abu Dabi…
Mersin’den ne farkları var… Ama serbest bölgeler bizdeki gibi bürokrasinin prangalarına esir edilmemiş, kentlerin dinamikleriyle büyümüş, gelişmiş…
Çağlayan, halen bürokrasinin engellemesi korkusuyla dağı aşma yerine çevresinden dolanmaya çalışıyor.
İşin çok basit ama radikal tek çözümü var:
1982’de anlatamadığımız, o nedenle tarihi fırsatı kaçırdığımız serbest şehir projesini hayata geçirmek.
Çukurova Hava Limanından başlayarak, Silifke Taşucu Seka tesislerinde noktalanacak bir vahayı “Serbest Şehir” olarak belirlemek.
Bu serbest şehirde uluslararası fuarlar da yer alacaktır, tersaneler de…
Her türlü tarım geliştirme alanları da olacaktır, lojistik bölgeleri de…
Yabancıların yatlarıyla yanaşıp konaklayacakları beş yıldızlı otellerden, vergisiz alışveriş merkezlerine…
Bana kalırsa Çağlayan, bürokrasiden kendisini arındırarak, Mersin’i 21. Yüzyılın Doğu Akdeniz’deki en önemli ticaret, turizm, lojistik, tarım vahası haline getirecek projelerin cesur öncüsü haline getirebilir.
Ve o Çağlayan ile çatısı altında yer aldığı AK Parti, seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın geleceğin Mersin’inin mimarları olarak tarihe geçer…
Sanırım çok şey beklemiyoruz Mersin’in geleceğine damga vurmayı düşünenlerden…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:34:30.021-07:00
Yerel özerklik şartı, Güneydoğu’ya yeter mi?
Yerel özerklik şartı, Güneydoğu’ya yeter mi?
CHP’nin “Yerel Yönetimlere özerklik” konusundaki yeni söylemi Kılıçdaroğlu tarafından Hakkari’de seslendirilince geniş kesimlerde yankı buldu.
Oysa ne “Yerel Yönetimler Özerklik” konusu Türkiye için yeni bir şey, ne de CHP tarafından ilk kez dile getiriliyor.
Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun Güneydoğu’ya yeni bir şeymiş gibi vaat ettiği şu Yerel Yönetimlere özerkliğin daha doğru bir ifadeyle “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının” ne menem bir şey olduğunu özetlemeye çalışalım:
Avrupa Konseyi, 1981-1984 yılları arasında yerel idarelerin özerkliği konusunu masaya yatırdı. Tartışmaların ardından 1985 yılında “Yerel idarelerin güçlendirilmesi, özerkliklerinin savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine dayanan bir Avrupa” ilkelerini esas alan “Özerklik Şartı” üye ülkelerce benimsendi.
Konsey Üyesi Türkiye metnin altına 1988 yılında imza koydu ama yürürlük için Nisan 1993 tarihini uygun buldu.
Özal’ın tüm arzusuna rağmen, darbecilerden henüz tam olarak kurtulamamış Türkiye’nin kendisine özgü! bir takım zorlukları olduğu gerekçesi başka netameli konularda olduğu burada da öne sürüldü.
Her şeye rağmen TBMM, 1991 yılında 1993’te yürürlüğe girmesi kaydıyla “AYYÖŞ” hakkındaki kanunu kabul etti. (8.5.1991 tarih 3723 sayılı üzerinden tam 20 yıl geçmiş yasa)
Kanunla Şartların bir kısmı benimsenirken, asıl can alıcı maddelerin yürürlüğe girmesi Bakanlar Kurulu’nun yetkisine bırakıldı. Daha doğrusu ayak sürüme adına her zamanki gibi bir Türkiye klasiği yaşandı.
Yerel yönetimlerin mali kaynak sağlaması, bazı yerel vergi ve harçları azaltıp, çoğaltmaları gibisinden radikal yetkiler bir yana, başka devletlerin yerel yönetimleriyle iş birliği yapmaları bile Bakanlar Kurulunun yetkisine terk edildi.
O yetki de Kürtlerin ağırlıkta olduğu yerleşimler nedeniyle bir türlü kullanılmadı. Bırakın mali özerkliği, bugün herhangi bir Belediyenin dünyadaki herhangi bir Belediye ile kardeş olması İç İşleri Bakanlığının iznine bağlıdır. -Kimi yerleşimlerin eski adlarının iade kararlarının da aynı şekilde Ankara’dan geri püskürtüldüğünü söylemeye gerek yok-
2004 yılında AK Parti Hükümeti, o AB heyecanının yükselmesine paralel biçimde yerel yönetimlere bazı yetkilerin devredilmesi yolunda kimi adımlar atmayı denedi ama o girişimler de dönemin Cumhurbaşkanı A.N. Sezer’in vetosuyla geri döndü.
İşte Kılıçdaroğlu’nun Hakkari’de yeni bir şeymiş gibi verdiği müjde, tam anlamıyla “AYYÖŞ” gereği 1988’de imzalanan, 1991’de TBMM’nin kabul ettiği kanunun Bakanlar Kuruluna bırakılan yetkisinin “iktidar olurlarsa” kullanılacağından ibarettir.
Zaten Hakkâri’de söylediklerini, Iğdır’da tevil etme gereği duyarken tam da bunu anlatmaya çalışmaktadır.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının -AYYÖŞ- neredeyse 25 yıllık gecikmeyle gündeme gelmesi kötü şey midir?
Elbette değil. Hele CHP gibi düne kadar resmi ideolojinin bekçiliğini üstlenen bir partinin bugün itibariyle ezber bozması bile başlı başına önemli adımdır.
Ama bunu bile mahcup ifadelerle ve seçim vaadi olarak sunmanın çok fazla anlamı ve değeri olup olmadığı konusudur asıl tartışılması gereken.
Çünkü Kürt sorunu olarak artık çekinmeden dile getirilmeye çalışılan ülkenin en ciddi ve en can acıtan meselesine AYYÖŞ’ nın cevap vermesinin mümkün olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.
Bizim bir türlü benimsemediğimiz; “Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır.” İlkesinin 12 Haziran’dan sonra AK Parti, CHP ortak girişimiyle 25 yıllık gecikmeli de olsa hayata geçmesi, Kürtleri ne ölçüde tatmin eder?
Kürtçenin ana dilde eğitimden başlayarak kamusal alanın her noktasında kullanılmasına Kılıçdaroğlu başında da otursa, CHP ne kadar hazır?
Aylardır Kürtçe dilinde yapılacak savunmaya izin vermeyen Mahkeme nedeniyle kilitlenmiş KCK davası bir adım ilerlememesi…
İç İşleri Bakanlığının atacağı tek adımla çözülecek “yer adları” sorunu…
21.yüzyılın parlayan yıldızı olmaya aday yepyeni ve müreffeh Türkiye’nin çağdaş ortak sözleşmesi anlamına gelecek “darbe izlerinden arınmış, demokratik bir anayasa” yapma iradesini iktidarı, muhalefetiyle ortaya koyduğumuz takdirde işler sanıldığından kolay ilerleyecek…
Aksi takdirde ne mi olur?
Aklı başında hiç kimsenin tahminde zorlanmayacağı bir mevsimden geçiyoruz…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:33:32.050-07:00
Kapanan oteller bile yeniden açılıyor, Mersin canlanıyor…
Kapanan oteller bile yeniden açılıyor, Mersin canlanıyor…
Bakmayın müzmin kötümserlerin “öldük, bittik” laflarına.
Hele tek görevleri her şeyi olumsuz penceresinden görmek olan, bugüne kadar taş üstüne taş koymamış muhaliflerin ruh karartan eleştirilerine hiç aldırmayın.
Mersin’deki gözle görülür canlanmayı hissetmemek için kör olmak lazım.
Bunun en canlı örneği bir zamanlar iş yapamadığı için kapanan otellerin elden geçirilerek birer birer yeniden açılması.
Yaşarken ölüme terk edilen gökdelen’deki Otel örneğin.
Net Holding’in bırakıp gitmesiyle Vakıflar Bankasına geçen ve Bankanın iştiraklerinden Taksim Otelcilik tarafından işletilmek zorunda kalan otel, geçtiğimiz aylarda sessiz sedasız el değiştirdi.
Bankadan oteli satın alan grup Sheraton ile anlaştı, şimdi Uluslararası standartlarda 5 yıldızlı yepyeni bir otele daha kavuşuyor Mersin.
Türkiye’nin yaşayan en iyi birkaç mimarından Eren Talu, kimselerden habersiz aylardır baştan aşağı ve tümüyle sil baştan yenilenen oteli gelinlik genç kız gibi hazırlıyor.
Yaz sezonunda Mersin Hilton yanında Sheraton gibi dünyalı bir markaya daha merhaba diyecek.
Birilerine önemsiz gelebilir. Ama İller arası rekabetçiliği etkilemesi kaçınılmaz önemde bir şey bu.
Elin adamı elbette eğitim alanındaki derslik sayınıza, sağlıktaki bin kişiye düşen hastane yatak oranınıza bakıyor ama, Türkiye’deki yerinizi 5 yıldızlı otellerdeki yatak sayınızla, Uluslararası markalarınızı da göz önüne alıyor sıralamayı yaparken.
Elbette Mersin bir Antalya değil. 450 bin yatağa sahip turizmin başkenti ile yılların ihmal edilmişliğinin en somut göstergesi 4500 yataklı bir kentten söz ediyoruz. Ben yine de ayağına vurulan prangaları çözecek Mersin’in kısa zamanda ayağa kalkarak hak ettiği hedefe doğru hızla ilerleyeceğine inanıyorum.
Şehir otelleri demişken beni asıl heyecanlandıran Atlıhan’ın yeniden ve muhteşem dönüşü oldu.
Atlıhan’ın benim için özel yeri ve anlamı var.
1984 yılında sevgili Atilla Erden bu oteli hizmete soktuktan hemen sonra ANAVATAN İl Başkanlığını da üstlendi. Özal’ın Türkiye’ye çağ atlatmaya çalıştığı hareketli günler.
Türkiye’nin en dinamik ve seçmenden en fazla oyu alan partisinin kulisleri, il ve merkez ilçe listeleri..
Kimleri misafir etmedi ki, 1987’ye kadar süren şaşaalı kısacık ömründe.
Siyasiler, ünlü sanatçılar, iş adamları…
Ardından Mersin’in gerileme dönemiyle birlikte aynı kaderi paylaştı Atlıhan oteli…
Atilla Erden’den Karadenizli Menteşoğlu kardeşlere geçti. Sonrasını anlatmaya bile gerek yok.
İşte o Atlıhan Yalçın Karagülle gibi çılgın bir işletmeci eliyle bugünlerde yeniden doğuyor.
Komşu ülkelerle başlayan sıfır sorun, vizesiz hayat Gaziantep, Antakya yanında asıl Mersin’i etkiliyor.
Gaziantep ve Antakya’ya günübirlik geliyor Suriyeliler ama konaklamayı düşünenlerin rüyasını Mersin süslüyor.
Sadece gezmeye de gelmiyor Suriyeli… Şehir içinde dolaşmayı, yemek yemeyi, alışverişi de seviyor.
Atlıhan son bir yıldır gittikçe eksikliğini hissetmeye başladığımız şehir oteli açığını kapatacak bir tesis.
**
Bu vesileyle bilinmeyen birkaç gelişmeye de değineyim.
1970’lerin başında İstiklal Caddesi üzerindeki Ocak Otelini de hatırlayacaktır eski Mersinliler.
Sonradan mağazaya dönüştürülen mekânın da yeniden otele dönüşmesi için hazırlıklar sürüyor.
Otellerin mağazalara çevrildiği günlerden, mağazaların yeniden otele dönüştürüldüğü trend…
Mersin’in gelişme çizgisini ve yönünü bundan daha güzel ne anlatır ki?
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:32:37.998-07:00
Kennedy’den Erdoğan’a, iktidarlar muktedirler ve çatışmalar…
Kennedy’den Erdoğan’a, iktidarlar muktedirler ve çatışmalar…
Hayır, Küba krizinin altında yatanları anlatacak değilim…
Burnunun dibindeki adaya hakim olan komünist rejimin varlığına tahammülü olmayan ABD’nin Castro ve arkadaşlarını devirmek amacıyla sahneye koyduğu gizli açık operasyonları da sıralamaya niyetim yok.
Hüsranla sona eren Domuzlar Körfezi çıkarması, bunun ardından ABD derin güçlerinin Sovyetlerle sıcak çatışma adına her türlü senaryoyu sahneye koyma gayretleri…
Sovyetlerin Küba’ya konuşlandırdığı nükleer başlıklı füzeleri ancak ABD’nin Türkiye’ye gizlice yerleştirdiği füzeleri kaldırması kaydıyla sökeceği gergin pazarlıklar…
Olayın yakın tanıkları için bilinmeyeni bilineninden çok daha fazla olan o yakın tarihin en sıcak günleri.
Anlatmaya çalışacağım sahne savaş tamtamlarının gittikçe yükseldiği günlere ait bir filmden alınma…
Aradan uzun yıllar geçse de hafızama kazınmış kareler…
Soğuk savaş stratejisine göre eğitilmiş bürokrasiye, savaş şahinlerine karşı Adalet Bakanlığına getirdiği kardeşi Robert’ ten başka sırtını vereceği pek kimsesi olmayan Başkan Kennedy…
Krizi yönetmek üzere 48 saati aşkın süredir uykusuz kumanda merkezinde sürekli kurmaylarından bilgi almakta süreci her anıyla kontrol etmektedir.
Tek kıvılcımın okyanusu cehenneme çevireceği gelişmeler yaşanmakta.
22 Ekim 1962 gecesi ablukayı başlatma emrini verir Kennedy. Çizilen sınırı geçmeye kalkacak ve Küba’ya gitmekte ısrarlı Sovyet gemilerinin batırılacağı açıklamasını yapmaktan da geri kalmaz.
Ancak kendisini huzursuz eden, ters giden bir şeyler vardır.
Pentagon’daki kumandanların bu ağzı süt kokan barış çocuğuna güvenmediklerinin farkındadır. Kendisi de ülkeden çok savaş tacirlerinin değirmenine su taşıyan Generallerin hesaplarıyla kendi beklentileri arasındaki uçurumun büyüklüğünü görecek kadar zeki…
Sovyet gemileri ilerlemeye devam ederken, ABD deniz kuvvetlerine bağlı gemiler ise artık birkaç mille ölçülen abluka çizgisinde son hazırlıkları tamamlamakta.
Pentagon’daki Komuta merkezi ile yaklaşmakta olan Sovyet gemilerini izleyen ABD gemisinin komutanı arasında kesintisiz telefon bağlantısı sağlanır. Abluka sınırına yaklaştığı anda ateşlenecek güdümlü füzelerin düğmesi işte o geminin kaptanı Albayın elinin altındadır.
Bir başka ifadeyle belki de iki kutuplu dünyanın iki lider ülkesi arasında savaşı başlatacak, milyarlarca insanın kaderini çizecek tarihi anı tek kişinin atacağı adım belirleyecektir.
Kumanda merkezinde uykusuz Kennedy etrafındaki bol yıldızlı generallerden birine Albayın adını sorar.
Telefonun ahizesini alır eline ve seslenir Albaya…
-Şu anda komuta olarak kimden emir alıyorsun?
Cevap verir Albay:
-Deniz Kuvvetleri Komutanından*…
Kennedy sakin ama kararlı bir tonla seslenir Albaya…
-Ben anayasanın Başkana verdiği yetkiyle ve Başkomutan sıfatıyla tüm komutayı devralıyorum. İkinci bir emrime kadar, Deniz Kuvvetleri Komutanı dahil benim dışımda verilecek hiçbir emrin hükmü yoktur.
Ateş emrini gerektiğinde ancak ben veririm. Tüm komutanların emir verme yetkisini ben üstleniyorum.
“Emir anlaşılmıştır başkomutan” der şimdi ismini anımsayamadığım Albay…
Sonrasını dünya izledi o günlerde…
Birilerinin can attığı çatışma olmaz, savaş ta çıkmaz iki blok arasında.
Füze yüklü gemilerin Küba’ya ilerlemesi halinde vurulacağını anlayan Kruşçev, 28 Ekim günü bunalımı sona erdirecek adımı atar ve iki ülke arasında süren yakın tarihin savaşa en yakın 6 günü barışla sona erer.
Başkomutanlığı 22 Ekim akşamı üstlenen Kennedy** yeniden normal Başkanlık görevine döner. Çıkacak bir savaşın ilk anında ABD’nin Küba’yı, Sovyetlerin Türkiye’yi işgal etme planları da yeniden rafa kaldırılır.
Kennedy ile o Albay arasında beynime işlemiş ve ömür boyu unutmama imkan olmayan o diyalogu sıkça anımsıyorum son günlerde…
Önce Tunceli kırsalında 7, ardından Uludere’de 12 PKK’ lının ölümüyle sonuçlanan operasyonlara baktıkça bu ülkede son karar verme iradesinin kimin elinde olduğu sorusu daha fazla meşgul ediyor beni…
Genel Kurmay, Kuvvet Komutanları, Generaller, bölgede operasyonları yöneten, yürüten askeri yetkililer ve seçimlerle oluşan parlamento içinden çıkan, ülkeyi yönetmek üzere halktan yetki almış ve halka karşı sorumluluk taşıyan siyasi kadrolar, Bakanlar, Başbakanlar…
Siyasiler halktan yetki alıyor ama halka da hesap vermek zorunda. Ya askerler?
Bir yandan devletle görüştüğünü –üç yıldır sürdüğü ifade edildiğine ve tekzip edilmediğine göre herhalde doğrudur- ve kalıcı bir anlaşmaya çok yakın olunduğunu ifade eden Öcalan.
Bir yandan eylemsizlik kararına rağmen süren çatışma ortamı, ölen gencecik insanlar, gerilen Güneydoğu…
Siyasi iradenin emriyle sürdürüldüğü gerçeğine ve çok olumlu aşamaya geldiği söylenen görüşmelere inat bu cenazeler hayra alamet değil.
12 Haziran seçimleri yaklaşırken Güneydoğu’dan yükselen ve ülkeye dalga dalga yayılan ölüm kokusu, korkusunun kime fatura edileceği belli.
21. yüzyılda Türkiye’yi dünyanın en büyük 10.ekonomisi hedefine taşıyacağı iddiasıyla ortaya çıkan siyasi kadro, o büyük menzile bu çatışmalarla, kan gölleriyle ulaşılmayacağını bilmiyor mu?
Bu sorunun cevabı belli de can acıtan sorular bununla bitmiyor ki…
Örneğin, Erdoğan ‘lı AK Parti bedelini en ağır biçimde ödeyeceği bu deli dolu gidişi kontrol etmekte ne kadar yeterli ve kararlı?
Milletin boynuna taktığı davulla ülkeyi yönetme sorumluluğunu verdiği insanlar, tokmağı ellerine alma iradesini göstermedikleri sürece iktidar olurlar ama muktedir olabilirler mi?
* ABD ordusu, tüm bireyleriyle Birleşik Devletler Silahlı Kuvvetleri’nin bir parçasıdır. ABD Anayasası’na dayanarak başkomutanlık görevini de üstlenen ABD Başkanı tarafından sivil iktidarın emrindedir. Gene bir sivil olan savunma bakanının emrinde ve Savunma Bakanlığı’na bağlıdır.
**1963’te Başkan John Kennedy, 1968’de ise ölen ağabeyinin yerine Başkan adayı olan ve seçileceğine kesin gözle bakılan Robert hiçbir zaman aydınlatılamayan suikastlar sonucu ortadan kaldırılacaklardır.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:31:42.078-07:00
18 Mayıs, 15 Haziran, zaman ayarlı bombalar gündemde…
18 Mayıs, 15 Haziran, zaman ayarlı bombalar gündemde…
Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, baharın uyanmaya çalıştığı topraklarda bambaşka bir dünyaya uyanmak…
Aylardır toz duman içinde sürekli çatışma haberlerinin, provokasyonların, cenazelerin gölgesindeki bir gündemden sıyrılıp, bambaşka bir iklimde güne merhaba demek, ilginç bir duygu.
Üstelik her an bir başka korku filminin sahneye konduğu, gerilimin her türlüsünü 24 saat iliklerinizde hissettiğiniz, nice ihanet senaryosunun sahnelendiği toprakların insanları adına nice yaman çelişkiyi barındırıyor içince.
Havalanırken ölüm korkusunu hissettiren savaş uçaklarının gürültüsünden uzakta, her türlü canlının, çiçeğin böceğin yeniden doğumunu müjdeleyen çıldırtıcı bir baharı izlemek…
Ve o can alıcı soru daha bir yakıyor insanı doğanın renk cümbüşünde: “Hangi dünya daha gerçek?”
Onca güzelliği cehenneme çevirmeyi beceren bizlerle, çok daha uzaklarda kendilerine cenneti yaratanlar arasındaki fark ne, nerede hangi yanlışı yapıyor, varlık içinde bunca yokluğa nasıl mahkum ediyoruz insanlarımızı?
Ne kadar kaçsam da ister istemez gündeme takılıyorum yine…
Tarihler, tehditler, korkular…
Zaman ayarlı bombalar için düğmeye basılmış sanki…
Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı son görüşme notları…
15 Haziran tarihine dikkat çekiyor bir kez daha. Türkiye’nin ne yöne evrileceği konusunda ilginç saptamalar ama aynı zamanda bomba düzeneğinin saatini durdurma uyarıları var verdiği mesajların içinde…
Sanki Türkiye 12 Haziran akşamı, yeni bir anayasanın hemen hayata geçeceği, o bir türlü dokunmayan sihirli değneğin bu kez değmesiyle bambaşka bir güne uyanacak…
Oysa yılların ihmali, aymazlığı, körlüğüyle öylesine bölünmüş, parçalanmış haldeyiz ki, bir asırdır başaramadığımızı nasıl olup ta bu kadar kısa zamana sığdıracağız?
Hep yanı başımızda duran ama bir türlü yakalayamadığımız barış güvercinini bu kez avuçlarımıza alıp, sevgiyle dokunacak mıyız, gerçekten?
Öcalan’ın son açıklamalarında yine de dikkat çeken, geçmişten farklı bir şeylerin yaşanmakta olduğuna dönük ilginç saptamalar yok değil…
Şu sözler çok önemli:
“Burada yaptığım görüşmeler nitelikli görüşmelerdir, anlamlı görüşmelerdir. Ciddi görüşmelerdir. Benimle görüşmeye gelen heyet, görüşmenin ciddiyetinin farkında, her geçen gün daha da farkına varıyor diyebilirim. Bu konuda ihtiyatlı davranmak istiyorum, önümü görmek istiyorum, önceki deneyimler var, tek taraflı adımlar atmak istemiyorum. Geçmiş deneyimler beni böyle davranmak zorunda bıraktırıyor. Her türlü olasılığı değerlendirme, gözönünde bulundurma zorunda olduğumu biliyorum. Geçmişte Özal’ın, Erbakan’ın, Ecevit’in başına gelenler beni böyle davranmaya itiyor. Ben gerçekçi bir adamım. Umutluyum ya da değilim diyemem. Özal ile herşey anlaşma noktasına kadar gelmişti. Çok umutluyduk. Gerillaya silahları bıraktırmaya hazırlanıyorduk. 1993’te ‘tamam, çözüm gelişiyor, her şey tamam’ diyorduk ama bir gün sonra Özal rap diye öldü! Yine bilinen o Erbakan süreci var, onunla da bir çözüm geliştirecektik. Bu konularda ciddiydi. Onu da hemen ertesinde devirdiler..
2000’lerde ise Ecevit’in durumu yine öyle. O da çözüm geliştirmek istiyordu onu da devirdiler, yere yığdılar, felç ettiler. Ben heyete de Özal, Erbakan, Ecevit’in başına gelenleri hatırlattım. Dedim ki; ‘siz şimdi burada benimle görüşüyorsunuz, yarın size de benzeri bir durum gerçekleştirebilirler. Özal, Erbakan, Ecevit’e yaptıklarını size de yapabilirler. İç, dış bir sürü odak bu sürecin gelişmesini engellemek istiyor, isteyebilir. Buna dördüncü kez arabayı devirmek denir, ben bu riski göze alamam. 15 Haziran’a kadar bekleyeceğim.’”
Buradaki görüşmeler elbette önemlidir, heyet ciddidir. Heyette devletin ciddi kurumlarının temsilcileri vardır. Devlete etki edebilecek güçte bir heyettir. Heyetin devlete, siyasi partilere, topluma etki edecek nüfuzu vardır.”
15 Haziran tarihine kilitlense de, Özal’dan Erbakan’a, Ecevit’ten günümüze hayli ilginç saptamalar. Son günlerde yaşanan onca provokasyona karşın hayli ilginç bir bakış açısı..
Üstelik verdiği ip uçlarından anlaşıldığı kadarıyla, sorunu kavramış ve çözüme giden yolun farkında bir ortak akıl var bu kez görüşme masasında.
**
15 Haziran elbette önemli bir tarih ve süreç herkesin bakışına göre farklı bir yöne ilerliyor. Ama önümüzdeki gündemi işgal edecek tek tarih bu değil.
Son günlerde servis edilen yatak görüntüleriyle MHP’nin mevcut yönetimini sarsan ve kendilerine Başbuğun ülkücüleri adını veren bir grup bu kez yeni kasetlerle değil deklarasyondan farksız bir açıklamayla gündemde.
Devlet Bahçeli’ye açık mektup başlığını içeren açıklama hayli ilginç detaylar içerse de, asıl önemli mesaj sona saklanmış…
18 Mayıs günü saat 10’a kadar, Bahçeli’nin Parti Genel Başkanlığı ve Milletvekili adaylığından istifa etmesini, yerine geçici olarak Oktay Vural’ın görevi üstlenip, seçimlerin hemen ardından partiyi kurultaya götürmesini talep ediyorlar kaleme alanlar.
Son 50 yıllık siyasi tarihimizin hiçbir döneminde böylesine gün ve saat vererek talepte bulunan bir açıklama hatırlamıyorum. Daha eski zamanlarda yaşandığını da sanmıyorum.
Mektup cüretkar, talep tehditkar…
Bahçeli’nin böylesi tehditlere pabuç bırakması eşyanın tabiatına aykırı…
Ama öylesine ilginç süreçten geçiyoruz ki, düne kadar rüyanızda görseniz hayra yormayacağınız onca gelişme karşısında ister istemez zihinleri meşgul etmeye başlıyor…
Zaman ayarlı bombalarla yaklaşan seçimler…
Gerilim filmlerini andıran senaryolar…
Türkiye ilginç bir sürece gebe…
Doğumun bırakın sağlıklı olup olmayacağını, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bile meçhul.
Ve bu kabus gibi, nereye giderseniz gidin korkulu gölgesiyle izliyor sizi…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:30:41.558-07:00
İdmanyurdu süper ligde nelerle karşılaşacak?…
İdmanyurdu süper ligde nelerle karşılaşacak?…
Sporda tesadüflerle başarı yakalanamaz, hele günümüz profesyonel futbolunda asla…
1979’da İran-Irak savaşının yarattığı stratejik konumu Mersin’in ekonomik açıdan altın yıllarını getirdi beraberinde. Ardından 1983 yılında başlayan gerileme, 1990’larda körfez krizi, 1993’te yoğunlaşan Güneydoğu kaynaklı iç göç, 1999’ların üç koalisyonunda gizli açık bir takım uygulamalarla yatırımcıların, her türlü girişimin neredeyse cezalandırılması…
Bir cümlenin virgülleri arasına sığdırmaya çalıştığıma bakmayın, yukarıda sözünü ettiğim her dönem başlı başına kitaplara konu olacak türden.
Konumuz elbette farklı. Ama yadsınamaz gerçek şu: Mersin, sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasında dibe vurdukça Mersin İdmanyurdu da nasibini aldı gerileme trendinden…
Peşpeşe el değiştiren yönetimler, gelip giden Başkanlar…
Bir türlü yakalanmayan başarı ve istikrar…,
İdmanyurdu’nun makus talihi Kürşat Tüzmen’le ve 2007 seçimlerinin ardından onun bazı dokunulmaya korkulan alanlara yönelmesiyle dönmeye başladı.
Bakan olmanın verdiği öz güvenle işe koyulan Tüzmen bir kalemde iş adamlarından 6 trilyon kaynağın kulübe aktarılmasını sağladı. Doping etkisi yapan bu kaynağın da katkısıyla üzerine ölü toprağı serpilmiş kulübün öncelikle Bank Asya ligi olarak adlandırılan Birinci lige çıkması sağlandı.
Sonrasını hep birlikte izledik. 29 yıllık hasretin sona ermesi ve Süper lige merhaba diyen Mersin.
Tek tek sıralamaya gerek yok…
Tek başına yönetimi sırtlayan Başkan Ali Kahramanlı…
Son iki Vali Hüseyin Aksoy ve Basri Güzeloğlu’nun çabaları…
Yıllardır İdmanyurdu’na kaynak aktaran Büyükşehir Belediye Başkanı Özcan…
Anlı şanlı kurumlar bir kaç milyarı vermekte nazlanırken son üç yılda bir trilyonu aşkın parayı “helalı hoş” kabilinden veren Mahmut Arslan…
Bu fasılı da fazla uzatmadan gelelim bundan sonrasına ve süper ligde oyunu kurallarına göre oynama becerisi gösterecek bir İdmanyurdu’nun kendisine ve kente kazandıracaklarına…
Önce bardağın dolu tarafına göz atalım:
Süper lig; Kent ekonomisinin hareketlenmesinden, aidiyet duygusunun gelişmesine kadar her alanda etkisini gösterecek.
Unutmayalım ki, iller arası rekabetçilik sıralamasını etkileyen faktörler arasında o ili süper ligde temsil eden kulüp sayısı bile etkiliyor.
Daha da önemlisi Mersin süper lig piyangosu ile birlikte gelen Akdeniz Oyunları fırsatı sayesinde 2013-2014 sezonunda Anadolu’nun en modern ve büyük stadyumuna sahip olacak. 33 bin kişilik stadyumun temeli gün saymakta…
Unutmayalım, başarının sürekliliği kalıcı gelire sahip olmaktan geçiyor. Türkiye Süper Ligi bu açıdan son yıllarda eski dönemlere kıyasla inanılmaz değere ulaşmış durumda.
Yayıncı kuruluş geçtiğimiz yıl yapılan ihaleyi 400 milyon dolarlık teklifle kazandı. Yıllık yayın hakları karşılığında inanılmaz bir rakam bu. Süper ligde yer alan kulüplerin maçlarının yayınlanması karşılığında Futbol Federasyonu eliyle dağıtılacak 400 milyon doların paylaşımına gelince:
%11 bugüne kadar şampiyon olan kulüplere şampiyonlukları sayısıyla orantılı biçimde dağıtılıyor. %9 ise ilk 6 takım arasında paylaşılıyor. Geriye kalan %80’e gelince: %45 alınan puanlara göre aktarılırken, %35 ise süper ligde yer alan 18 takıma kardeş payı veriliyor.
Basit biçimde ve İdmanyurdu özelinde örneklemeye çalışayım:
İdmanyurdu süper ligde yer alacağı gelecek sezon sırf 18 takım arasında yer aldığı için ilk etapta yaklaşık 7,5 milyon doları kasasına koyacak.
Takımların orta sıralarda tutunması için bu yıl 30-35 arası puan yetti. Gelecek yıl da benzer tablo yaşanması sürpriz olmayacağına göre, küme düşme hattının üzerinde yer alacak İdmanyurdu alacağı 30-35 arası puan ile en az 7,5 milyon doları da bu puan kategorisinden alacak. Bir puan 170 bin dolar civarında gelir sağlıyor çünkü. Anlayacağınız her galibiyetten elde edilecek üç puan 500 bin dolar ek gelir sağlayacak.
Hele ilk 6’ ya girme başarısı gösterirse yukarıdaki rakamlara ilaveten alacağı paralarla bir anda 20 milyon dolar üzeri bir kaynak girişi sağlamış olacak.
Alt yapıya kazandıracağı genç yetenekler, Gaziantep’in yolundan giderse yetiştireceği futbolcular ve bunların transferleriyle sağlanacak ek kaynaklar…
Bunların hepsi iyi güzel de, bu hikâyenin kötü yanları yok mu?
Şeffaflık, hesap verebilirlik, UEFA kriterlerine uygun hazırlanmış tek tip hesap planı.
Tüm bunlar da yetmiyor UEFA lisansına sahip olmak için.
Ve 2014’ten itibaren UEFA lisansına sahip olmayan kulüplerin profesyonel liglerde boy göstermesi olanaksız.
Türkiye’de birinci, ikinci, üçüncü liglerden 71 civarında kulüp bugün itibariyle lisans almış durumda.
İdmanyurdu’nun en kısa zamanda özellikle de mali kuralları yerine getirerek, UEFA lisansını alması, bunun içinde kurumsallaşmanın gereklerini yerine getirmesi gerekiyor.
(Bu konuda en çarpıcı deneyimi geçtiğimiz yıl koca Galatasaray yaşadı. UEFA lisansına başvururken oyuncuların alacağı olmadığına dair bir belge gerekiyordu ve futbolcularına 40 milyon Euro borcu olan G.S az kalsın lisanssız kalacaktı. Allahtan futbolcular insafa geldiler de, alacaklarına rağmen olmadığına dair imza verdiler de, sorun geçici olarak çözüldü.)
UEFA kriterlerinin detaylarını ve bunların yerine getirilmemesi halinde yaşanacakları bir başka yazıda ele alalım iznizle…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:28:57.002-07:00
“Savaş çıkmazsa Skorsky batacak” sanmıştım…
“Savaş çıkmazsa Skorsky batacak” sanmıştım…
6 Ekim 2010 tarihinde kaleme aldığım ve noktasına dokunmadığım yazı aynen şöyleydi:
**
“Apaçiler, komançiler…
Çocukluğumuzun çizgi romanlarındaki kimi iyi kimi kötü Kızılderililer…
Kovboy bozması yakışıklı yüzbaşı Tommiks Kızılderililerle neredeyse tek başına mücadele ederken kötü apaçilere karşı onu destekleyen komançi kabilelerinin kendi ırkdaşlarına karşı ihanetleri o yaşta bile şaşırtmıştı beni.
Topraklarını, nesillerini savunmaya çalışan Apaçiler, olayları Tommiks gözüyle görmemizi sağlayan Amerikalıların daha çocukken teslim almaya ve yıkamaya çalıştığı beyinlerimizin algıladığı haliyle kötü, deyim yerindeyse soydaşlarını satan hain komançiler ise iyiydi.
Çizgi dergiler sonradan film olarak çıktı karşımıza…
Beynimizi yıkayan Amerikalılar beyaz kahramanlarını efsaneleştirirken, kötüleri de ellerindeki savaş baltalarıyla trenlere, konvoylara saldıran o apaçi olarak adlandırdıkları yerlilerle simgeliyorlardı. Ve apaçileri görünce protesto ıslıklarıyla yıkılan sinema salonları, beyaz askerlerin onları bozguna uğratmasıyla alkışa boğuluyordu.
Tommiks, Reks ve envai çeşit asker kahramanın savaştığı kötü Kızılderililerin sonradan ABD’ nin ölüm yağdıran en canavar helikopterlerine isim babalığı yapacağı kimin aklına gelirdi ki?
Ama oldu…
Apaçiler ölüm kustu, kusuyor düşmana… Helikopter alanındaki en önemli şirketlerden bir başkası da başta tümüyle kendisine ait Skorsky’ ler yanında Boeing ile ortak ürettiği savaşların her aşamasında kullanılan canavara Comanche -Komançi- adını verdi…
Skorsky’leri üreten United Technologies Corp. son olarak Zafer Çağlayan’ın ihracatçılarla ABD’ ye yaptığı çıkarmada, getirdiği öneriyle gündeme oturdu.
Helikopter başta olmak üzere birçok alanda yatırımları bulunan şirket yetkilileri, Türkiye’de uçak yedek sanayi ile helikopter alanında yatırım yapmak istediklerini aktarırken, bu konuda zaten iyi müşteri olan Türkiye ile kuracakları ortak tesislerde üretim yapmaktan memnuniyet duyacaklarını ifade ediyorlardı.
Zafer Çağlayan aracılığıyla iletilen öneri hayata geçer mi, geçerse bu hangi zaman diliminde gerçekleşir bilinmez…
Ancak dünya medyasına yansıyan son gelişmeler, Skorsky üreticisinin ömrünün böylesi beklemeye tahammülü olmadığını koydu ortaya…
Savaş makinesi Skorsky helikopterlerini üreten fabrika, “piyasalarda” savaş sıkıntısı çektiğinden şimdilik 200 işçisine yol verdi.
Şimdilik diyorum, çünkü Bush döneminden Obama etkisine giren ABD Irak’taki askerlerini çekmekte… Afganistan’ı ise NATO ağırlıklı müttefiklerine ihale ederek, sessizce bölgeden kaytarmakta..
Bu durum imal ettiği tüm helikopterlerini Amerikan Ordusu’na satan ve artık sipariş almakta zorlanan firma açısından iflasa giden süreç demek…
İlk çare ise küçülmek ve öncelikle işçi çıkarmak…
Ufukta ülkeler arasında araç alımını hızlandıracak bir savaş ta yok…
Bu alanda geçmişte en yağlı müşterilerden sayılan Yunanistan iflasın eşiğinde…
Ortadoğu’daki ülkelere ise ABD Skorsky gibi gözden çıkardığı şirketlerin araçlarını değil, Boeing benzeri devlerin milyarlarca dolar tutan uçaklarını kazıklamakla meşgul…
Skorsky özelinde Türkiye hayli bereketli müşteri –unutmayalım helikopterlerle pikniğe giden görevlileri gördük bu ülkede- ama onca üretimi karşılayacak kadar büyük değil…
Sanayi çağından bilgi çağına geçmekte olan dünyanın temel sancılarından biri daha çıkıyor ortaya…
Ayakta kalması ve istihdam yaratması savaşlara endeksli efsane şirketlerden biri batmakta ve ayakta kalması çıkarılacak savaşlara bağlı…
Ey dünyanın dört bucağına akıl almaz provokasyonlarla kirli savaşların fitne tohumlarını ekenler…
Neredesiniz?
Eğer üç vakte ortaya çıkmazsanız Skorsky de ölecek, karanlık tarihin çöplüğüne gömülecek…
Büyüğün küçüğü yediği bu geçiş döneminde bakalım sıra kimde?”
**
Evet 6 Ekim 2010 tarihli yazı aynen böyle…
Ama itiraf etmeliyim, hafife almışım silah kartellerini, zira bilgi çağıyla başlayan güç kaybının epey zaman alacağını ortaya koyuyor son gelişme…
İflasın eşiğindeki Skorsky üreticileri ve ABD’nin farklı nice alandaki gücü komplo teorisyenlerine pabucu ters giydirecek büyüklükte imiş meğerse…
6 ay içinde bakın neler oldu?
Türkiye ile ABD pazarlığı sürdürürken, kesin karara saatler kala, ABD kimi PKK üst düzey yöneticisinin hesaplarının bloke edildiğini açıkladı. Sanki milyon dolarları varmış ve şişkin hesaplarını ABD kontrolündeki finans kuruluşlarında tutuyorlarmış gibi…
O karardan sadece 48 saat sonra Türkiye tarihi kararı açıkladı:
4 milyar dolar tutan 109 helikopter alımıyla ilgili ihaledeki kesin karar verilmiş ve tercih Skorsky’ den yana yapılmıştı…
Eğitim alanına aktarılsa, tüm okullarını bilişim ağları, akıllı tahtalarla donatacak, binlerce öğrencinin gelişmiş ülkeler düzeyinde eğitecek burslara yetecek bir kaynak.
O 109 helikopterin ne işe yarayacağı, kimlere karşı hangi amaçla kullanılacağı sorusu havada gibi görünse de gerçek şeytan gibi ayrıntılarda gizli…
Oksijen çadırında ölmeyi bekleyen Skorsky’e birkaç ay yetecek can suyunu veriyoruz ülke olarak. “Batmış fabrikanın malları bunlar, almadığımıza değmez” diye teselli bulalım bari…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:28:02.239-07:00
BDP’de yeniden boykot rüzgarları esiyor…
BDP’de yeniden boykot rüzgarları esiyor…
Kamuoyu referandum sürecinde Öcalan ile Devlet yetkilileri arasında görüşmeler olduğunu öğrendi. Hatta o günlerde Başbakan temasların duyulması nedeniyle kendisine yöneltilen sorulara “Hükümet değil, Devlet görüşüyor” diyerek topu kendi sahasının dışına atmaya çalışmıştı ama söyledikleri inkardan çok mahcup bir itiraftan öteye gitmemişti.
Tunus, Mısır, Libya ardından Suriye’de başlayan halk hareketleri ister istemez Türkiye’yi de etkilediği yadsınamaz bir gerçek. Ama Öcalan’a yakın çevrelere bakılırsa, bölgedeki gelişmeler İmralı’daki görüşmeleri de etkilemiş. En azından o tarafta böyle bir kanaat oluştuğu anlaşılıyor.
Mayısın ilk günlerinde Özgür Gündem gazetesinde yer alan bir yorum görüşmelerin son durumunu irdelemekle kalmıyor, geçmişte yaşanan ve perde arkasında kalmış çok ilginç detaylara da değiniyor.
Örneğin Türkiye’nin son bir yıldır varlığını öğrendiği Devlet-Öcalan görüşmelerinin başlangıcı üç yıl geriye uzanıyormuş.
Gazetedeki analizde görüşmelere ilişkin şu detaylar yer almakta:
“İmralı ile görüşmeler bundan tam üç yıl önce başladı. MİT Müsteşarı Emre Taner döneminde başlayan görüşmeler sistemli ve programlı değildi. Ancak 2010 yılında Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarı olması ile birlikte görüşmeler profesyonelleştirildi. Daha programlı ve sistemli hale getirildi.
Bugüne kadar 15’in üzerinde görüşme gerçekleştirildi. Masanın bir tarafında bazen 3, bazen dört kişilik devlet heyeti, diğer tarafında Öcalan oturdu. Görüşmelerde amaçlanan, sorunun çözümü oldu.
Taraflar söze, hep sorunu çözmek için görüştüklerini, sorunu çözecek irade ve kararlılığa sahip olduklarını belirerek başladılar. Ancak görüşme seyri hep pozitif geçmedi. Bazen taraflar arasında gerginlikler de yaşandı.
Örneğin 2010 yılının sonuna doğru görüşmeler tıkandı. Heyet günlerce adaya gitmedi. Öcalan heyetin gelmemesini bir tutum olarak değerlendirdi, görüşmelerin sürmemesi halinde aradan çekileceğini belirtti.
Sonra görüşmeler yeniden başladı. Kriz sonrası görüşmelerde nitelik ve derinlik arttırıldı. Netice itibariyle Öcalan’ın tabiri ile çözüm aşamasına da gelindi.
Ama İmralı’da ortaya çıkan konsensüse rağmen bugün Kürt sorununda çok olumsuz bir noktadayız. O zaman görüşme sürecinin tamamına eleştirel bir gözle bakmak, bazı tespitlere ulaşmak sürecin selameti açısından önem arz etmektedir.”
* * *
İlginç değil mi? Bazı iniş çıkışlara rağmen, görüşmeler nitelik ve derinlik kazanıyor, Öcalan’a göre çözüm aşamasına geliniyor ama örgüte yakın gazetedeki analize bakılırsa ortaya çıkan uzlaşmaya rağmen ne oluyorsa oluyor ve “süreç çok olumsuz bir noktaya savruluyor”.
Sorunun cevabına yönelik bazı gözlemler de yer alıyor analizde…
Örneğin “Heyet 3 yıllık görüşme maratonunda başarılı bir grafik sergilemiştir. Çünkü görüşmelerden anlaşma ile çıkılması, pek çok konuda uzlaşmaya varılması heyetin görüşmeleri iyiniyetli ve başarılı götürdüğünü gösterir.” Tespitinde bulunuluyor ki, bu önemli.
Sonraki tespitler ise çözüm aşamasına bu kadar yaklaşılmışken eski dönemlerden kalma korkuların, bir yandan görüşmelerin sürdürülmesine rağmen, tasfiye ve oyalama kaygılarının ağırlık kazanması.
Uzun analizde daha başka tespitler de var ama hiç biri gelinen eşikten geri dönmeyi haklı çıkaracak güçte değil.
Argümanlar zayıf ama birden bire o olumlu hava buz kesiyor.
Arkasından Tunceli-Elazığ kırsalında başlayan operasyonlar ve Taraf Gazetesinden Emre Uslu’nun neredeyse koordinatlarını vererek noktasına kadar bir hafta öncesinden köşesinde haber verdiği Kastamonu’da Başbakan’a eskortluk yapan polis aracına yapılan saldırı.
Nefes kesen gelişmeler bununla da sınırlı değil. Yazımı kaleme aldığım şu saatlerde Diyarbakır’da BDP’ yi de içinde barındıran Devrimci Toplum Kongresi DTK bağımsız adayların desteklendiği 12 Haziran seçimlerini boykot etmeyi tartışıyor.
Dünkü Kastamonu saldırısına rağmen güne başlarken bırakın boykotu ülke geneline yansıyan herhangi bir gerginlik te yoktu.
Ne oldu da, seçime giden süreci derinden etkileyecek, gerginliği doruğa çıkaracak bu noktaya gelindi?
Bağımsız adayların geri çekilmesine yol açacak bir boykot seçimleri nasıl etkileyecek?
Örneğin Ertuğrul Kürkçü’nün adaylığı bırakması 12 Haziran akşamı ortaya çıkacak Mersin tablosunu ne ölçüde değiştirir?
Soru çok ama şu kadarını belirterek noktalayalım yazıyı:
Düne kadar masada olmayan YSK vetosu nedeniyle bir ara tartışılıp, kararın düzeltilmesiyle gündemden kalkan “Seçimlerin Boykot edilmesi” birden bire gündeme gelmiş durumda.
Ve böylesi bir boykot, sanılandan çok daha fazla etkileyecek, gerecektir, ülkenin siyasi iklimini…
Barış içinde gidilecek seçimin ardından birey hak ve özgürlüklerini ortaya çıkaracak sivil anayasa özlemini bir başka bahara erteleyecek tehlikeli gidişe doğru sürükleniyor Türkiye hem de hiç hak etmediği halde.
DTK ya da BDP’nin – bu saatten sonra isimler fark etmiyor- ortaya attığı boykot kararını geriye çevirecek tek isim ise Öcalan gibi görünüyor.
Tabii eğer boykotu avukatları kanalıyla öneren kendisi değilse…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:27:19.863-07:00
Akdeniz Oyunları ve kentsel dönüşüm…
Akdeniz Oyunları ve kentsel dönüşüm…
Birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan iki konuyu birlikte anmaya çalışan ben değilim.
TOKİ Başkanlığının geçtiğimiz hafta yayınlanan Ankara mahreçli açıklaması…
Seçimlere 40 gün kala, Akdeniz Oyunları nedeniyle Mersin’e kazandırılacak tesisleri anlatmak, tanıtmak hatta kampanyada kullanmak oy beklentisi açısından ne kadar doğru hamleyse, böylesi puan getirecek argümanın içine, kentin yıllardır en netameli, kavgalara açık konusunu sokuşturmak ta siyasi akıl olarak o kadar yanlış…
Böylesi bir beceriksizliği TOKİ gibi bürokratik bir kurumun tek başına yaptığını düşünmek safdillik olur.
Gerek Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Özak, gerekse de onun ardından Zafer Çağlayan’ın Mersin’de Akdeniz Oyunları vesilesiyle yapılacak yatırımları sıralarken sözü Kentsel Dönüşüme getirmeleri akıllara ister istemez bu temelden sakat stratejiyi kimlerin belirlediği sorusunu da getiriyor.
İyi de, kentin dokusunu, yapısını, sinir uçlarının özellikle bu konuya duyarlılığını bilen herkesin özellikle kaçındığı bir konu, nasıl olur da seçim arifesinde siyasi beklentileri yüksek AK Parti Bakanlarının eline kurtarıcı reçete niyetine tutuşturulur?
Kentsel Dönüşüm olsa da olmasa da, Akdeniz Oyunları her koşul altında nasıl olsa yapılmayacak mı?
O zaman kaşınmaya müsait konuyu, herkesi heyecanlandıran, üzerinde tüm dinamiklerin ve siyasi aktörlerin uzlaştığı kentin ortak projesinin içine monte etmeye çalışma yanlışından bir an önce ve özellikle de seçim tansiyonunun yükseldiği şu günlerde vazgeçilmesi herkesin hayrına olacaktır.
Yeterince tartışılmamış, üzerinde ortak uzlaşma sağlanmamış, üstelik bir kısmı Kürtlerin yoğunlukta olduğu Çay, Çilek, Özgürlük gibi mahallelerin, TOKİ tarafından kentsel dönüşüm alanı olarak açıklanmış olması seçimler öncesinde yalnızca barışı düşleyen Mersine ve konunun muhataplarına bir şey kazandırmaz.
TOKİ Mersin’de kentsel dönüşüme başlayacaksa, öncelik, yukarıda sözünü ettiğim Mahallelere değil, dönüşüme, fizik ve düşünce olarak hazır, üstelik mağduriyet bir yana, herkesin kazançlı çıkacağı örnek projelere verilebilir.
Bu uygulamalarda ortaya çıkacak somut ve başarılı modeller, bugüne kadar dokunulamayan bölgelerdeki direnişi zaman içinde kırabilir. Başarıyı gözüyle görenlerin ikna olması çok daha kolay olacaktır.
Ahırlarla derme çatma evlerin iç içe geçtiği, alt yapıdan, her türlü ortak yaşam alanlarından yoksun mahallelerin mutlaka dönüşümle yeniden hayat bulması, oralarda çilen dolduran insanların çağdaş ve yaşanabilir mekânlara kavuşması hepimizin ortak dileği…
Ancak bunun için oralarda yaşayanlardan yerel yönetimlere, kent dinamiklerinden merkezi idareye, atanmışlardan seçilmişlere herkesin sorumluluk yüklenmesi kaydıyla.
Henüz Mersin’de ne böyle irade ortaya çıktı, ne de TOKİ’ nin neyi nasıl, kimlerle birlikte kimler için yapacağı sorularına doyurucu yanıtlar bulabildik.
Bırakın Çay, Çilek Özgürlük’ü…
En az direnişle karşılaşılacağı sanılan Kiremithane Mahallesi ile ilgili olarak aldığım elektronik posta Mersin adına işin ne kadar zor, karmaşık olduğunu ortaya koyuyor.
Dedelerinden beri Kiremithane ile özdeşleşmiş Vahap Kokulu, hassasiyetlerini, kaygılarını öylesine duygu ve biraz da sitemle dile getirmiş ki, söylenecek söz kalmamış geriye.
Doğduğu, soluduğu mekânların, sokakların dokusuyla bütünleşen ruhunun kopardığı sessiz isyanı, TOKİ’sinden siyasetçisine, o anıları kent adına koruma sorumluluğunu üstlenmiş yerel yöneticilerine varıncaya kadar öylesine kahredici sitemlerle fısıldıyor ki, boğazı düğümleniyor insanın…
Akdeniz Oyunlarıyla kentsel dönüşümü birbirine eklemleme becerisini (!) gösterenlere ithaf ediyorum çığlık niyetine o satırları:
“Devletin bütçesi ile hazırlanan, masrafları benim vergilerimle karşılanan Akdeniz Oyunları yatırım toplantısını izlemeye geldim. TOKİ yatırımlarından bahsedilerek AK Parti propagandasını izlemeğe değil.
Kaldı ki TOKİ’ nin Kentsel Dönüşüm Çalışmaları nedir? Ne durumdadır?
“Örneğin benim ailem Kiremithane mahallesinde yaşar ,bu mahalle de Kentsel dönüşüm kapsamında (?)imiş .. Ve bu mahallede Tahtalı Camii’nin üzerine çöken hurma ağacı tam bir yıldır orada öyle duruyor ve cemaat hala yüz yıldır namaz kıldığı Tahtalı Camiinde* değil, yakınlardaki AVM’ de toplu namaz kılıyor. Nasıl bir TOKİ ve nasıl bir kentsel dönüşüm öyküsü çıkacak bu projeden merak ediyorum”
Uzun söze ne hacet!
Yüz yıllık Kiremithane’li gözüyle mahallesinin durumu bu ve burayı kimselerin ruhu duymadan değiştirmeye soyunan birileri Çay, Çilek, Özgürlük’ e girip dönüştüreceklermiş…
Hadi canım siz de…
*Ahşaptan yapıldığı için Tahtalı olarak anılsa da gerçek adı Avniye Camiidir ve 1890 yılında tamamlanarak ibadete açılmıştır. (a.a.)
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:26:26.730-07:00
Akdeniz Oyunları ete kemiğe bürünüyor.…
Akdeniz Oyunları ete kemiğe bürünüyor.…
Küresel krizden etkilenip havlu atan Yunanistan’ın Volos kenti…
Yerini kimin alacağı konusunda arayışlar başlarken, en güçlü adaylardan Libya’daki Bingazi’nin iç savaşı yaşaması…
Denizcilikle ilgili diğer alanları bilmem ama, tarih boyunca kolay kolay rastlanmayacak iki gelişme Mersin’in son yıllardaki en büyük hayalini gerçeğe dönüştürmeye yetti.
Anlayacağınız Mersin, İtalya’daki oylamada kaybettiği 2013 Akdeniz oyunlarını, aynı yerde bulmuş oldu.
Adaylığın kesinleşmesinin ardından Oyunları düzenleyen komite ile imzalanan anlaşma, kendi kendimize düzenlediğimiz nice etkinlik…
Tüm bu gelişmelerin kâğıt üzerinde olduğunu not etmekte yarar var…
Artık işin fiiliyata döndüğü aşamaya gelmek, kısaca birilerinin “bunca haya, kutlama yeter, hadi işe koyulalım” noktasına gelmek gerekiyordu, son gelişmeler bu eşiği hızlı aşacağımızı gösteriyor ki, hayli sevindirici.
Gerçekten de yapılan son resmi açıklamalar, Başbakanın stadyum ve olimpik köy başta olmak üzere, tüm tesislerin yapımını koordine edecek TOKİ Başkanlığını yetkili kıldığı kararı imzaladığını ve artık işin düşünceden fille doğru ilerlemeye başladığını ortaya koydu.
Hafta sonu Edip Buran Kapalı Spor Salonunda yapılan ve Spordan sorumlu Devlet Bakanı Nazif Özak ile artık Bakanlar Kurulundaki Mersin temsilcimiz olan Zafer Çağlayan’ın da katılımıyla gerçekleşen 2013 Akdeniz Oyunları yatırım programının tanıtıldığı toplantı gelişmelerin boyutu bakımından anlamlı.
Gelelim Akdeniz Oyunları yatırım planının tanıtıldığı toplantıdaki izlenimlerime:
Cumartesi yani hafta sonu böylesine önemli bir etkinlik düzenleniyor ama organizasyon berbat.
Belli ki, bürokrasi böylesine önemli etkinliğin tanıtımının yapıldığı salonu doldurma konusunda parmağını kıpırdatmamış.
Edip Buran gibi herkesin rahatlıkla dolduracağı 1700 kişilik bir salon, üstelik seçimler arifesinde tüm ilçeleri de etkileyecek böylesi önemde bir organizasyon tanıtımında doldurulmayacak ta ne zaman doldurulacak? Tüm okulları, 4 bin kişilik çağdaş kampusuyla Üniversiteyi ilgilendiren tesislerin müjdesinin verileceği bu önemli toplantıda bürokrasi Edip Buran’ı dolduramaz mıydı?
Yanımda oturan ve kentin dokusunu çok iyi bilen arkadaşım can alıcı cümleyle özetledi tabloyu: “Biliyor musun, Hacı Özkan yerel seçimlerde Akdeniz Belediye Başkan adayı olduğunda burayı doldurmuştu”
Yerel seçimlerdeki bir ilçe başkan adayının doldurduğu salonun, 2013 Akdeniz Oyunları tanıtımının hem de iki bakanın katılımına rağmen doldurulamamasının ciddi anlamda sorgulanması gerekiyor.
Gelelim yatırımlarla ilgili toplantıda dikkatimi çeken notlara, noktalara…
MHP’nin önemli isimlerinden ve Mersin Milletvekilliğini her fırsatta olumlu biçimde ortaya koyan Mehmet Şandır, Edip Buran’ da idi ve yapıcı bir konuşma yaptı, kutlamak lazım…
Büyükşehir Belediye Başkanı Özcan’ da müjdeler verdi. Gelin ile damat, düğüne nasıl hazırlanıyorsa, Mersin’i 2013 Akdeniz Oyunlarına öyle hazırlayacaklarını söylerken gerçekten samimiydi. İlk kez kentin üzerindeki tozu, toprağı silkelemeye kararlı gördüm, sevindiriciydi.
Vali Güzeloğlu 200 milyon Euro bir başka ifadeyle 500 trilyona ulaşması beklenen bütçeyi anlattı, birileri ayağına pranga vursa da, uçmaya hazır Mersin’i her zamanki gibi güzel tanımlamalarla özetledi.
Oyunların yol haritasını, yapılacakları, işin ekonomik boyutu ve zamanlamasını Nazif Özak anlattı.
Bir gün öncesinde TOKİ Başkanlığına Başbakan Erdoğan’ın Akdeniz Oyunları hakkında gönderdiği yazıyı ve kendisiyle diğer yetkililere verdiği şifahi talimatları kamuoyuyla paylaşması önemliydi.
“25 bin kişi olarak düşünülen yeni olimpik stadyumun 30 bin kişilik kapasiteye çıkarılma kararını verdik, mevcut Stadyuma dokunmayacağız, oranın ileride ne olacağına ve nasıl değerlendirileceğine Mersin karar verecek” derken samimiydi.
Ancak hepsinden önemlisi konuşmasının satır aralarında verdiği mesajlardı.
Örneğin, Üniversite alanında yer alacak 4 bin kişilik olimpik köyün Haziran-Eylül döneminde konaklama amaçlı kullanılabileceğini ifade ederken bana göre kendisini dinleyen Mersin Üniversitesi Rektörü başta olmak üzere herkese ince göndermelerde bulundu.
Uğur Oral ile başlayan içine kapanık misyonu, aynı çizgideki Süha Aydın ile sürdüren Üniversite kavuşacağı konaklama, kongre ve sosyal, sportif tesisleri; halkın ve misafirlerin hizmetine sunmak için yeni bir anlayış geliştirmeli. Daha da önemlisi, yüz trilyonların harcandığı onca tesis ve konaklama mekânı tek başına Üniversitenin inisiyatifine ve insafına terk edilmemeli diye düşünüyorum. Kısaca üç yıldızlı otel ayarında 4 bin kişilik yatak anlamına gelecek böylesi önemli bir potansiyel, Mersin dinamikleriyle, Üniversitenin ortaklaşa oluşturacağı yapılanmayla, kuruluşla işletilmeli.
Bugünkü haliyle toplam 4500 turizm belgeli yatağa sahip bir kentte kısa zamanda ortaya çıkacak 4 bin yataklı bir yeni bölgeden söz ediyoruz.
Bu nedenle öğrencilerin tatil dönemine denk gelen yaz sezonunda rahatlıkla konaklama hizmetine sunulacak tesisler, öncelik Üniversite öğrencilerine verilmek kaydıyla çok amaçlı değerlendirilebilir.
Uygulamalı Turizm Lisesi, Meslek Yüksek Okulu gibi yetişmiş ve yetiştirilecek eleman açısından alt yapısı zengin Mersin açısından, iki yıl içinde ortaya çıkacak 4 bin kişilik yatak kapasitesinin önemini anlatmaya gerek yok.
Yeter ki, bu tesisler, içine kapanmakta kararlı mevcut Üniversite yönetimine terk edilmesin.
Yeter ki, Mersin’in başlattığı atılıma eşlik edecek, katkı verecek bir anlayışla yönetilsin…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:25:30.709-07:00
SERBEST BÖLGE UYMADI, TEKNOPARK VERELİM…(1) (eski bir yazı)
SERBEST BÖLGE UYMADI, TEKNOPARK VERELİM…(1)
Türkiye’ nin kendisi de bu topraklar üzerinde yaşayanlar da bir alem…
Her dönem moda olmuş sektörlere, yükselen trendlere koşulur ülkede…
Bir kentin ya da firmanın belli alanda, sektörde yakaladığı başarı efsane gibi kulaktan kulağa yayılır, ardından dört bir yanda mantar gibi taklitleri bitmeye başlar.
Ta ki, işin cılkı çıkıncaya kadar…
Örnekleri o kadar çok ki:
Mesela Tekstil; birinin doğru yer, doğru zaman, doğru kişilerle gerçekleştirdiği mucizenin ardından, işten anlamaz yüzlerce firmanın bilmediği sulara dalıp, boğulduğuna tanık olmadık mı?
Teşvik sağlanan 20 TIR’ lık kamyon filosunun cazibesine kapılan, bankalara borçlanma yanında elindeki avucundakini de dökerek taşımacılık sektörüne dalanların, şoför insafına terk ettikleri araçlar yüzünden battıkları dönemler.
İşçilik parasını kurtarmayan un fabrikaları, ham maddesiz narenciye işleme tesisleri, çürüyen tavuk kesimhaneleri, milli servetlerin heba olduğu yüzlerce örnek…
Kendisi Karadenizli olduğu için çaya iyi para verilmesini sağlayan siyasetçiler döneminde tüm Karadeniz’in çay ektiği günler…
Fındık ve tütünde tüm çiftçilerin birbirini izlemesi sonucu ortaya çıkan ürün dağlarının çürümeye terk edilmesi…
Bazı kentlerde başarıya ulaşan Organize Sanayi Bölgelerine bakıp, “onlarda var bize yok mu” diye sıraya giren İller.
Geri kalmış yörelerin yaralarına merhem olsun diye DPT’ nin öncülüğünde, teşvikte öncelikli yörelerin zaman içinde kalkınıp gelişmiş kentleri yakalamasını öngören projeler.
Oysa zaman içinde görüldü ki, neredeyse tüm ülke kalkınmada öncelikli yöre kapsamına alınmış ta, asıl kalkınması istenenler daha gerilere düşmüş…
Biliyorum ben yazdıkça aklınızdan daha nice örneğin geçtiğini…
İşte 1990 ların başında hız kazanan holdinglerin Banka, kentlerin Serbest Bölge sahibi olma aşkı…
Bankalarıyla birlikte batmaları yetmezmiş gibi adı hortumcuya çıkan yığınla iş adamı bir yana, yabancı sermayenin akacağı, işsizliğe çare olsun diye birbiri peşi sıra kurdurup, yağmur duası gibi yabancı yatırımcı duasına çıktığımız, son günlerde de tek tük yolunu şaşırıp gelenlerin “imdat kurtarın” diye kaçacak delik aradığı bölgelerin pür melal hali ortada…
İhracat modası, ithalat modası, borsada kağıtlarla oynama modası…
Dönerci, tantunici, ciğerci, hatta altılı ganyan, idaa bayii açma modaları…
Aşureyi andırır yatırımcı, şıpsevdi firma, Ankara’nın komşu kente verdiğinin neden kendisinden esirgendiği kavgasını “onlara var bize yok mu” sızlamalarıyla mızıkçılığa döndüren pek çok kentin çocukluk hastalıkları.
Kentinin gücünden, dinamiklerinden habersiz, kendisinin dört yana savrulması yetmezmiş gibi umut bağlayan binlerce insanı hayal kırıklığına sevk eden yöneticiler, aktörler…
Tüm bunları bana neyin yazdırdığını merak ediyorsanız söyleyeyim…
18 Haziran 2005 günü Resmi Gazetede yayınlanan Bakanlar Kurulu kararıyla Mersin’ deki bazı alanlar “Mersin Teknoloji Geliştirme Bölgesi” olarak tespit edildi…
Aslında ilan edildiği gün aktüalitesini ve değerini yitirmiş, bu saatten sonra kente artı değer vermesi olanaksız bir karar…
Karara dayanak olan Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu 6 Temmuz 2001 günü yayınlandığında ülkenin en fazla iki bölgede kurulacak yapılanmayı kaldıracağını, bu nedenle Mersin’in elini çabuk tutması gerektiğini dile getirmiştik.
Kararın ertesi günü Sun Tv. de gündeme getirdiğimizde dönemin Rektörü Oral canlı yayına bağlanmış ve konuyla ilgili hemen girişimlere başlanacağını, en kısa zamanda Teknokentin Mersin Üniversitesi bünyesinde kurulacağını söylemişti.
Ne yazık ki, Rektörün büyük heyecanla sahip çıktığı proje zamanında hayata geçirilemedi.
Geçen sürede Üniversitenin heyecanını yitirdiği projeye yeni aktörler sahip çıktı.
Mersin’in sürükleyici dinamikleri değerli zamanlarını Gebze, Ankara, İsrail modellerini inceleyerek harcaya dursun, önce ODTÜ ardından Gebze teknokentleri kuruldu.
Ve ardından mantar gibi ülkenin dört bir yanında bitmeye başlayan diğerleri onları izledi.
18 Haziranda yayınlanan Mersin Teknoloji Geliştirme bölgesi kararının sevinciyle yanına MTSO Başkanı, Rektör ve İhracatçılar Birliği Sekreterini alarak günün anlam ve önemine uygun basın toplantısı düzenleyen Vali Osmançelebioğlu sözlerinin arasında Mersin’de kurulmasına karar verilen bölgeyle birlikte Türkiye’de sayının 18 e çıktığını müjdelerken aslında acı gerçeği itiraf ediyordu…
İlk ikisinin ardından gelenlerin akıntıya kürek çekeceği Teknokentlerin getirip, götüreceklerini, eksik ve zayıf yanlarını yazmaya devam edeceğiz.
SERBEST BÖLGE UYMADI, TEKNOKENT VERELİM…(2)
Her derde deva olacağı sanılan Teknoloji Geliştirme Merkezleri (Teknoparklar) nedir, ne işe yarar sorusuna yanıt aramakta yarar var.
Teknopark bir üniversite ya da bir araştırma merkezi ile ilişki içinde olan, teknoloji kökenli firma ve işletmelerin oluşmasını özendirecek ve büyüyüp gelişmesine destek verecek biçimde tasarlanmış, firmalara teknoloji ve işletmecilikte bilgi transferi dahil destek veren girişimdir.
İlk örneği Ekonomik durgunluğa çare arayan, ülkeyi farklı ufuklara taşıyacak yeni yollar arayan ABD’ de 1952 yılında teknolojilere açık sanayinin yoğunlaştığı Kaliforniya’daki Stanford Üniversitesi civarında ‘Stanford Research Park’ adıyla oluşturulmuştur.
Ancak dünyanın taklit edip peşinden koştuğu asıl model Massachusetts Üniversitesine bağlı Teknoloji Enstitüsüyle serbest girişimcilerin ortaklığında kurulan ve bugün 4 bin şirkete ev sahipliği yapan ‘Silicon Valley’ –silikon vadisi- dir.
Ve günümüzde bu vahadaki şirketlerin piyasa değeri 1 trilyon doların üstündedir…
Başarılı her model taklit edilir. Silikon vadisinin de taklit edilmesi kaçınılmazdı.
ABD’ nin ardından İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, İsrail’ de benzer modeller geliştirildi. Sayılar dünyadaki teknopark sayısının bugün 1000’i aştığını gösteriyor.
Son yıllarda bu alandaki en dikkate değer gelişmeler Çin ve Hindistan’da gözleniyor.
Çin teknoloji geliştirme bölgeleriyle artık doyum noktasına gelen klasik sanayini bilgi çağına taşımaya başlarken, Hindistan bugün gelişmiş dünyanın pek çok sektörüne benzer bölgelerden hizmet veriyor.
Dünyadaki 1000 den fazla teknoparkın %4 ü 1950-80 arasındaki 30 yıllık dönemde kurulurken, 1980-90 arası dönemde %48, 1990/2000 yılları arasında %30 oranında park kurulmuş…
Türkiye’deki duruma gelirsek; 1985 ten beri ODTÜ ve TUBİTAK teknoparklar alanında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bu alanda asıl furya 2001 yılında yürürlüğe giren kanun ve 19 Haziran 2002 de yayınlanan yönetmelikle başlıyor.
ODTÜ bünyesindeki TEKNOPARK, TÜBİTAK bünyesindeki Gebze Teknoloji Bölgesi, İzmir, Ankara, Hacettepe, Kocaeli, İstanbul Yıldız, Konya Selçuk, Çukurova, Eskişehir ATAP Teknoloji Geliştirme Bölgeleri ve arkasından elini çabuk tutmaya çalışan diğerleri…
Son Mersin Teknoloji Bölgesi kararıyla sayı 19’a ulaşıyor.
Yakında Türkiye’deki tüm resmi, Vakıf Üniversiteleri yanında yüksek okula sahip her ilçe “bize yok mu?” diye Ankara’ nın yolunu tutarsa şaşmam.
İyi de Türkiye gibi zaten bilim fukarası bir ülkede, ancak 10/15 yıl sonra ilk meyveleri toplanacak bölgelere bu yoğun ilgi neden?
Birincisi kendisi yardıma muhtaç Ankara’nın bu tür bölgeleri teşvik edeceği beklentisi…
Diğeri serbest bölgelere hücum eden yatırımcılarımızın beklentileriyle aynı olan vergi muafiyeti…
Hesap bu olunca hedeflerin tutması da olanaksız hale geliyor.
Örneğin heyecan geçtiğinde ayakta kalacak iki üsten biri kabul edilen Gebze Teknoparkı bile henüz emekleme döneminde. Buranın 10 yıl içinde 200 şirket 2000 bin AR-GE elemanı ve yazılımcıyla yılda bir milyar dolarlık ihracat yapacağı beklentisi olsa da, ne Gebze’ nin ne de ODTÜ’ nün Türkiye’ nin mevcut vizyonuyla İrlanda bir yana Hindistan ve Çin’ deki rakipleriyle başa çıkması olanaksız…
Teknoparkların başarısı için Vizyon yetmiyor, parasal kaynak gerekiyor. Örneğin uzmanlara göre yılda bir milyar dolar ihracat yapacak Gebze’ye gerekli olan kaynak 1,2 milyar dolar.
Tüm olanaklar zorlanıp kaynağın bulunması da sorunu çözmüyor. Yaratılan vahanın yaşam alanı, sosyal çevre bakımından kaliteli yaşam standartlarına uyması gerekiyor. Oysa Türkiye’ nin hiçbir teknoparkı ne yazık ki yakın gelecekte de üslerde çalışacak insanlara Hindistan kadar olanak sunma şansına sahip değil.
İyi de Gebze gibi İstanbul’ un yanı başında her türlü olanağa sahip bir alanda bile gerekli koşullar yaratılmamışken, Türkiye’ nin dört yanında mantar gibi biten teknoparklara gerekli parasal kaynak ve kaliteli yaşam ortamı nasıl sağlanacak?
40 yılda bilim ve teknoloji projelerine toplam 1.8 milyar dolar kaynak ayıran bir ülke yakında sayıları 30’ u bulacak teknoloji parklarının her birine bir milyar doları nerden bulacak? Hadi parayı buldunuz, ülkenin kaç Üniversitesinin insan birikimi böylesi beyin gücü gerektiren işe uygun?
‘Diğerleri’ bir yana, en fazla entelektüel birikime ve geçmişe sahip Gebze ve ODTÜ’ de yıllardır teknoparklar şimdiye kadar hangi teknolojiyi geliştirdiler, kaç adet patent aldılar, yurt dışına ne ihraç ettiler?
Geçmişten ders almayan Ankara pek çok alandaki stratejik hatayı şimdi Teknoloji Bölgeleriyle tekrarlıyor. Teknoparklarla, ülkenin üretme potansiyeli olan beyinlerini bir araya getirilmesinin hedeflenmesi gerekirken biz zaten kıt olan insan birikimini dört yana savurarak heba ediyoruz.
Başarma şansına sahip Mersin’de yoğunlaşılması gereken Serbest Bölgeleri Mardin’e kadar yaygınlaştırarak sulandırıp öldüren mantık şimdi benzer yanlışı teknoparklarla tekrarlıyor…
Ve serbest bölgeyi tüm kenti arkasına alarak özel ekonomi bölgesi haline getirip, ülkeyi sürükleyecek olağanüstü bir kalkınma mucizesine dönüştürmesi gereken Mersin kıt kaynaklarını başarma şansı olanaksız denizlere akıtarak zaman ve güç kaybediyor.
Vali, Rektör, Oda Başkanı, Birlik sekreteri kim ne derse desin, kıytırık bir serbest bölge projesini bile bürokrasinin de ‘kutsal desteğiyle!’ yüzüne gözüne bulaştıran Mersin, hangi beyin gücü ve kaynakla atı alanın Üsküdar’ı geçtiği, hiç başarı şansının olmadığı bu kurtlar sofrasında kendine yer bulacak?
potansiyelinden ve zenginliklerinden habersiz Mersin’e kısa zaman sonra kaldırıp bir köşeye fırlatacağı yeni oyuncağı hayırlı olsun…
Dilerim ben yanılırım da, umut saçan tavırlarla Teknoloji bölgesinin ilanını neredeyse şenliklere dönüştürmeye hazırlananlar kazanır…
Bakanlar Kurulu kararıyla nasılsa bir nal buldu Mersin… Yola çıkması için üç nal ve bir at gerekiyormuş kimin umurunda?…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:23:49.395-07:00
Narenciyenin Kliring’li yılları…
Narenciyenin Kliring’li yılları…
Adam Smith tarafından söylenen “Paranın serbest dolaşmadığı ülkede demokrasiden söz edilemez” deyişi üzerinden neredeyse 200 yıl geçti ama tartışma hiç bitmedi.
Uluslararası dolaşımı olmayan parayla ticaret nasıl olur? Fiyatı dünya çapında belirlenmeyen ve bir ülkede geçmiyorsa başka ülkelerde değiştirilemeyen paranın satın alma gücünü neyle ölçeceksiniz?
Turgut Özal’ın yeni Türkiye’sinde gözlerini açmış genç nesle anlatmak zor ama ülke en vahşi biçimiyle -kliring/ takas- adına ne derseniz deyin, bu tür değiş tokuşların yaşandığı dönemleri de gördü.
Demirperde blokuyla örneğin Polonya, Çekoslovakya özellikle de Sovyetler Birliği ile yıllarca hokus pokusu andıran ödeme yöntemleriyle alış veriş yaptı.
İskenderun, Sivas Demir Çelik fabrikaları, Seydişehir Alüminyum, Mersin Kromsan Tesisleri o günlerdeki ödeme yöntemlerinin mirasıdır aslında.
O değiş tokuşa dayanan ödeme biçiminin en çok etkilediği bölge Çukurova, illerin başında ise Mersin geliyor.
Satacağı limonun parasını Merkez Bankasından alan, karşılığında neyin kaça satıldığı ise hiç umurunda olmayan ihracatçılarıyla Mersin…
Belirlenen kotalar siyasetin gücü ve Ankara’daki Sovyet Ticari temsilcilerinin duygusallıkları ölçütlerinde birkaç kişi veya kuruluşa tahsis edilirdi.
Serbest dövizle ticaret yapılan ülkelere 500 dolara satmakta zorlandığı ürünü bin dolara Sovyetlere satmakla gururlanan ihracatçı o yaptığı ihracatın karşılığında alınan hurda tesislerin, demode makine ve benzeri ekipmanların akıbetini hiç merak etmedi. Aslında biliyordu da, o gerçeğin telaffuz edilmesi bile kurulan mutluluk zincirinin ince halkasını koparır diye konuşulması netameli yasak diye susuldu uzun yıllar…
Ta ki, 24 Ocak 1980 kararlarının ardından Özal’ın Mersin’e gelip, acımasız doktor edasıyla “oyunun bittiği” gerçeğini narenciye ihracatçılarına tokat acımasızlığında söylediği güne kadar…
Nisan 1980’ de Uray Caddesindeki İhracatçı Birlikleri konferans salonunu dolduran ihracatçıların karşısına yanında Demirel Hükümetinin Maliye Bakanı İsmet Sezgin ile birlikte çıktı, o günlerdeki unvanıyla DPT ve Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal…
O öğleden sonraki Nisan güneşinden çok Özal’ın bunalttığı ihracatçılar ömürleri boyunca unutmayacakları o tokattan beter gerçekle sırılsıklam birbirlerine bakıyorlardı.
Her zamanki tavrıyla yumuşak ama kararlı ifadeyle anlattı başlayan yeni çağı ve radikal değişimi:
“Beyler, artık kliringi sona erdiriyoruz. Artık Sovyetler başta olmak üzere Demirperde ülkeleriyle serbest ticarete geçiyoruz. Sizler malınızı döviz karşılığı satacaksınız, ithalatçı da dilediği malı dilediği ülkeden yine serbest dövizle satın alacak!”
Söyledikleri aslında ölüm kararını mahkûmun yüzüne okumaktan farksızdı.
İhracatçılardan biri cesaretini topladı, söz aldı.
-İyi de biz bu durumda limonu kime, kaça satacağız?
Özal’ın o kimilerini çıldırtan soğukkanlı tavrıyla unutulmaz yanıtı çınladı Birliğin duvarlarında:
-Bu ülke siz limonu yüksek fiyatla satacaksınız diye Sovyet hurdalıklarına avuç dolusu para ödemek zorunda mı?
Bir süre bocaladı, Mersin’in narenciye ihracatçıları…
Kimisi bocaladı, kimisi battı hatta…
Ama sonra taşlar yerine oturdu, limon fiyatını buldu, Türkiye Rusların dayattığı değil, ihtiyacı olan mal varsa almaya başladı.
Tüm bunları 30 yıl sonra neden anlattığıma gelince.
Son günlerde artık ezberlediğimiz BRİC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkeleri ile birlikte TEKM olarak kısaltılan (Türkiye, Endonezya, Kore ve Meksika) dörtlülerinden oluşan 8 ülkeye yeni dünya ekonomisinin yükselen yıldızları gözüyle bakılıyor.
Ülkelerle ilgili merak edilen en önemli soru ise bu ülkelerin arasındaki ticareti hangi para birimiyle yapacakları. Doğal olarak kimi uzman bu ülkelerin aralarındaki ticareti kendi para birimleriyle yapması gerektiğini söylüyor.
Aslında öneri o bir zamanların Türkiye-Sovyetler arasındaki kliring (adı üstünde İngilizcedeki karşılığıyla temizleme anlamına da geliyor) ödeme dönemini çağrıştırıyor…
Temizleme iyi de, ne pahasına ve faturayı kimin ödeyeceği sorusuna mantıklı cevap bulmadan aklınıza bile getirmeyin derim.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:23:00.761-07:00
Churchill’in polemiklerinden günümüz Türk siyasetçilerine…
Churchill’in polemiklerinden günümüz Türk siyasetçilerine…
Biz bugünlerde müzmin ana muhalif Baykal’ın, Başbakan Erdoğan’a yönelttiği “adam olamamışsın” sözcüğüyle başlayan tartışmaları bazen şaşkınlıkla, çoğu zaman da doğal gelişmelerin yansıması olarak algılıyoruz ama dünya örnekleri hiç te bu seviyede değil.
Peki, özellikle; çokça zekâ, biraz da edebi üslup gerektiren polemikler konusunda bu dünyanın en iyisi kim diye merak ediyorsanız, benim ölçülerimde sorunun tek yanıtı var:
Churchill..
İngilizleri, başta kaybettikleri 2. dünya savaşından zaferle çıkaran Başbakan…
Bugün bile cesareti yanında nükteleri, zeka dolu esprileriyle anımsanan o savaş yıllarının unutulmaz kahramanı…
**
Neler anlatılmaz ki onunla ilgili…
Bırakın “adamsın, değilsin” seviyesine inen tartışmaları…
Hoşgörü sınırlarını bile zorlayan rahatlıkta biridir Churchill.
2. dünya savaşının en acımasız cephelerine yetişmeye çalışırken, eşinin dünyaca ünlü bir zenginin yatında dolaştığı hatta aldattığı haberleri ulaşır kendisine.
Gösterdiği tepkiyi merak ediyorsunuzdur;
Uzak Doğu’daki yat gezisinde, zengin yat sahibi ile aşk yaşadığını öğrendiği eşi Sarah’ ı “Aman mutlu ol” diye teşvik ettiği yıllar geçmesine rağmen bugün bile anlatılır…
**
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Londra ilk kez bombalanınca, Alman gazeteleri unutulmaz manşet döşenirler:
“Bu daha bir şey değil, daha yeni başlıyoruz. Bu başlangıcın sonu ”
Başbakan Churchill manşetlerin süslediği gazeteleri fırlatıp atar ve tarihe geçen cümleyi söyler:
“Bu başlangıcın sonu olamaz; bu olsa olsa bir sonun başlangıcıdır ”
**
Londra’nın her akşam Almanlarca bombalandığı günlerde Churchill savaş yılgınlığına karşı radyodan halka hitap etmeye, bozulan moralleri düzeltmeye çalışmaktadır.
Bir akşam kapının önünden çevirdiği arabaya atlar, gideceği adresi şoföre yolda tarif eder.
Konuşacağı Radyoevinin önüne gelince şoföre sorar:
– Beni yarım saat bekleyebilir misin?
Karanlıkta müşterisinin yüzünü seçemeyen şoför cevap verir:
– “Özür dilerim, ama başbakan önemli şeyler söyleyecek, onun konuşmasını dinleyeceğim.”
Churchill, ilgiden hoşnut, iki sterlin uzatır.
Şoför o günlerin hayli bol bahşişini almanın keyfiyle yerlere eğilerek selam verir ve devam eder:
– Siz bana bakmayın, kimin umurundaki Churchill, ben sizi bekliyorum, efendim.
**
Kendisini eleştiren muhaliflere daima en sert ancak her koşulda esprili yanıtlar vermiştir Churchill.
Özellikle o dönemin İngiliz medyası, bu tavrından dolayı vahşiliğiyle tanınan köpek türünü çağrıştırsın diye kendisine “buldok” lakabını uygun bulmuş, bu da yetmez gibi zaman içinde kendisini köpek olarak gösteren heykeller yapılmaya başlanmıştır.
Peki, o köpek heykellerini gören başbakanın tepkisi ne olmuştur dersiniz?
Evet güzel olmuş ama, bana pek benzememiş, çünkü benim yanaklarım ‘buldog’ tan daha sarkık!
**
Avam kamarasının en renkli simalarından biri Lady Astor…
1919’ da girdiği parlamento yaşamını 1946’ da noktalayıncaya kadar Churchill ile kedi köpek gibi didişirler ama birbirlerine karşı attıkları taşlarla anılıyorlar bugün…
Lady Astor politikadan çekildiği 1946’ya kadar parlamentodan, çocuk ve kadın hakları, 18 yaşından küçüklere içki yasağı hakkındaki ünlü yasaları geçiren hayli karizmatik biri olarak anımsanıyordu.
Parlamentoya girişi, 1919’da kocasının ölümünden sonra gerçekleşti ama, maşallahı vardı kadının..
Siyasete adımını attığı günden itibaren yatağına girmediği kimse kalmamıştı neredeyse…
Her şeye rağmen kocasından kalan paraların büyük kısmını hayır işleri, sosyal yardım için harcayan Lady Astor’un bazı ‘cümleleri’ günümüze de damgasını vuran cinstendi:
Örneğin “Ben zengin adamın hiçbir şeyinden hoşlanmam… Sadece parasını severim” onun özdeyişi…
Lady Astor’ un en fazla çatıştığı kişi ise aynı zamanda en yakın dostu Churchill.
Bir gün Mecliste söz istemiş, çıkmış kürsüye..
Karşısında da devamlı laf atan siyasi hasmı…
Dayanamamış ağır biçimde sataşmış:
“- Seninle evlenseydim, kahvene zehir koyar, acımaz zehirlerdim”
Churchill hemen cevaplamış:
“-Hasbelkader seninle evlenmiş olsam, hiç tereddüt etmez o zehirli kahveyi içerdim.”
Churchill bu, İngiliz parlamentosunun en renkli siması ama başındaki tek bela Lady Astor değil ki..
Günün birinde bir başka Bayan Milletvekili, oturduğu yerden sürekli sataşan Churchill’ e kürsüden haykırır:
“Sarhoş!”
Churchill bu, anında cevabı yapıştırır:
‘Hanımefendi, benim sarhoşluğum yarın geçer ama sizin çirkinliğiniz hayat boyu sürecek…’
Bunlar siyasetçinin Parlamento çatısı altında sürdürdüğü polemikler…
Ama Churchill bunlarla yetinecek biri değil…
Örneğin en acımasız ağız dalaşlarına girdiği Bernard Shaw’ la sürdürdüğü diyaloglar var ki, nesilden nesile kaç yıl anlatılacak…
Shaw, bir oyununun ilk gecesine, Churchill’ i davet etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş:
– “Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa.”
Churchill, hemen benzer bir pusula ile yanıtı göndermiş:
– “Maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu seyretmeye gelemeyeceğim. İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynayacak kadar seyirci toplarsa.”
**
Her siyasetçi gibi en güç koşullarda bile halkla ilişkilere, imaja önem veren biri Churchill.
Başbakanlığı sürdürdüğü o zor savaş yıllarında İstihbarat yetkililerini odasında toplamış ve sormuş:
” İngiliz halkı benim için ne düşünüyor?”…
Yarım ağızla yanıtlamış servis başkanları;
“Sir Churchill, zaten siz İngiliz halkının başına geçerken; savaş, kan, gözyaşı, açlık ve sefalet vaat ettiniz, halkın sizden başka ne beklentisi olabilir ki? ”
Churchill ; ” Hiç mi?.. Hiç bir şey konuşulmuyor mu ” diye yineler..
Yetkililer sessiz kalır ama içlerinden cesur biri çıkar …
” Konuşulanlar var ama, ayıptır söyleyemem sir Churchill ”
Churchill ; ” Devlet yönetiminde ayıp yoktur ,lütfen açıklayın.. ” diye ısrar eder .
Yetkili utana, sıkıla : ” Sizin için iyi lider ama homoseksüel” diyorlar…
Churchill bir an düşünür sonra ağır ağır konuşur:
” İşte göreviniz de burada başlıyor beyler… İngiltere yi, Benim kıçımla değil beynimle idare ettiğimi halka anlatmak sizin işiniz…”
2007 seçim döneminde kaleme aldığım eski yazıyı bugün yeniden köşeme boşuna taşımadım.
Aslında siyasilerin bir kısmını yadırgamadım da…
Ama bazı şeyler her sataşmaya hatta küfre alışkın olmama rağmen yine de çok şaşırttı beni.
Bunlardan biri Kılıçdaroğlu’nun o mezara kendisini kovalayacak küfürlerini savunmaya çalışan ve kendisini gazeteci olarak görebilen kimi ustaların! İşgüzarlığı…
Kendisini özür dilemeye çağıranlara karşı “ne olmuş ki?” tavrıyla sergilediği vurdumduymazlığı hatta pişkinliği…
Aslında kimsenin pek aklına gelmeyen bir başka husus Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geldiği günden beri kafamı kurcalıyor.
Kemal bey sonunda emekli bir bürokrat…
Emekli ikramiyesi, maaşı, edindiği evleri, tarlası, çiti çubuğu belli bir adamdan söz ediyoruz.
Partinin parası Hazine denetiminde olduğuna ve dokunmayacağı bilindiğine göre, son yıl içinde kaybettiği bunca maddi manevi tazminat davalarının faturasını nereden, nasıl karşılayacak?
Eski parayla daha şimdiden 100 milyar civarında mahkumiyeti sır değil. İyi de, edindiği havuzlu villanın taksitlerini ödeyemediği için satmaya çalıştığını söyleyen dürüstlük abidesinden söz ediyoruz.
Daha bu satırlar yazılırken, “ananı” diye başlayan cümle nedeniyle Erdoğan’ın 40 milyarlık tazminat tebliğatının yola çıktığı biri, bunca parayı nereden buluyor, nasıl ödüyor?
Yanıtını merak ettiğim, ikna olacağım yanıtla mutlu olacağım bir soru bu…
Umarım yanıtı da vardır…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:21:55.759-07:00
Mersin seçim analizi (2002-2011)
Mersin seçim analizi (2002-2011)
Türkiye’de halk 2001 ekonomik krizinin faturasını ve kaybolan 90’lı yılların faturasını etkili siyasi partilerin tümüne 2002 seçimleriyle kesmiş, 2001 yılı Ağustos ayında kurulan AK Parti bir yılı doldurmadan iktidar olmuştur.
AK Parti’nin ülke genelinde estirdiği rüzgâr Mersin’de hiçbir zaman etkili olamadı.
Bu analizde öncelikle 2002’den günümüze Mersin’in (yerel, genel) seçim sonuçlarını analiz etmeye çalışacak, ardından AK Parti’nin il genelindeki başarısızlığının nedenlerini özetlemeye çalışacağım.
2002-2011 Nüfus projeksiyonu:
Mersin’in il genelindeki nüfus rakamlarına göz atıldığında son 10 yıl içinde ciddi bir değişiklik yaşanmadığı görülmektedir.
Tüm kent dinamiklerinin her başarısızlığa gerekçe gösterdikleri niteliksiz Güneydoğu ve Doğu Anadolu kökenli göç dalgası 1990’ların ortasından itibaren yavaşlamış, 2000’lerin başında ise tamamıyla durmuştur.
2002 yılında nüfusu 1 milyon 651 bin olan Mersin’in 2011 seçimlerine esas teşkil eden nüfusunun 1 milyon 648 bin olması her şeyi özetlemektedir.
Türkiye’deki ortalama artışın Mersin’e yansımadığını ve göç yalanının geçerliliğinin kalmadığını gösteren en güzel örnek 2002 ve 2007 seçimlerinde çıkarılan 12 Milletvekiline karşın 2011’de 11 Milletvekilliği ile yetinilmesidir.
Ülke genelinde Milletvekili sayısı azalan tek Büyükşehir’in Mersin olması dikkat çekici bir başka veridir.
Genel, yerel son 4 seçimde partilerin durumu:
CHP:
2002 seçimlerinin Mersin galibi %25 oy oranına kavuşan CHP’dir. Ancak CHP bu oranını 2004 yerel, 2007 genel ve 2009 yerel seçimlerinde arttıramamış, aksine bir iki puanlık kayıplarla mevcudu muhafaza edebilmiştir.
MHP:
Mersin genelinde 2002-2009 arası dört seçim boyunca en büyük sıçramayı MHP yapmıştır. 2002’de %18 olan oy oranını 2004 yerel seçimlerinde %27’e (İl Genel Meclisi) ve 2007 Milletvekili, 2009 yerel seçimlerinde %30 bandının üzerine çıkarmıştır. (2007 %30,5 2009 il genel meclisi ölçü alındığında %31)
Ancak MHP’ nin 2009’da ulaştığı bu oranın 12 Eylül 2010 tarihli referandumla birlikte gerilediği ve referandumda AK Parti seçmeni gibi “evet” yönünde oy kullanan tabanın %20’sinin (6 puan civarına tekabül ediyor) AK Parti’ye kayan oylarının geriye dönmediği bir takım objektif anketlerle de desteklenmektedir.
AK Parti:
2002 seçimlerine Mersin’den %18 oy oranıyla başlayan AK Parti 2004 yerelinde (İl Genel Meclisi) %25’ e ulaşmış ve 2007 genel seçimlerinde oyunu %27’ ye çıkarmıştır. Ancak 2009 yerel seçimlerinde özellikle Büyükşehir Belediye Başkan adayının belirlenmesinde yapılan yanlışların da etkisiyle oy oranı yeniden %25’e gerilemiş, Milletvekillerinin bu aday belirleme dönemindeki çekişmeleri sonunda sadece Büyükşehir değil hiçbir ilçede varlık gösterilememiştir.
DEHAP, SHP, BDP, Bağımsız kısaca Kürt oyları:
2002 seçimlerinden başlayarak il genelinde ortalama %10’luk bir oy oranı yakalanmıştır. Tek istisna Kürt tabanındaki şahin-güvercin kavgasına kurban giden ve 2007 seçimlerini 276 oyla kaybeden Orhan Miroğlu’nun adaylığıyla yaşanmıştır. 2004 yerel seçimlerinde geniş taban iddiasıyla Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday gösterilen Fikri Sağlar ile 2009 yerel seçimlerinde kamuoyunun pek tanımadığı Alaattin Erdoğan gibi bir isme rağmen İl Genel Meclisi düzeyinde %10 luk oy oranının aynı olması kemikleşmiş bir tabanı yansıtmaktadır.
Geçmişin ışığında 2011’e dönük tahmin:
2002-2009 arasındaki 4 seçim boyunca Mersin’de oylarını sürekli arttıran MHP tabanında özellikle de 2010 referandumuyla başlayan süreçte CHP ve AK Parti’ye ciddi kaymalar yaşandığı gözlenmektedir.
Ulusalcılığa yakın kesim CHP’ ye yönelirken, muhafazakarlardan bir kısmının AK Parti’ye kaydığı referandum sonuçlarıyla da desteklenmiştir. Son yapılan ve ciddiye alınması gereken bir takım anketlerde bu giden oyların geriye dönmediği gözlenmektedir.
Bu çerçevede 12 Haziran 2011 akşamı Milletvekili dağılımıyla ilgili aşağıdaki tablonun gerçekleşme yüzdesi hayli yüksektir:
Gittikçe kemikleşen Kürt oyları yanında aday sıralamasında CHP’den umduğunu bulamayan Alevi oylarından bir kısmını da alarak bağımsız aday Ertuğrul Kürkçü Milletvekili seçilecektir. 2011 seçimlerine 1 milyon 98 bin seçmenin yaklaşık %80’inin sandığa gideceği Mersin’de yaptığımız projeksiyonlar Kürkçü’nün seçilmesi için 70 bin oyun yeterli olacağını göstermektedir. 2009 yerel seçimlerinde 93 bin oya ulaşılması ve o günden bugüne tabanın daha da kenetlenmesi durumu yeterince özetlemektedir.
Geriye kalan 10 Milletvekilliğinin 9’unun AK Parti, CHP, MHP arasında paylaşılması, son Milletvekilliğinin ise birinciliği alacak parti hanesine yazılması en yakın olasılıktır. 4,3,3 dengesinin bozulabilmesi ancak birinci partinin %35’lerin üzerine çıkması ve üçüncü partinin %20’ler seviyesine inmesiyle mümkün olabilir ki, ortada böylesi bir radikal değişimi sağlayacak bir neden görülmemektedir.
Mersin’de birincilik her ne kadar AK Parti ile CHP arasında geçecek gibi görünüyorsa da, AK Parti gerek Erdoğan’ın ülke genelinde zaten var olan karizması, Mersin’de Zafer Çağlayan’ın sürdüreceği kampanyanın etkisiyle süreci rahatlıkla kendi lehine çevirebilir.
Ancak bunun için Çağlayan’ın Mersin’in yapısına ve dokusuna uygun bir kadro ve söylemle hazırlanması gerekmektedir.
Akdeniz Oyunları, Çukurova Uluslararası Havalimanı, Mersin-Antalya sahil yolu, Kazanlı-Seyhan turizm bandı projelerinin etkin biçimde anlatım ve tanıtımı, kimi temel atmaların kampanya dönemine yetiştirilmesi (veya bu yönde ikna edici adımlar) kararsız seçmen yanında Mersin’in en etkili potansiyeli olan sessiz çoğunluk üzerinde çok etkili olacaktır.
Çağlayan Dış Ticaretten sorumlu Devlet Bakanlığı yanında iş dünyasının ruhunu ve genlerinde dış ticareti taşıyan Mersin’le ortak dili konuşması nedeniyle bu dönem için bulunacak en iyi lokomotif isimdir. Bu isabetli seçimin sandığa yansıması için özellikle Mersin’in dinamiklerini bilen ve bugüne kadar kısır çekişmeler nedeniyle AK Parti’den uzak duran birikimli insanlarla bir araya gelmesi sağlanmalı, bu konuda titiz ama etkin bir çalışmaya derhal başlanmalıdır.
Mersin’in son 8 yıllık seçim tablosu:
Yıl Nüfus seçmen geç.oy/ or AKP CHP MHP Bğmsz
2002 1651 929 680 %76 125 (18) 168 (25) 122 (18) 65 (9)
2004 1668 978 765 %78 187 (25) 171 (23) 200 (27) 74 (10) *
2007 1596 1009 794 %80 216 (27) 196 (24) 243 (30) 52 (6)**
2009 1640 1085 912 %86 232 (25) 207 (22) 285 (31) 93 (10)
2011 1648 1098
*2004 yerel seçimlerine SHP şemsiyesi ile girilmişti
** 52 bin oy 2007 Milletvekili seçimlerine giren tüm bağımsızların toplamıdır. BDP’nin desteklediği Miroğlu’nun oyu 48 bindir.
Partilerin oyları yanında yer alan parantez içindeki rakamlar % oranlarıdır.
Abdullah Ayan
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:20:24.471-07:00
Rekabet sıralaması, Mersin’in 14.lüğü üzerine analiz özeti …
Rekabet sıralaması, Mersin’in 14.lüğü üzerine analiz özeti …
Uluslararası Rekabet Araştırmaları Kurumu, kısa adıyla URAK…
Üç dönemdir Türkiye genelindeki 81 ili masaya yatırıp, 50’ye yakın veriden yola çıkarak kentlerin evrensel ölçülere en yakın rekabetçilik sıralamasını ortaya koymaya çalışan Kurumun adı…
Aslında DPT’nin yapmaya çalıştığı ama bir türlü beceremediği “İllerin Sosyoekonomik Gelişmişlik” sıralamasını, daha çağdaş, günümüz koşullarında önem kazanan farklı kimi ölçülerde yapıyor URAK…
DPT’nin son “Sosyoekonomik Gelişmişlik sıralaması” çalışmasının 2003’te yapıldığı ve o sıralamaya esas teşkil eden verilerin 2000 yılına ait olduğunu varsayarsak, düzenli olarak yapılan ve son üç yıla ayna tutan URAK araştırmasının değeri ve farkı daha iyi anlaşılır.
URAK “İller arası Rekabetçilik Endeksi –İRE-” dört ana kategoriden yola çıkarak hesaplanmakta:
A-Beşeri Sermaye ve Yaşam Kalitesi endeksi;
( Öğretimden sağlığa, derslik sayısı ve öğretmenden bin kişiye düşen doktor ve hastane yatağına, otomobil sayılarından alışveriş merkezlerinin m2 büyüklüğüne, beş yıldızlı otellerin yatak sayısından meskenin tükettiği elektriğe varıncaya kadar şehirleşme kalitesini belirleyen 16 faktör ve faktörlerin özelliğine göre 2 ila 4 arasında değişen puanlar)
B-Markalaşma becerisi ve Yenilikçilik;
(100 milyon dolar üzeri ihracat yapanından İSO-500 arasına giren firma sayılarına, son 5 yıla ait patent, marka, faydalı model tescil ortalamalarından süper ligde yer alan kulüp sayılarına varıncaya kadar 7 alt faktör)
C-Ticaret Becerisi ve Üretim Potansiyeli;
(İl genelinde tahakkuk eden vergiden toplanan mevduata, ihracat hacminden dış ticaretle meşgul firma sayısı ve gümrüklerin varlığına, açılan kapanan şirket sayılarından iç talep potansiyeline, kamu yatırım miktarından sanayinin elektrik tüketimine toplam 11 faktör)
D-Erişilebilirlik;
(İl genelindeki ADSL ve sabit telefon miktarından araç sayılarına, iç ve dış hat uçakların indiği hava alanından demir yolu ve limanlara, bölünmüş yoldan km başına düşen otoyol, haberleşme ve ulaştırma kamu yatırım miktarına 12 faktör)
46 etmen farklı ve ağırlığına göre 1 ile 4 arasında değişen katsayıyla çarpılarak sonuçta her il için bir değer bulunuyor.
Bu değerlere göre de illerin rekabetçilik gücü belirleniyor.
Son açıklanan ve 2010 yılının performansını ortaya koyan 2009/2010 sıralamasına göre İstanbul kendisine en yakın il olan Ankara’yı ikiye katlayarak 86 puanla açık ara birinci…
İstanbul’u sırasıyla Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli, Eskişehir, Tekirdağ, Antalya, Adana, Gaziantep, Hatay, Kayseri, Zonguldak takip ederken Mersin 25,91 puanla 14. Sırada yer alıyor.
Peki bu durum daha önceki iki ölçüme göre ne ifade ediyor derseniz?
2008 yılında yukarıdakilere ilaveten Samsun ve Trabzon’un gerisinden 24.68 puanla yarışa başlayan Mersin, 2009 yılında 25.87 ile 15.liğe ve ardından 2010’da 14.lüğe çıkıyor. Nisbi bir iyileşme söz konusu ama bu hem yeterli değil, hem de sıralamayı belirleyen alt değişkenleri bakıldığında basitinden bir ayrıntıyla ortaya çıkan bir tablonun varlığı anlaşılıyor.
Üç yıllık genel sıralamaya bakıldığında çarpıcı yükselişler yanında dramatik düşüş yaşayan iller göze çarpıyor.
Adana 9’luktan 6.lığa, Konya 13.lükten 17.liğe düşerken, kamu yatırımları sayesinde Diyarbakır’ın 39.dan 32 ve Zonguldak’ın 29’dan 13’lüğe sıçradığı görülüyor.
İzmir, Aydın, Muğla, Antalya, Mersin, Hatay gibi sahil kentleri ilk 20’ye girerek dikkatleri üzerlerine çekiyorlar.
Genel tablo böyle…
Yukarıda 4 ana başlık altında toplanan değişkenlere göre Türkiye ve Mersin’in durumuna gelince…
A-Beşeri sermayede Ankara, İstanbul, Eskişehir, İzmir, İsparta, Antalya, Trabzon, Edirne, Kırıkkale, Erzurum, Elazığ, Bursa, Kocaeli, Muğla, Konya, Bolu, Karabük, Adana, Kayseri, Aydın, Denizli’nin ardından Mersin ancak 22. Sırada yer bulabiliyor. (2008 ve 2009 ölçümlerinde 23. Sıra)
Bu kategoride ciddi düşüş gösteren iki il var: Adana 13’ten 18’e ve Samsun 18’den 24’e…
Mersin’in özellikle sağlık ve eğitimde kronik sorunları olduğu herkesin malumu. (DPT’nin de sosyoekonomik gelişmişlik sıralamasında Mersin’i 17.liğe iten en önemli iki faktör yine bu alandı. O nedenle aslında sürpriz yok. Ama yıllar içinde iki sorunun da çözülmemiş olması üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.)
B-Markalaşma becerisi ve yenilikçilik alanında İstanbul 100 üzerinden 100 tam puan alarak 23 puanla ikinci sırada yer alan Ankara’yı bile dörde katlıyor. Mersin ne yazık ki, 1’in (0,7) bile altındaki endeks değeriyle burada da ancak 22.sırada yer bulabiliyor kendisine. (Beşinci sıradaki Gaziantep’in puanının 13 olduğunu, bir başka ifadeyle Mersin ile Gaziantep arasında 20 kata yakın fark olduğunu bilmekte yarar var)
Bu kategoride Mersin’in üzerinde yer alan 21 il şöyle:
İstanbul, Ankara, Bursa, Kayseri, Gaziantep, İzmir, Manisa, Denizli, Eskişehir, Antalya, Trabzon, Sivas, Diyarbakır, Kocaeli, Konya, Adana, Sakarya, Hatay, Balıkesir, Tekirdağ, Maraş ve Mersin…
(Bu alt endeksi etkileyen önemli bir ayrıntıyı not etmekte yarar var: Mersin’de üretim yapan ve zaman içinde merkezlerini İstanbul’a taşıyan Çimsa, Şişe Cam, Soda Sanayi ve Anadolu Cam gibi gruplarla Çukurova şirketlerinin üretim faaliyetlerini halen Mersin’de sürdürmelerine rağmen Ticaret kayıtlarını İstanbul’a nakletmelerinin önlenemeyişi)
Ne yazık ki Mersin son üç yıl içinde bu kategoride bırakın yükselmeyi 20.likten 22.liğe düşerek dikkat çeken illerden biri. Buna karşın Gaziantep 8’den 5.liğe, Diyarbakır 55.likten 13.lüğe, Antalya ise 18.likten 10.luğa sıçrama başarısını yakalayan iller…
C-Ticaret potansiyeli ve üretim endeksi Mersin’in en başarılı performansı sergilediği alan olarak göze çarpıyor. İstanbul’un 100 üzerinden 88 puan aldığı bu endekste Mersin (21,62) ile Türkiye 9.su konumunda…
İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa, Hatay, Urfa, Gaziantep’in ardından 9.luğa yerleşen Mersin’in aynı kategorideki yeri 2008’de 22. Ve 2009’da 10. Sıra…
D-Erişilebilirlik sıralamasında her ne kadar İstanbul 100 üzerinden 94 ile ülke birinciliğini alsa da, ilk 3 kategoriden farklı olarak bu alanda iller arası uçurum yok. Örneğin birinci İstanbul 94 puana sahipken 11. Sıradaki Mersin 56 puana sahip…
Bu endeksteki Türkiye sıralamasına gelince: İstanbul, İzmir, Tekirdağ, Ankara, Hatay, Kocaeli, Adana, Bursa, Zonguldak, Samsun ve Mersin…
(Bu sektörle ilgili bir ayrıntı, daha doğrusu bir müjde: Mersin-Antalya sahil yolu, Çukurova Uluslararası hava limanı, yeni konteyner limanı, Karaman duble yolu ve benzeri yatırımlar kısa zamanda hayata geçtiğinde Mersin İzmir’in de önüne geçerek, erişilebilirlikte İstanbul ile yarışır hale gelecek)
Asıl zorlanacağımız alanlar olarak görülen Sağlık ve Eğitimde de başlatılan yatırımların tamamlanmasıyla göreceli iyileşme sağlanacaktır birkaç yıl içinde…
Ama asıl sorun bana kalırsa, epeyi gerisinde kaldığımız markalaşma ve yenilikçilik becerisi gibi Kayseri, Gaziantep, Manisa, Denizli hatta Eskişehir ve Antalya’nın bile hızlı yolduğu kulvarlardaki zayıflığımız…
Mersin’in güçlü ve zayıf yanlarıyla ilgili araştırma yapanların, görünümümüze ilişkin değerlendirmelerini bu gözle yapmalarına umarım yararı olur özetlemeye çalıştığım Rekabetçilik tablomuzun, daha doğrusu en gerçekçi karnemizin…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:19:27.206-07:00
Genç, Nuh’un Gemisi projesine karşı mı?
Genç, Nuh’un Gemisi projesine karşı mı?
Mersin Üniversitesi doğruları, yanlışlarıyla 1992’ de kuruldu.
Kentle bütünleşme, bu doğrultuda Mersin bileşenleriyle ortaklaşa hareket edecek yönetim anlayışıyla yola çıkıldıysa da, zaman içinde bambaşka bir anlayış hâkim oldu yönetime…
Zafer Üskül, Onur Bilge Kula, Türker Özsayar, Nevzat Külcü gibi ülke çapında bilim adamları birikimlerine bakılmaksızın, 28 şubat sürecinin acımasız cadı kazanına atıldı.
Sürecin can acıtıcı, kanatıcı kimi öykülerini daha önce yazmaya çalıştım.
Ama son günlerde tanıklık ettiğim kimi gelişmeler var ki, yakın dönem kent tarihi adına not düşmek gerekir diye düşünüyorum.
Bunlardan biri de 18 yıldır yapımı yılan hikâyesine dönen Üniversite sınırları içindeki Nuh’un Gemisi adlı Kongre Merkezi projesi…
Üniversitenin kurulduğu ilk yılın hemen ardından, kısacası 1993’te sonradan da kavramakta zorlanacağı kimi tarihi fırsatlarla yüz yüze geldi Mersin…
Önemli fırsatlardan biri de Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanı olmasıyla yakalandı.
Bakmayın 2004’te Demokratik Güç Birliği adına Büyükşehir adaylığına soyunduğunda, acımasız eleştirilere uğradığına, belden aşağı darbelerle hırpalandığına…
Sağlar Bakanlığı boyunca Mersin’e bir şeyler kazandırmaya çalıştı, Mersin insanı da Sağlar’ı hep benimsedi.
İşte o netameli 1993’te ve üstelik Üniversite henüz bir yaşında iken, Erdal İnönü SHP’sinin gelecek vadeden siyasetçilerinden Sağlar, oturduğu Kültür Bakanlığının olanakları çerçevesinde Mersin’e ne tür projelerin hayata geçirilebileceği sorusuna yanıt arıyordu.
Aynı dönemde, benzer soruya kafa yoran başka dinamikler de vardı ki, kısa zamanda aranan cevap bulundu.
Musa Timur’un başkanlığı döneminde MESİAD’ın fikir olarak ortaya attığı birkaç proje masaya yatırıldı.
Bunlardan birisi –belki de en önemlisi- o günlerin çiçeği burnundaki genç Üniversitesini taçlandırmakla kalmayacak, kentin de önemli gereksinimlerini karşılayacak bir Kongre Merkezini Mersin’e kazandırmaktı.
Sağlar’ın desteğiyle çabalar karşılığını buldu. Üniversite kampusu olarak belirlenen alanın içinde, o sonradan epeyi konuşulacak, tartışılacak “Nuh’un Gemisi” adıyla tanımlanan Kongre Merkezinin projesi tamamlandı, hatta belli bir kaynak aktarılarak 1993’te yapımına başlandı.
Kısa zaman sonra Sağlar bırakmak zorunda kaldı Kültür Bakanlığını…
Türkiye’nin o kaybolan 10 yıllık fetret döneminde SHP, CHP hatta 1999’da yine bir başka Mersinli İstemihan Talay aynı Kültür Bakanlığı koltuğuna oturmasına rağmen, bir daha hiç kimse Mersin Üniversitesi yerleşkesi içinde yer alan “Nuh’un Gemisi Kongre Merkezi” projesini bir daha anımsamadı. Mersin gibi bir kentin hiçbir vekili, başlayan yatırımın tamamlanması adına tek adım atmadı.
O geçmişten günümüze gelecek olursak…
Mersin Üniversitesi artık çevresine ördüğü surların içine hapsolan ve kurumun kentten soyutlandığı eski konumunda değil.
Üstelik kentin gelişme potansiyeli düne kadar kendi içine hapsolan Üniversiteyi istese de, istemese de Mersin ile buluşturmak zorunda.
Konjoktör uygun olmasına uygun da, düne kadar kimsenin haberinin olmadığı, yakın gelecekte her elini uzatanın dokunacağı yakınlıktaki Nuh’un Gemisi Kongre Merkezi, 1993’te Sağlar döneminde atılan temele bakmanın ötesinde, sonrasında aktarılacak kaynağı beklemekte…
18 yıldır ne olacağı sorusuna cevap bulamadığımız projeyi, kendisine ayrılan alanın zaman içinde değerlenmesi bir yana, iki yıl sonra Mersin’in ev sahipliği yapacağı Akdeniz Oyunları sayesinde tamamlama fırsatını yakalayabiliriz.
100 dönüm arazi üzerinde tamamlanmayı bekleyen Kongre Merkezi, yakın gelecekte Mersin’de gerçekleştirilecek 2013 Akdeniz Oyunlarının yönetim ve medya adına iletişim merkezi haline getirilebilir.
Daha da önemlisi yine Üniversite Kampusu içine yapılacak 4500 kişinin barınacağı Olimpiyat Köyü ile birlikte düşünüldüğünde, başta Mersin olmak üzere; akademik, sosyal, iş adamları gibisinden tüm toplum kesimlerinin yararlanacağı Kongre, sempozyum, konferans gibisinden he türlü etkinliğe ev sahipliği yapacak bir komplekse sahip olacağız.
Son günlerde MESİAD 1993’ten beri çivi çakılmamış bu önemli yatırımı kente kazandırmak için yoğun gayret içinde…
Büyükşehir Belediye Başkanı Macit Özcan’ da aynı tesisin Akdeniz Oyunları çerçevesinde Mersin’e kazandırılması yönünde çaba sarfediyor.
“Herkes sahiplendiğine göre, tamamlanmasına kim engel olabilir ki?” gibisinden çoğu insana saçma gelecek sorulara kafa yoruyorsanız, tasanız boşuna değil derim…
Kapalı kapılar ardında yapılan son toplantılarda Yenişehir Belediye Başkanı İbrahim Genç’in, Hükümetin 2013 Akdeniz Oyunlarına aktaracağı parayla tamamlanacak ve 10 günlük etkinliklerin ardından ömür boyu, Üniversite başta olmak üzere kent kullanımına terk edilecek böylesi önemli projeye anlaşılması zor bazı gerekçelerle karşı çıktığı konuşuluyor.
“Ben zaten bir Kongre Merkezi yapacağım” bahaneleriyle başlayan ve sanki benzeri yatırım başka yatırımlar göz çıkaracakmış gibisinden, “Nuh’un Gemisi” projesine karşı çıktığı konuşuluyor ki, doğruluğuna inanmadığım böylesi bir tavrı kabullenmek mümkün değil.
Genç’in, 2014 seçimlerinde Macit Özcan’ın yerine CHP’den aday olmak istediği, tüm stratejilerini buna göre kurguladığı siyaset çevrelerinde bir süredir yoğun biçimde konuşuluyor zaten.
Siyaset iddia işidir ve bu hedefler doğrultusunda kendisine söyleyecek sözümüz olmaz…
Ama kendi partisinden biriyle girdiği, geleceğe dönük bu iddialı yarış, Mersin’e hiç bir alanda zarar vermemeli.
2014’e hazırlanırken kazandırdığı eserler hanesine bir Kongre Merkezi eklemek istiyorsa, önünde bir engel yok, sonunda alkışlarız da kendisini…
Ama 2014’e giden süreçteki yolculuğu bu ve benzeri projelerin önünü kesmemeli.
Aksi takdirde, attığı adımlar bir süre sonra kendisine zarar vermeye başlar…
Siyaset arşivi, Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olanların dramatik hikâyeleriyle dolu.
Dilerim o öykülerden birini anlatmak, dinlemek zorunda kalmayız önümüzdeki günlerde…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:17:58.153-07:00
YSK’ nın yol açtığı kriz… AK Partinin çıkaracağı dersler…
YSK’ nın yol açtığı kriz… AK Partinin çıkaracağı dersler…
Seçimlere doğru tahminlerde bulunuyor, özellikle Mersin’in zaten üç aşağı beş yukarı tablosunun nasıl gerçekleşeceğine dönük olası senaryoları anlatmaya çalışıyorum.
Tüm yazdıklarımda rezerv olarak kullandığım tek cümle var: “Ayağa kurşun sıkmamak kaydıyla”
Elbette boşuna kullanmıyorum cümleyi…
Çünkü burası Türkiye…
Çalan kapıyı sütçü geldi diye açtığınızda polisin sizi alıp götürdüğü, polisi beklerken de sütçüyle burun buruna geldiğiniz dünyanın en tuhaf ülkelerinden biri…
Özellikle demokrasi dediğinizde, dünyanın bu alanlardaki sıralamalarında kimi kategorilerde 85, bazı acımasız verilere göre 125. Sırasında yer alan ülkelerinden birinde yaşıyorsanız… (Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Endeks sıralamasına göre ne yazık ki 125.likte yer alıyoruz.)
Dünyanın en büyük 16.ekonomisi olmakla gurur duyuyoruz ama demokrasimiz geri kalmış ülkelerin kategorisinde…
Gelecekle ilgili elbette umudumuz var.
O umutla 12 Haziran seçimlerini, kurtarıcı Godot’ yu bekler gibi bekliyor, yeni ve çağdaş bir anaysa adına, zindandan çıkmayı bekleyen ağır mahkûm gibi gün sayıyoruz adeta…
Tam da bu ruh hali içindeyken, ayağa kurşun sıkacak yanlış hamleyi siyasi aktörlerden beklerken, umulmadık darbe Yüksek Seçim Kurulundan (YSK) den geliyor.
Türkiye’de utanç çıtası olduğu konusunda hepimizin hem fikir olduğu %10 luk seçim barajı saçmalığını, bağımsız adaylarla aşmaya çalışan BDP’nin siyaset yapma, Millet Meclisine temsilci gönderme arayışları dinamitleniyor YSK eliyle…
Kararın mevcut yasalara uygun mazeretlerini kabul etmek mümkün değil.
Mümkün değil çünkü, hukukun hâkim olduğu hiçbir ülkede düzeltilmesi olanaksız kararlara yer yoktur.
YSK dâhil her kurum mevzuata bakarak hüküm verir ama bu hükümlerin tümünü denetleyecek bir üst kurum olması kaydıyla…
O nedenle yürekten savunduğumuz AB süreci sayesinde AİHM ve benzeri kurumların hakemliğini kabul etmiş bulunuyoruz. Ve o kurumların evrensel hukukla dalga geçen bu türden kararları kabul etmek şöyle dursun, anlaması mümkün değil.
Sadece onlar değil, 21.yüzyıl Türkiye’sinde sağduyulu hiçbir bireye anlatamayacağımız güçlükte bir operasyonla karşı karşıyayız…
Ülke tam sakinleşmişken, tüm kesimler toplumsal temsil güçlerini sandığa yansıtacakları 12 Haziran gününe endekslemişken, bu gecikmiş 1 Nisan şakasını, kime nasıl anlatacağız?
Birileri çıkıp mevzuata uygun diyebilir.
Allah aşkına bu ülkede mevzuat hazretlerinin nasıl çalıştığını bilmiyor muyuz?
12 bağımsız Milletvekili adayına, hem de hukuki süreç anlamında atılacak hiçbir adımın kalmadığı o son noktada “aday olamazsınız” diyen anlayışın nesini savunacağız?
Karar için istendiği kadar “mevzuata uygun” mazeretleri üretilsin, evrensel hukukla bağdaşır yanı vardır diyebilir miyiz?
Üstelik artık çöpe atma günümüzün gelip geçtiği darbe anayasası bile herkese seçme, seçilme hakkını vermişken, Kürtlerin büyük çoğunluğunun seçilmekten geçtim, dilediğini seçme şansı elinden alınmışsa…
Türkiye’de derin diye tanımladığımız, bir akıl, bir büyük irade sergileyecek refleks varsa…
Bugünden tezi yok, yapılan yanlışı düzeltme doğrultusunda bir tepki koyar ortaya…
Örneğin 1975 yılındaki mahkumiyet kararıyla ilgili Ertuğrul Kürkçü’nün 36 yıl sonra da olsa “memnu hak” belgesini ibraz etmesine olanak sağlanır.
Saçmalık olduğunu biliyorum, ülkemde de geçerli olmasını dilediğim gelişmiş hukuk kriterleriyle ne ölçüde bağdaştığını da tartışacak değilim.
Ama derdimiz şu ucube darbe anayasasından kurtulacağımız yeni döneme kadar “üzüm yemekse” Kürkçü başta olmak üzere en azından 6 adayın daha getirmesi mümkün mevzuat hazretlerini ikna edecek belgelerin sağlanarak, bir orta yol bulunması en akla yakın çözüm gibi görünüyor.
Milletvekillerinin %67’sini liste dışı bırakmış Kılıçdaroğlu CHP’ si, %50’sini silmiş AK Parti, değişikliklere şimdiden hayır diyen MHP’ yle mevcut Meclisin tek adım atması mümkün mü?
Bakmayın Kılıçdaroğlu’nun “gerekirse anayasa değiştirir, baraj indiririz” söylemlerine…
Hayata geçmesi olanaksız önerilerle seçmene şirin görünme arayışları bunlar.
Seçimleri etkileyecek tüm değişikliklerin ancak bir yıl sonra uygulanacağı hükmü orta yerde dururken ve siz 100 Vekilinizin 78’ini liste dışı bırakmışken, onları son kez Meclise çağırıp, böylesi radikal değişikliğe omuz vereceklerini sanıyorsanız, vay halimize…
O nedenle en gerçekçi yaklaşım en azından BDP’nin yedek aday göstermeyi aklından geçirmediği Mersin gibi illeri kurtarmak ve Ertuğrul Kürkçü’nün adaylığını engelleyen bürokratik belgeleri en kısa zamanda YSK’ ye sunarak, kaosu durduracak orta yolun bulunmasına yardımcı olmak…
Gerisi, hepimizin 13 Haziran sabahından başlayarak, ülkenin tüm kesimlerine, her bireyine kendisini özgürce hissedeceği yeni ve sivil, rejimi değil insan haklarını koruyan bir anayasanın önünü açmak…
*Baykal’ın deyimiyle tuzak anlamına gelen YSK kararının Mersin yansımalarına gelince…
Kürkçü’nün adaylığının önünün kesilmesi önce güçlü biçimde Mecliste yer almak isteyen BDP’yi etkileyecek kuşkusuz.
Ama AK Parti’ye vereceği zararın bundan kalır yanı yok. Bağımsız adayın önünün kesilmesi BDP’ nin Mersin’de seçimleri boykotunu getirecek ister istemez. Boykot ise tıpkı 12 Eylül 2010 referandumunda yaşadığımıza benzer Kürt mahallelerinde mahalle baskısına yol açacak ister istemez.
Kürkçü’ye oy verme beklentisiyle sandığa gitmesi engellenmeyecek Kürt seçmenin dilediğine oy verme özgürlüğü var ama adayın veto edildiği bir seçim sandığına istese de gitmesi mümkün olmayacak insanların… Bu nedenle Mersin’de Kürtlerin BDP dışındaki tek seçeneği olan AK Parti en büyük zararı görecek, ister istemez…
Şu satırların yazıldığı saat itibariyle ve ülke belirsizlik sisleri içindeyken benim umut yanım, en azından Kürkçü ve benzer durumdaki siyaset yapmasının mevcut akıl almaz mevzuatla bile engellenmesi mantıksız 5 adayın daha önünün açılacağı yönünde…
Umarım yaşadığımız bu musibet yakın zamanda barajın düşürüldüğü, aday belirlemenin daha demokratik yöntemlerle gerçekleştiği yeni ve aydınlık süreci, “bir musibetin bin nasihate” değdiği günleri getirir bizlere…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-08-02T06:16:54.053-07:00
Mersin’de Partilerin 5 Vekil çıkarma hesabı tutar mı?
Mersin’de Partilerin 5 Vekil çıkarma hesabı tutar mı?
Farklı pek çok kesimin, Milletvekili sayılarıyla ilgili Mersin özelindeki tahminlerini dinliyor, yazan olursa da okuyorum.
İş matematiğe dayanmadıkça, çıtayı yukarıda tutmak, hatta deyim yerindeyse mangalda kül bırakmamak kolay…
Siyaset yapmak iddia işi, örneğin Mersin’de yarışa giren parti temsilcilerinin biz 5, 6 Vekil çıkaracağız demeleri gayet doğal, mahzuru da yok.
İddialarını abartanları dinledikçe çoğunuzun bildiği fıkra geliyor ister istemez…
İki yaşlı arkadaş oturmuş, eski günlerinden dem vurup birbirlerine gaz veriyorlarmış.
İş o kırmızı noktalı performansa dökülünce, yaşlılardan biri öbürüne sırrını fısıldamış: “Bakma yaşlı durduğuma, genç sevgilim var, haftada birkaç kez de birlikte oluyoruz.”
Öbürünün morali bozulmuş tabii.
Soluğu arkadaşı doktorda almış. Başlamış şikayetini anlatmaya: “Aslında bir şeyim yoktu. Ta ki arkadaşım aklıma düşürünceye kadar. Ayda bir kez eski deneyimleri yaşayamazken, arkadaşım haftada birkaç kez birlikte olduğunu söylüyor.”
Doktor, sabırla dinlemiş dostunu ve dönüp sormuş: “Arkadaşın anlatıyor da, gözünle gördün mü?”
-Yok ama öyle söylüyor…
-İyi ya, rahatlatacaksa, sen de söyle…
Tam da bu fıkra misali; her aday, hatta her partili, Mersin gibi 11 Milletvekilinin çıkacağı, üstelik birinin de büyük olasılıkla Bağımsız hanesine yazılacağı bir kentte 10 Vekilliği dilediği biçimde paylaştırabilir.
Dedim ya, siyaset çıtayı en yükseğe koyma işi olunca seslendirilen iddiaların kimseye zararı da yok.
Ama bizim işimiz hayalleri değil, gerçekleri anlatmak…
Bu durumda çıkması muhtemel tabloyu da, hangi olasılıkların bunu değiştireceğini, değiştirebileceğini de hesaplamak gibi aslında çok kolay ama birilerinin duymak istediği hesabı yapmamız gerekiyor.
12 Haziranda sandık başına 1 milyon 98 bin seçmen gidecek Mersin’de…
%80 katılım olması bekleniyor.
Bu durumda 878 bin (siz ona yuvarlak 880 bin deyin) seçmen oy kullanacak.
Kimi arkadaş AK Partiye 5, CHP’ ye 2 Vekillik tahmini yaparken, kimi de tam aksini iddia ediyor. (Ne hikmetse taraflar MHP’nin 3 Vekilliği konusunda uzlaşmış gibi)
Türkiye’de Vekil dağılımı D’hondt sistemiyle hesaplanıyor, uzunca zamandır.
Bu sistemde ülke genelinde %10 barajını aşan partilerin almış olduğu oylar 1’e, 2’ye ve sonuç olarak tüm Vekil sayısına bölünür. Çıkan rakamlar büyükten küçüğe sıralanır.
Karmaşık gibi durduğuna bakmayın. Uyguluma örneğiyle anlatıldığı vakit aslında çok basit bir sistem.
Gelelim Mersin’de gerçekleşmesi en yüksek olasılığa…
Aldıkları oy miktarında dramatik gelişmeler olmadığı sürece, birini bağımsız adayın kazanması sürpriz olmayacak İl dağılımında, geri kalan 10 Milletvekilliğinin 4’ünü ipi önde göğüsleyen parti alacak, geri kalan da 2. Ve 3. Arasında kardeşçe paylaşılacak.
Bir başka ifadeyle Mersin’deki dağılım 4-3-3-1 şeklinde olacak.
Sürpriz olabilir mi?
Bunun olması ancak üç partiden birinin %20 sınırına hatta altına düşmesi gerekiyor.
Oysa mevcut hiçbir tahmin, yapılan hiçbir anket böyle bir tabloyu yansıtmıyor.
Örneğin 3. Gibi görünen partinin bugün %24’lerde olan oyunun %20’lere inmesi mevcut koşullarda neredeyse olanaksız.
Mersin’de AK Parti, MHP ve CHP yarışacak. Hiç birinin mevcut koşullarda %35’in üstüne çıkması, %20’ nin altına inmesini gerektirecek fazla neden yok ortada.
Adaylar üzerinde tartışmalar sürüyor ya…
3 partinin listelerinde de çok büyük hatalar olmasına rağmen, Mersin’in mevcut tablosu, sıralamalar nasıl yapılırsa yapılsın değişimi etkilemeyecekti.
Bir örnekle noktalayayım yazıyı:
Birinci partinin %35, üçüncü partinin %22 aldığını varsayalım (Gerçekleşmesi hayli zor olasılığın en uç örneği olarak kabul edin)
Birinci partinin (A diyelim) 308 bin, üçüncünün (C) 193.600 geçerli oyunu 1,2,3 ve sonra 4’e bölelim.
A= 308.000, 154.000, 102.666, 77.000, 61.600
C= 193.600, 96.800, 64.533
Bu durumda A partisi 4. Vekilliği 77 bin ile alırken, C partisi üçüncü vekilliğe 64.5433 ile ulaşıyor.
C partisinin 3. Vekilliği kaybetmesi için A parti oylarının 5’e bölünmesiyle elde edilen 61.600 altına düşmesi gerekiyor.
Bugün için AK Parti, CHP, MHP üçlüsü arasında ne %35’in üzerine çıkma ne de %22 altına düşmeyi gerektiren bir trend söz konusu değil…
Seçimlere kadar böylesi radikal değişim mümkün olabilir mi?
Bana göre hayli zor…
Burası Türkiye diyenler olsa da; bindiği dalı kesme, kendi ayağına sıkma dışında faktörlerin sonucu değiştirmeyeceği bir seçime doğru gidiyoruz.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-04-14T07:51:55.394-07:00
Bu telaş niye?
Bu telaş niye?
Ekibi harcandı Baykal bu kadar feryat etmedi.
Hatta “Baykal’cılar falan yok” diyerek sineye bile çektiği söylenebilir reva görülenleri.
Daha 6 ay önce partinin iplerini elinde tutan, neredeyse “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” konumundaki Genel Sekreter Önder Sav Baykal’dan beter duruma düştü.
Çevresini temizlemekle kalmadılar, kendisini de liste dışı bıraktılar.
Bu saatten sonra yeni kurultay, seçim sonrası kavga falan hikaye…
Atı alan Üsküdar’ı geçti bile…
Milletvekilliklerini kafasına göre düzenleyen, Genel Merkez direksiyonunu eline alan güç, teşkilatları mı revize edemeyecek?
Herkes Sinan Aygün ismine takılmış.
Hayatı boyunca aslan sosyal demokratların mahallesine yolu düşmemiş birinin ne işi var sorularına yanıt aranıyor da, çok daha ilginç isimleri sorgulayana rastlamadım.
Gaziantep adayları için ön seçim yapıldı ama, 2 ve 4’üncü sıraların merkez kontenjanıyla belirleneceği önceden duyurulmuştu YSK’ ye…
14 bin kayıtlı üyeye açık o ön seçimlerde taban gelip oy kullandı, mevcut Milletvekillerini oyun dışı bırakıp, yeni isimlerin sıralamasını özgürce yaptı.
Buraya kadar tamam.
Ardından Genel Merkez adına artık kim yetkili ise (belirsizliği özellikle belirtiyorum, çünkü bu konuda her kafadan ayrı ses çıkıyor) kontenjanın kullanılmasına geldi sıra.
2.sıra için kontenjan kullanılmadı ama 4.sıraya ne Genel Merkezin ne Gaziantep’ten tek üyenin tanımadığı bir ismin yazıldığı listenin YSK’ ye gönderildiği çıktı ortaya.
Türkiye’de pek duyulmadı ama Gaziantep’ te küçük bir kıyamet koptu yapılan tercihin ardından.
Çünkü Genel Merkez kontenjanı olarak değerlendirilen isim 2009 yerel seçimlerinde MHP’ nin Beşiktaş Belediye Başkan adayı olarak girmişti yarışa…
Dediğim gibi Sav ve çevresindeki onca ağır topun sesini çıkarmadığı liste kavgalarında en büyük tepkiyi bir önceki seçimde de Mersin’den Meclise giden Ali Rıza Öztürk gösterdi.
Mecliste AK Partilerle girdiği tartışmaların kavgalara dönüştüğü anlarda sıraların üzerine fırladığı görüntülerle hafızalarımıza kazımıştık ama, belli ki şu son çıkışlarıyla daha fazla iz bırakacak siyaset sahnesinde.
Israrla Parti Meclisinde oylanan listede 3. Sırada iken, sonradan yerinin değiştiğini, YSK’ ya giden listeye bilinmez bir elin dokunmasıyla yerinin 4. lüğe kaydırıldığını iddia ediyor günlerdir.
Hatta son bir hamleyle önce Parti Genel Merkezine ardından YSK’ ya itirazda bulunmuş…
Bana göre beyhude çaba ama itiraz herkesin hakkı.
Beyhude çaba çünkü, YSK’yı Parti Meclisi oylamaları, MYK tercihleri falan ilgilendirmiyor. Önemli olan Partiyi temsil eden yetkili imzaların taşıyan ve YSK’ ye yine Parti tarafından yetkilendirilmiş kişilerce sunulan liste…
Buraya kadar her şey tamam da, anlamadığım başka şeyler var bu tepkiye karşı.
Ali Öztürk CHP’ nin Mersin’den 4 Vekil çıkarmayacağına mı inanıyor ki bunca kavgayı göze alıyor, bal gibi Genel Merkez adına listelere son şeklini veren iradeyi suçluyor?
Daha da önemli bir soru kafamı meşgul ediyor nedense…
Öztürk sıralamada kendisinden daha yukarıda yer alan isimlerden daha farklı ne yapacak ki, her şeyi kendi adaylığına endeksliyor?
Bu tepkileri göstereceğince keşke Dr. Hüseyin Çamak’ı örnek alsa…
2007’de delegelerin oy verdiği ön seçim yapıldı Mersin’de, sayım sonunda sevgili Çamak seçilecek yeri de garantiledi üstelik. Ama Baykal onun yerine delegenin 16.sırayı uygun bulduğu İsa Gök’ü getirip listenin tepesine oturttu da gıkı çıkmadı.
2011 listeleri hazırlanırken ilk üçte olduğu söylendi son ana kadar. Ama listeler açıklandığında bir de gördü ki, 6.sıraya koyulmuş.
Öztürk gibi isyan etmedi, çevresinin “istifa et” önerilerini bile duymazlıktan geldi. Yakınlarına “Bakarsınız MHP barajı aşmaz, biz de 6 Milletvekilli çıkarırız” iyimserliğiyle moral vermiş.
Olur mu, olur…
Ertuğrul Kürkçü’nün seçileceği neredeyse kesinleşen seçimlerde bakarsınız MHP baraj altı kalır, yetmez AK Parti’nin başına başka bir yol kazası gelir. Sevgili Doktorum da Meclise girer sonunda.
Balık kavağa çıkar hikâyesini anlattığımı sanıyorsanız, hiç öyle bir niyetim yok…
Bir de Öztürk’ün üzerinde oynandığını iddia ettiği listenin ardından sarf ettiği “kendimi kız gibi hissediyorum” cümlesi var ki…
Açıkçası ne demek istediğini anlamış değilim. Umarım kendisi veya yakın çevresi bu benzetmeyle ne demek istediklerini daha net biçimde ifade ederler…
Aksi takdirde o eski Türk Filmlerine özgü kandırma sahneleri gelir insanların aklına ki, umarım böyle bir şeyi kast etmiyordur Öztürk…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-04-14T07:32:50.365-07:00
CHP’deki bu telaş niye?
Bu telaş niye?
Ekibi harcandı Baykal bu kadar feryat etmedi.
Hatta “Baykal’cılar falan yok” diyerek sineye bile çektiği söylenebilir reva görülenleri.
Daha 6 ay önce partinin iplerini elinde tutan, neredeyse “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” konumundaki Genel Sekreter Önder Sav Baykal’dan beter duruma düştü.
Çevresini temizlemekle kalmadılar, kendisini de liste dışı bıraktılar.
Bu saatten sonra yeni kurultay, seçim sonrası kavga falan hikaye…
Atı alan Üsküdar’ı geçti bile…
Milletvekilliklerini kafasına göre düzenleyen, Genel Merkez direksiyonunu eline alan güç, teşkilatları mı revize edemeyecek?
Herkes Sinan Aygün ismine takılmış.
Hayatı boyunca aslan sosyal demokratların mahallesine yolu düşmemiş birinin ne işi var sorularına yanıt aranıyor da, çok daha ilginç isimleri sorgulayana rastlamadım.
Gaziantep adayları için ön seçim yapıldı ama, 2 ve 4’üncü sıraların merkez kontenjanıyla belirleneceği önceden duyurulmuştu YSK’ ye…
14 bin kayıtlı üyeye açık o ön seçimlerde taban gelip oy kullandı, mevcut Milletvekillerini oyun dışı bırakıp, yeni isimlerin sıralamasını özgürce yaptı.
Buraya kadar tamam.
Ardından Genel Merkez adına artık kim yetkili ise (belirsizliği özellikle belirtiyorum, çünkü bu konuda her kafadan ayrı ses çıkıyor) kontenjanın kullanılmasına geldi sıra.
2.sıra için kontenjan kullanılmadı ama 4.sıraya ne Genel Merkezin ne Gaziantep’ten tek üyenin tanımadığı bir ismin yazıldığı listenin YSK’ ye gönderildiği çıktı ortaya.
Türkiye’de pek duyulmadı ama Gaziantep’ te küçük bir kıyamet koptu yapılan tercihin ardından.
Çünkü Genel Merkez kontenjanı olarak değerlendirilen isim 2009 yerel seçimlerinde MHP’ nin Beşiktaş Belediye Başkan adayı olarak girmişti yarışa…
Dediğim gibi Sav ve çevresindeki onca ağır topun sesini çıkarmadığı liste kavgalarında en büyük tepkiyi bir önceki seçimde de Mersin’den Meclise giden Ali Rıza Öztürk gösterdi.
Mecliste AK Partilerle girdiği tartışmaların kavgalara dönüştüğü anlarda sıraların üzerine fırladığı görüntülerle hafızalarımıza kazımıştık ama, belli ki şu son çıkışlarıyla daha fazla iz bırakacak siyaset sahnesinde.
Israrla Parti Meclisinde oylanan listede 3. Sırada iken, sonradan yerinin değiştiğini, YSK’ ya giden listeye bilinmez bir elin dokunmasıyla yerinin 4. lüğe kaydırıldığını iddia ediyor günlerdir.
Hatta son bir hamleyle önce Parti Genel Merkezine ardından YSK’ ya itirazda bulunmuş…
Bana göre beyhude çaba ama itiraz herkesin hakkı.
Beyhude çaba çünkü, YSK’yı Parti Meclisi oylamaları, MYK tercihleri falan ilgilendirmiyor. Önemli olan Partiyi temsil eden yetkili imzaların taşıyan ve YSK’ ye yine Parti tarafından yetkilendirilmiş kişilerce sunulan liste…
Buraya kadar her şey tamam da, anlamadığım başka şeyler var bu tepkiye karşı.
Ali Öztürk CHP’ nin Mersin’den 4 Vekil çıkarmayacağına mı inanıyor ki bunca kavgayı göze alıyor, bal gibi Genel Merkez adına listelere son şeklini veren iradeyi suçluyor?
Daha da önemli bir soru kafamı meşgul ediyor nedense…
Öztürk sıralamada kendisinden daha yukarıda yer alan isimlerden daha farklı ne yapacak ki, her şeyi kendi adaylığına endeksliyor?
Bu tepkileri göstereceğince keşke Dr. Hüseyin Çamak’ı örnek alsa…
2007’de delegelerin oy verdiği ön seçim yapıldı Mersin’de, sayım sonunda sevgili Çamak seçilecek yeri de garantiledi üstelik. Ama Baykal onun yerine delegenin 16.sırayı uygun bulduğu İsa Gök’ü getirip listenin tepesine oturttu da gıkı çıkmadı.
2011 listeleri hazırlanırken ilk üçte olduğu söylendi son ana kadar. Ama listeler açıklandığında bir de gördü ki, 6.sıraya koyulmuş.
Öztürk gibi isyan etmedi, çevresinin “istifa et” önerilerini bile duymazlıktan geldi. Yakınlarına “Bakarsınız MHP barajı aşmaz, biz de 6 Milletvekilli çıkarırız” iyimserliğiyle moral vermiş.
Olur mu, olur…
Ertuğrul Kürkçü’nün seçileceği neredeyse kesinleşen seçimlerde bakarsınız MHP baraj altı kalır, yetmez AK Parti’nin başına başka bir yol kazası gelir. Sevgili Doktorum da Meclise girer sonunda.
Balık kavağa çıkar hikâyesini anlattığımı sanıyorsanız, hiç öyle bir niyetim yok…
Bir de Öztürk’ün üzerinde oynandığını iddia ettiği listenin ardından sarf ettiği “kendimi kız gibi hissediyorum” cümlesi var ki…
Açıkçası ne demek istediğini anlamış değilim. Umarım kendisi veya yakın çevresi bu benzetmeyle ne demek istediklerini daha net biçimde ifade ederler…
Aksi takdirde o eski Türk Filmlerine özgü kandırma sahneleri gelir insanların aklına ki, umarım böyle bir şeyi kast etmiyordur Öztürk…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-01-25T00:33:40.426-08:00
Soli, Pompeipolis… Yapacak ne kaldı ki? -2-
Soli, Pompeipolis… Yapacak ne kaldı ki? -2-
Uğur Yıldırım’ ın Mezitli Belediye Başkanlığına seçilmesiyle bir şeyler değişir, Soli’ de kurtaracak bir şeyler son umutla kurtarılır diye düşündük.
Hukukçu kimliği, çevreye duyarlılığı, dürüstlüğüyle son umudum Uğur Yıldırım idi. Geçen 18 ay içinde ne değişti diye soranlara yanıtını vereyim.
Artık dokunulmaz sandığım, bırakın sit alanını, kazıların gerçekleştiği bölgenin neredeyse içinde bile inşaatların başladığını görünce, ilk karşılaşmamızda isyanımı ve biraz da sitemlerimi dile getirdim.
Çaresizlik içinde ellerini iki yana açtı: “Adamlar Anıtlar Kurulundan gidip belge alıyor ve kapıya dayanıyorlar, ne yapabilirim?”
Belediye Başkanı, çaresizlik içinde vatandaştan medet umuyordu, anlayacağınız…
Çözümü de, formülü de kendisinin bulması gerektiğini söylerken, tıkandığımı hissettim…
Şimdi kalkmışız, mimar çağırıp “yapacak her şey bitmeden” diye konuşturacak sonra da tartışacağız uzun uzun…
Sanki “yapacak şey kalmış” gibi…
Sanki koruyacağımız bir alanı bırakmışız gibi…
Gidin 100 bin nüfuslu Mezitli’ de bir anket yapın ve sorun insanlara “Aratos’ u tanıyor musunuz?” diye.
10 kişiyi aşar mı? Sanmıyorum…
Festival, Güneş günü, “yapacak her şey bitmeden” söyleşileri…
“Ba’de harab El-Basra (Basra harab olduktan sonra)” klasikleri anlayacağınız.
Öldürdüğü maktulün başında ağlayanlardan farkımız yok.
Pompeipolis’i tartışacak, “yapacak her bitmeden” kaldıysa ‘kalanları’ konuşacakmışız…
Ellerinde son nefesimizi verdiğimiz bu yüksek tartışmacıları, kurtarırken öldürenleri boş verin.
Vaktiniz varsa eğer, Moğollar’ ı dinlemeye gidin.
Mezitli Belediyesi ile yaşıt, yüreği genç adamlara bir kez daha kulak verin, bağrınıza basın…
Onlar o ünlü “Bir şey yapmalı” şarkısını haykırırken belki başınızı öne eğer ve düşünürsünüz:
Evet, “Bir şey yapmalı” da, o 4 bin yıllık tarih katledilirken, o gözlerimizin önünde işlenen cinayetlere karşı ne yaptık?, ne yaptınız?
Sorular, sorular…
Sanırım Remzi Yağcı’ nın da, tarihi seven üstelik saygılı Uğur Yıldırım’ın da yapacak şeyler konusunda söyleyecek birkaç söz olmalı…
Umarım yanılmıyoruz…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-01-25T00:09:50.178-08:00
Soli, Pompeipolis’ ten geriye ne bıraktık ki? -1-
Soli, Pompeipolis’ ten geriye ne bıraktık ki? -1-
Festival manyağı mı olduk nedir?
Büyükşehir Belediyesinin normal festivali, Türk müziği festivali…
Klasik batı müziği sevenlere hitap eden Mersin Uluslararası Müzik Festivali…
Turunçgil festivali, gül festivali, son olarak ta Mezitli Belediyesinin yapmaya hazırlandığı Güneş festivaliyle tanışma şerefine nail olduk…
Evet yanlış duymadınız, Mersin Makine Mühendisleri Odası ve Mezitli Belediyesi ortaklaşa bir etkinlik düzenledi geçtiğimiz günlerde ve adına da Güneş festivali dediler. Kendilerine göre bir gerekçe de bulmuşlardı: “21 Haziran Dünya Güneş Günü” idi ve bu durumda “binlerce yıldır güneşin doğuşuna tanıklık eden Soli Pompeipolis Antik Liman Kenti” olarak bunu festival biçiminde kutlamayı düşünmüşlerdi.
Yabancı kaynaklara baktım, 21 Haziranın dünya güneş günü olduğuna dair, öyle evrensel kabul görmüş bir uygulamaya rastlamadım. Umarım ben yanılıyorum. Hem ne fark eder? Festival düzenlemek, eğlenmek, eğlendirmek için mutlaka bir gerekçe bulmak mı lazım? Kaldı ki, 21 Haziran gerçekten kuzey yarım kürenin güneşe en fazla döndüğü, güneşin dünyayı en uzun süreyle aydınlattığı gün. Mersin’den dünyaya böyle bir marka buluşla merhaba demenin hiçbir mahzuru yok ayrıca.
Ama işin beni ilgilendiren yanı bu değildi. Etkinlik kapsamında bir konferansa da yer verilmişti:
Önce Remzi Yağcı konuşacak ve bilgi verecekti Soli Pompeipolis kazıları hakkında…
Ardından bir Mimar arkadaşın “yapacak her şey bitmeden” başlıklı bir sunum yapacağı duyuruluyordu.
Beni Remzi Yağcı’ nın seçtiği konudan çok, bu “yapacak her şey bitmeden” başlığıyla başka dünyalara alıp götüren başlıklı mevzuu çarptı.
Sanki Pompeipolis’ te yapacak herhangi bir şey bırakılmış gibi…
Sanki iliği bile kurutulan Antik Kentten geriye kurtarılacak şey kalmış gibi…
10 yıl önce Nuri Hocaoğlu, 4 bin yıllık porselen mezarlığının üzerine arıtma tesisi kondurmaya hazırlandığı gün “son söz tükenmişti” zaten. Yapımına karşı çıktığımız, yazılarımızı şikayet kabul eden bir takım kurumların müdahalesiyle durdurulma aşamasına gelen o ‘b.. çukuruna’ karşı mücadelemizi izleyen bir önemli Belediye Başkanı eleştirilerimizi anlamamış ve bir sohbette sormuştu bana “Bin yıldır zaten çöp alanıymış, üzerine arıtma yapılmasında ne mahzur var?”
Şaka gibi ama, adam o binlerce yıllık tarihin aynası porselen kırıklarını, Belediyesine toplattığı çöplerin içindeki tabaklarla aynı sanıyordu…
Sahi, Pompeipolis’ ten geriye ne bıraktık ki, şimdi kalkıp “yapılacak her şey bitmeden” gibi dramatik söyleşiler düzenleme cesaretini buluyoruz kendimizde.
2200 yıl önce Aratos’ a beşik olmuş topraklardan, antik limandan, limana uzanan dünyada eşi zor bulunur o sütunlu yoldan geriye bir şey mi bıraktık?
Doymak bilmez hırsla her yıl biraz daha, biraz daha, çaktırmadan ve acımasızca geriye kalan alanları inşaata açmadık mı?
Eskilerinin Allah taksiratını affetsin, şu son 20 yılda Mezitli’ yi nice vaatlerle yöneteceğim iddiasıyla gelenlere ve yaptıklarına bir bakın…
“İşgal kuvvetleri gelse bu hoyratlıkta katleder miydi?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Yıllar, yıllar önce henüz böyle tüketilmemiş, mahvedilmemişken asfaltın uğramadığı Viranşehir’in portakal kokan toprak yollarında dolaşıyordum arabamla. Bir bahçenin önündeki çeşmede irkilerek durdum. Bahçe kapısını muhteşem bir Mermer sütun başlığı süslüyordu. Adam, Pompeipolis limanına uzanan yolun iki tarafında yer alan sütunlardan birini söküp bahçesine götürmüştü. “O mu çok cesurdu, biz mi duyarsızdık” sorusunun zor yanıtı günlerce beynimi oyup durmuştu.
Beni isyanlara sevk eden o olayın bin beterine tanıklık edeceğimi nereden bilebilirdim ki? Ama oldu. Antalya’ nın Konyaaltı plajına, Alanya sahiline on basar Mezitli sahili parsel parsel katledildi. Bırakın denize girecek yeri, nefes alacak koridor kalmamacasına en son metresine kadar her alan yapsatçıların gökdelenlerine peşkeş çekildi.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2011-01-25T00:08:35.458-08:00
Aratos… Ayda adı var, Mersin’ de varlığı bilinmiyor…
Aratos… Ayda adı var, Mersin’ de varlığı bilinmiyor…
Elbirliğiyle yağmaladığımız Soli’ de onun dünyaya gözlerini açtığı tarih İ.Ö. 345…
Babası asker ve siyasetçi Athenodorus…
Sonradan Pompeipolis adını alacak olan Soli’de doğuyor ama o günlerin önemli merkezlerinden birinde Tarsus’ ta eğitim alıyor…
20 yaşında dünyanın en önemli bilim merkezi Atina’ ya gidiyor.
Stoa felsefesinin öğretildiği okula kabul ediliyor…
Okulun ve okulla anılan felsefenin kurucusu Zenon…
O dönemde hayli taraftarı olan “yaşamaktan gaye mutluluktur ve ancak bilgeler mutluluğa erişebilir” görüşünü savunan okul ve akımın sahibi de o Zenon…
Aratus ile aynı dönemde ünlü Makedonya kralı Antigonos II. Gonatas ta aynı okulun öğrencisidir…
Bir süre sonra okulu bırakıp ülkesinin başına geçen kral, hocası Zenan’ ı davet ettiği mektupta “ne olur gel, beni daha fazla aydınlat” diye başladığı cümleleri, “şef ne ise uyruk ta odur” diye bitirir.
Zenon davete icabet etmez ama benzer mektubu alan kralın sınıf arkadaşı Aratos, soluğu Makedonya’ da alır…
Yerleştiği sarayda günümüze kadar ulaşan, bugün bile alanında en çok konuşulan ve tartışılan ünlü “Gök Olayları” kitabını tamamladığında takvimler İ.Ö. 270’ i göstermektedir.
Kitap o günlerde pek çok sarayı öylesine etkiler ki, bu kez Seleucus kralı Antiachus’ un temsilcileri krallarının Antakya’ ya davet mektubunu iletirler Aratus’ a.
Bir gemiyle yola çıkar, doğduğu Soli sahillerini selamlayıp Antakya’ ya ulaşır.
İ.Ö. 8. yüzyılın en ünlü şairi Homeros’ un İlyada ve Odesa eserlerini yeniden baskıya hazırlar.
Bir süre sonra o günlerdeki dünyanın en önemli kültür başkenti Alexandria’ ya gider.
Yorgun bedeninin ölümün soluğunu hissetmişçesine yeniden Makedonya’ ya dönüşü…
Pella kenti yakınlarında son nefesini verdiği tarih İ.Ö. 245 tir…
Soli, Tarsus, Atina, Makedonya, Antakya, Aleksandria ve sonunda yeniden Makedonya…
Günümüz koşullarında önemsenmeyebilir ama İsa’ dan 300 yıl önce, o zamanlara göre dünyanın farklı uçları gibi görünen hayli uzak kentlerini kısacık bir ömre sığdırmak, hem de saraylarında baş tacı edilmek…
Fiziki anlamda ulaşılmaz sanılan birbirinden çok ayrı üç kıtadaki kentleri dolaşmasının sırrı o döneme damgasını vuran ve Akdeniz’i göle çeviren ticari gemilerin ulaşım gücü olsa gerek…
Peki, onun doğduğu toprakların üzerinde yaşamamıza rağmen çoğumuzun adını bile bilmediği Aratus neden bu kadar önemli ve kaleme aldığı “Gök Olayları” eseri bugün bile neden gök bilimcilerin kutsal hazinesi değerinde?
Çünkü, Aratus yaşadığı dönemin kısıtlı koşullarında hayal edilmesi bile olanaksız bir işi, daha doğrusu dünyanın gök bilimleri alanındaki ilk ve günümüze kadar bilim adamlarına ışık tutan eserini kaleme alan insan…
Gözlemleriyle 48 takımyıldızını belirlemek, listelemek, şiir biçiminde ve tadında tanımlayarak kaleme almak her babayiğidin harcı olmasa gerek…
-Günümüz olanaklarıyla ve her gün yeni keşiflerin yapıldığı uzay çağında bugün ulaşılan 88 takımyıldızının 48’ ini 2300 yıl önce bulan ve kitaplaştıran Aratus’ un bugünkü adıyla Mezitli’ li oluşunun ne anlama geldiğinin umarım farkındadır bu kent…-
Gelelim Aratos’ un Gök Olayları kitabına…
1154 mısradan oluşan ve Latinceye ilk kez ünlü Cicero tarafından İ.Ö. 70’ li yıllarda Latinceye çevrilen eser 3 bölümden oluşuyor…
-464 dizelik ilk bölümde takımyıldızları tanımlanmakta…
-465 dizesiyle başlayıp 757. dizede sona eren ikinci bölümde; gökte yer alan daireleri ve birlikte görünüp, kaybolan önemli yıldızların görünüp, kayboldukları rotalarıyla hareket zamanlarını anlatmaktadır…
-Son bölümde ise gök olaylarından hareketle hava tahminleri yapmakta…
Meteorolojik olayların önceden tahmin edilmesi, yağmurların zamanlaması, sel tehditleri, kuraklık, kar yağışı…
O günün zorlu koşullarında tarımın yapılması, insanoğlunun yaşamını sürdürmesinin en önemli dayanağı olan hava durumunun önceden bilinmesi…
İşte Aratus bazı gözlem ve deneyimlerden yola çıkarak kitabının Gökyüzü işaretleri adını verdiği son bölümünü oldukça cesur tespitlere ayırmış…
Örnek mi?
Eserinden iki satır:
“Eğer Güneş batı yönünde denizde batarken hava bulutsuzsa veya güneş yanında kırmızı renkli bulutlar varken batarsa ertesi gün yağmur yağacak diye korkmayın. Eğer sabahleyin gökyüzü kırmızıysa o gün çobanların mutlu günüdür”
Kimi astrolog eseri yıldız falının temeli gibi görse de, ‘Gök Olayları’ yazıldığı dönem itibariyle zamanının bilimsel bir yapıtı, özellikle de “Astronomiye Giriş” in en önemli kitabıydı.
Aratus sayesinde, geceleri gidecekleri yönü saptamakta zorlanan gemiciler, takımyıldızların yılın farklı zamanındaki görüntülerini yorumlayarak rotalarını belirlemeye çalıştılar.
Kendisinden sonra gelen dünyanın ünlü gökbilimcileri “Gök Olayları”nı referans olarak vermeyi sürdürdüler.
Örneğin Hipparchos…
İlk gök haritasını yaparken Aratus’ un yapıtındaki yıldızlara ilişkin bilgileri düzeltmiş ve bunu özel olarak belirtmiştir.
Daha sonra Batlamyus da hazırladığı yıldız katalogunda Aratus’ u referans olarak göstermiştir.
Kendisiyle ilgili en önemli sözler ve Tarsus’ lu olduğuna dair en güçlü kanıt gök bilimci olmasa da, dünyanın karşısında eğildiği bir başka Tarsusluya, Saint Paul’ a ait…
St. Paul’ un, Atina’da Mars tepesinde kendisini dinlemeye gelen binlerce Atinalıya söyledikleri;
“Biz de Aratus’ un soyundanız”.
Sadece 2 bin yıllık geçmişten süzülüp gelenler değil, günümüzün bilim dünyası da Soli doğumlu Aratus’ u baş tacı etmekten geri kalmamış…
Gök bilimlerine emek veren önemli kişilerin adını Ay’daki önemli yerlere veren günümüzün bilim adamları Apollo 15 uzay aracının indiği noktanın yanı başındaki hayli derin çukura “Aratus “ adını vereli yıllar oluyor…
Soli’ de doğduğu toprakların üzerine betondan bloklar konduran bizlere inat, varlığından habersiz bir kent belki bir gün kendisini anımsar umuduyla adını ayda dalgalandırıyor insanlığın kadir, kıymet bilir farklı yanı…
Umarım o bizi biz yapan genlerimizden bile olsa alacağımız dersler vardır…
Unutmayın, 2 bin yıl önce Atina’ nın görkemli tepesinde dinleyenlere ne demişti aziz Saint Paul:
“Biz de ‘O’ nun (Aratos’un) soyundanız….”
O farkındaydı da biz ne denli farkındayız bu iklimde doğup, büyüyen Aratus gibi değerlerin?
Binlerce yılın uygarlık izlerini aramak için Soli’ ye gelenlere, Aratus yerine, duvarlarla örülü, sahile kondurduğumuz çirkinlik anıtı olmasına aldırmadan, tarihi isimler verdiğimiz beton yığınlarını gösterirken, en azından sızlayacak vicdanımız, kızaracak yüzlerimiz olması gerekmez mi?
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-30T07:15:22.710-07:00
Mersin’in Tramvay ve Dekovili (Lokomotif Senagal’liler)
Mersin’in Tramvay ve Dekovili (Lokomotif Senagal’liler)
Mesin’e hafif raylı sistem yapılması tartışmaları sürerken gazeteci Abdullah Ayan Mersin’deki tramvaylı, dekovilli günleri, dekovile lokomotif olan Senagal’lileri, dekovil hattı sahiplerinden Bodossaki’nin Orient Ekspresi oteli Pera Palas’ı satın almasına Karamehmet’lerin yükselişine uzanan süreci bize üç bölümden oluşan yazı dizisi ile aktarıyor.
Mersin’in Raylı Sistem Macerası…(1)
Adana Vilayet salnamesine göre, Mersin merkezinde 1880 yılında 3010′ u Müslüman olmak üzere 4070 kişi yaşamakta… Kayıtlar nüfusun 1890 yılında 9 bine çıktığını gösteriyor… 1892 kayıtları 2 yıl içinde şehrin nüfus bakımından iki kattan fazla arttığını ve 2 bin civarında gayri Müslim olmak üzere 21 bine ulaştığını ortaya koyuyor…(İlginçtir gayri Müslim nüfus sabit kalırken Müslüman nüfusta tam bir patlama var) Durup dururken yaşanmıyor bu gelişmeler…
1860 yılından itibaren Süveyş kanal inşaatının başlaması o güne kadar küçük köy halindeki Mersin’i birden öne çıkardı. Suya dayanıklı en sağlam kereste sedir –katran- olarak ta anılan ağaçtı ve Lübnan’ın simgesi olan bu ağaç Lübnan dağlarının yağmalanması sonucu azalınca, Torosların yüksek tepeleri yeni kaynak olarak gözlerin Mersin’e dönmesine yol açtı…
Mısır’daki Süveyş kanalı başta olmak üzere doğu Akdeniz’in diğer tersanelerinin ihtiyaç duyduğu kereste dağların yüksek yerlerinden kesiliyor özellikle Suntras, şimdilerde can çekişen Eferenk (Müftü) ırmakları üzerinden deniz kıyısına ulaştırılıyordu. Herhangi bir iskele olmadığı için gelen gemilerin kıyıya mümkün olduğunca yaklaşması ve denize giren taşıyıcı işçilerin sığ sularda gemiyle, kara arasında yük taşıması…
İlkel olduğunu biliyorum ama neylersiniz ki gerçek bu…
Yamyam gibi kereste yutan kanal inşaatının ihtiyacı yanında artan pamuk üretimine paralel olarak Mersin’deki iskele sayısı da 1860’tan itibaren hızlı biçimde arttı.
O günlerdeki resmi kayıtların, 100 haneden ibaret kasabadan çok büyükçe köy olarak tanımladığı, tek varlık sebebi gemilerin kıyıya iyice yanaşmasına olanak sağlayan sığ ve korumalı denizi olan bir kent 30 yıl sonra 1890′ da doğu Akdeniz’in en önemli iskelelerine sahip Mersin olarak anılacaktır.
1860 yılı Mersin’in kaderini belirleyen, deniz eksenli gelişme sürecinin dönüm noktası…110 metre uzunluk, 12 metre genişlikteki İlk ticari iskele şimdilerin Ulu Çarşısının bulunduğu deniz kıyısında aynı yıl yerini alır. Deniz trafiği öylesine hızlı artar ki, kereste ve pamuk yanında daha pek çok ithalat/ihracat kaleminin Mersin üzerinden aktarılmasıyla yan yana iskeleler birbiri peşi sıra sahili doldurmaya başlar…
Günümüzün enkazı Azak Hanın önündeki taş iskele… Yıkıp yeniden yaparak, tarihi cinayetlere ortak ettiğimiz Ticaret ve Sanayi Odası eski binasının önündeki Maritim adlı gemicilik şirketine ait özel iskele… Bir zamanların Mersin’e damgasını vuran en büyük sanayicisi, yatırımcısı, kente gelişi çan çalarak kutlanan efsanesi Mavromati de katılır iskelecilik yarışına… Sonradan Toros Oteli olarak anılacak (o otelin yerini bulmakta zorlananlara Yaşat İş hanının doğu komşusu olarak tanımlayalım) binanın önüne kendi iskelesini yaptırır…
Faaliyete girdiği 1960 lara kadar şimdiki liman ile Azak Han arasında kalan kıyı şeridinde (son olarak Büyükşehir Belediyesinin Kongre Merkezini kondurduğu bölge) birbiri peşi sıra tam 5 iskele daha arzı endam etti zaman içinde…
Bunların içinde en dikkat çekeni Belediye tarafından yaptırılan adliye ile Emniyet binası önündeki sahilde yer alan-tam 1430 metre uzunluktaki iskele…
Mersin’in liman eksenli muhteşem büyüme döneminde bir başka zirve ise Adana-Mersin demiryolunun 2 Ağustos 1886′ da hizmete girmesi… Bu tren hattının 1908 yılında Haydarpaşa-Bağdat hattına bağlanmasıyla Mersin, gerçek anlamda Anadolu’ nun dünyaya açılan kapısı, doğu Akdeniz’in en önemli dış ticaret kapısı haline gelir…
Adana-Mersin arasındaki demiryoluna ait yolcu sayıları ve yük miktarları da bu yükselişi hiçbir yoruma yer bırakmayacak biçimde yansıtır zaten: 1889 yılında toplam 27.800 yolcu taşınan hat 1911 yılında tam 335 bin kişiye hizmet eder… Aynı biçimde 1889′ da 20.772 tondan, 1911′ de 148 bin tona ulaşan yük miktarı…
Demiryolu ile Anadolu’ nun Akdeniz’e bağlandığı Mersin’in kent içi raylı sistemle tanışması kaçınılmazdır…
Öyle de olur…
Osmanlı imparatorluğu tahtında Abdülhamit’ in oturduğu 6 Kasım 1888 tarihli (Rumi takvimle 6 Teşrinisani 1304) irade-i seniye (Sultan buyruğu) ne ilginçtir onca işin arasında Mersin’de kurulacak tramvay’ın yatırım ve işletmesiyle ilgili hayli kapsamlı bir ruhsatı yasal esaslara bağlamaktadır…
Mersin’in Raylı Sistem Macerası (2)
Ana başlığı “Mersin’de bir tramvay inşaatı hakkında ruhsatname ve talimatı fenniye” adlı Sultan iradesinin 1.maddesi güzergahtan, yolcu ücretlerine kadar tüm hususları hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde tanımlamakta ve aynen:
“Mersin kasabasında, demiryol istasyonundan-Fransız acentesine (şimdi ki Belediye binası karşısındaki Mersin Çarşısı o günlerde Fransız gemi acentesi binasıdır a.a.) kadar uzanan yaklaşık bin metre uzunluğunda bir tramvay hattı inşası ile işletilmesi için şeraiti âtiye (ileride çıkacak diğer koşullar) şehri mezkûr Dairei belediyesine canibi Hükümeti seniyeden ruhsat verilmiştir” denilmekte…
Diğer maddeler daha da ilginç detayları içermekte:
Örneğin inşaatın iki yıl içinde tamamlanması, tramvay yapımı için gerekli malzemenin yurt içi veya dışından temini sırasında başta gümrük vergisi olmak üzere her türlü vergi ve harçtan muaf tutulacağı, güzergah üzerinde ortaya çıkacak kamulaştırmaların belediyece tarafından yapılacağı…
Mersin Belediyesince işletilecek tramvayda çalışacak olanların hususi kıyafet giymeleri, hatta hizmete girecek olan raylı sistemde yolculardan kilometre başına birinci sınıf bölümlerde 30 para, 2. sınıflarda 20 para alınacağı hususları bile söz konusu belgede hüküm altına alınmıştır o tarihte…
1888 yılında yürürlüğe giren İrade-i saniye tramvayın 2 yıl içinde tamamlanmasını öngörse de, Mersin’in söz konusu sisteme kavuşması 1910 yılını bulur… İstasyon binası ile şimdi ki Atatürk evi olarak anılan nokta arasında tasarlanan güzergâh ta hayli değişir zaman içinde…
Mersin Gümrük Meydanı
Gümrük meydanından (Ulu cami arkasındaki Ulu çarşı) başlayan güzergâh şimdiki balıkçılar çarşısının güney kapısının önünden geçerek, günümüzün Mersin çarşısının üzerinden Atatürk evi olarak anılan yeri kat eder. Buradan hafifçe yukarı dönerek Silifke caddesine (Kültür merkezinin arkasıyla dondurmacı Halil’in yer aldığı Gazipaşa ilkokulunun yer aldığı cadde) girer ve söz konusu cadde boyunca uzanan hat Müftü deresi kıyısındaki Müftü Caminin önünde son bulur…
Dönüş güzergâhına gelince:
Müftü camii önünden hareket eder. Müftü deresi kenarından aşağı doğru inerek Kışla caddesine döner. Günümüzün Kültür Merkezinin önünden (Cumhuriyet meydanının ortasından) Atatürk caddesi yoluyla yeniden Gümrük meydanına ulaşır…
Kanuni seniye’ de belirtilen güzergâha uyulmadığı gibi Gümrük meydanı ile Müftü camii arasındaki mesafe 2 km yi bulmuştur…
Bununla da, sınırlı değildir değişen şartlar…
Örneğin tüm hükümlere rağmen Belediye’ ye kısmet olmamış tramvayı çalıştırmak…
Sonradan bir dönem Belediye Başkanlığı yapacak olan Hallaç Mahmut Efendi üstlenmiş işletmeciliği…
Odun yakılarak elde edilen buharla çalışan tek vagonlu tramvayda yolcu başına koşullara göre bazen 20, bazen de 30 para ücret alınır…
Fransız işgaliyle başlayan kaos döneminde önce seferler durdurulur. Ardından hat sökülerek İstasyon ile Gümrük Meydanı arasındaki Uray caddesine eşya taşımak üzere döşenir…
Dekovil Hattı doğar böylece…
**
Dekovil hattı…
Fransız işgali döneminde Gümrük Meydanı-Müftü Camii arasındaki tramvay hattının sökülmesi boşuna değildir…
Savaştan önce gittikçe yoğunlaşan deniz trafiği…
Birbiri peşi sıra kente koşan yabancı şirketler…Suriye’den çıkıp Mersin’e uğradıktan sonra Marsilya’ ya uzanan ve ayda iki kez düzenli gidip gelen yolcu vapurları, İzmir-Mersin, Mersin-İskenderiye arasında sürekli düzenlenen vapur seferleri…
mersin limanında kandiye-girit gocmenleri
Resmi kayıtlara göre daha 1890 yılında 264 vapur ve 1004 yük gemisinin uğradığı, resmi kayıtlara kasaba olarak geçse de, Anadolu’ nun kalbindeki en önemli ticaret merkezi… İşte böylesine vazgeçilmez bir lojistik vahasının gelen dünya savaşıyla birlikte işgal ülkelerinin rüyalarını süslemesi kaçınılmazdır.
Öyle de olur…
Öncelikle işgal devletlerinin deniz yoluyla getirdiği malzemelerin tren hattıyla taşınması için Gümrük Meydanı ile istasyon arasında bir raylı sistemin yadsınamaz stratejik önemi vardır. Suriye ve Bağdat’ a kadar uzanan tren hattıyla taşınacak her türlü malzemenin Mersin’deki iskelelerden istasyona ulaştırılması yolculuğun ilk hedefi…
Kısacası günümüzün moda deyimiyle Mersin’in deniz, demir yolu sentezli ortak lojistik sektörüne merhaba deyişi, gerçek anlamda o günlerde başlar…
Dekovil’in Lokomotifi 50 Senagal’li
Fransızlar savaş nedeniyle zaten müşteri bulmakta zorlanan tramvay hattını söker ve Gümrük meydanıyla-Tren istasyonu arasındaki 1 km lik Uray Caddesi boyunca uzanan yola döşerler…
Mersin’in son 150 yıllık ekonomik/sosyal/siyasal tarihine ayna tutan Şinasi Develi’nin, o günlerdeki tanıklara dayandırdığı bilgilere göre deniz yolu ile tren arasında eşya taşınmasını sağlayan dekovil hattındaki vagonları lokomotif değil, 50 kişilik bir Senegal’li çekermiş…
25’i gümrük iskelesinden istasyona giden vagonlara lokomotif olurken, diğer 25’i istasyondan gümrük meydanındaki iskeleye ters akımı sağlarmış…
İnsanlık utancı bu yöntem, Fransız işgaliyle son bulur ve dekovil kullanılmaz uzun süre…
Mersin söz konusu hattı canlandırıp, o günün koşullarına uygun lokomotif temin edeceğine, kullanmayı akıl etmediği hattın raylarını 1932′ de söküp atar…
Toplu taşımacılığın dünyadaki bu en önemli sistemini yeniden akla getirmek için Mersin’in 2000’li yılları ve bunaltan kent içi trafiği nasıl çözeceği sorularının cevabını araması gerekecektir…
Mersin’in son 100 yıllık tarihini raylı sistem ekseninde dolaşmaya devam edeceğiz…
Mersin’in Raylı Sistem Macerası (3)
Kentteki tek dekovil hattı Gümrük meydanıyla-İstasyon arasında çalışan herkesin bildiği sistemden ibaret değildir.
Diğer dekovil hattı Rum Bodossaki’ye ait…
Ayrıldıktan sonra dönüşü çan sesleriyle kutlanan diğer zengin Mavromati kadar ünlü, hatta Pera Palas’ı hayli çarpıcı alma öyküsüyle günümüze kadar efsaneyi andıran yaşamı dilden dile aktarılan kahraman…
Bilmeyen yoktur ama yine de anlatalım:
Mersin’de pek çok alan yanında sanayicilikle de uğraşan Bodossaki’ nin yolu günün birinde İstanbul’a düşer. Orient Ekspres’in dünyaca ünlü zenginlerini ağırlamak üzere 1892’de hizmete açılan Pera Palas’ ta kalmak ister ama rivayet odur ki, kıyafeti nedeniyle resepsiyondaki görevlileri rahatsız etmiş olacak ki, kapıdan geri çevrilir. Ertesi gün tekrar dayanır otele ama bu kez oda müşteri değil, tüm otele taliptir.
1915′ in bunalımlı savaş yılları ve müşterisizlikten iflasın eşiğindeki işletme… Ne yapacaklarını şaşıran mülk sahipleri biraz da cayması beklentisiyle değerinden çok yüksek bedel talep ederler…
Öylesine koymuştur ki, gördüğü muamele ve aşağılanma duygusu, söylenen rakamı hem de o savaş yıllarının en zor günlerinde öder, böylece Pera Palas’ın gizemli sahibi olur…
Bodossaki İstanbul zenginleri için meçhuldür ama Mersin bu insanı atılımları, yatırımlarıyla çok iyi tanımaktadır. En önemli yatırımı ise şimdi ki 52 katlı gökdelenin olduğu yerde kurduğu, dönemine göre ülkenin parmakla gösterilen önemli entegre sanayi tesislerinin en iddialılarından biri.
1906 yılında Hanna Butros’tan aldığı arazi üzerine önceleri un ardından sabun, buz, çeltik ve ham coco yağından yemeklik rafine yağ üreten tesisler.. Ardından o yıllar için çok büyük kapasite anlamına gelen 4500 iğlik iplik fabrikası…
1910 yılında Hastane Caddesi (Resmi adıyla Kuvvayı Milliye Caddesi) üzerindeki bu işletmeleri tren taşımacılığından yararlanmak amacıyla istasyona bağlayan dekovil hattı…
Yük yanında yolcu da taşıyan hattın güzergâhı; istasyonun kuzeyinden fabrikalar caddesine giren hat Hastane caddesi kavşağından yukarı dönmekte ve şimdiki gökdelenin olduğu yere ulaşmaktadır.
2.dünya savaşının ardından tıpkı Mavromati gibi Bodossaki’de tasını tarağını toplayıp gider. Fabrika bir süre sonra Şaşati biraderlere geçer. Büyük dünya krizi ve ardından patlayan 2. dünya savaşı nedeniyle Şaşati’ler de batar.
Aynı yıllarda Yunanistan’ın en büyük sanayicisi ve silah üretici/taciri ülkesini Alman faşistlerinin işgal edeceğini anlayınca müttefiklerin egemenliğindeki topraklara geçmek zorunda kalır. Yunanistan’ın bu simgesel ismi bir zamanlar Mersin’e damgasını vuran Bodossaki’ den başkası değildir.
Maliyeye borçlar da kabarınca, tesisler 1938 yılında Türkiye İş Bankası iştiraklerinden İçel Pamuk ve Yağ A.Ş. (İÇPAK) şirketine haraç mezat satılır. Ardından 2. dünya savaşının en sıcak günlerinde 27 Nisan 1944’te Karamehmet ve Eliyeşil ailesine ait Çukurova Holding’e geçer tümüyle tesisler(*)…
1944 Karamehmet ailesine sadece Mersin’in can damarı tesislerini kazandırmakla kalmaz, satın alma işleminin gerçekleştiği günlerde 1 Nisan 1944’te nur topu bir erkek evlat ta dünyaya gözlerini açar. (Mehmet Emin yetişkin hale gelince kurtuluş savaşının kurtarıcı paşalarından Şadi Eliyeşil’in kızıyla hayatını birleştirerek ortaklığın bir daha kopmamak üzere pekişmesini sağlar)
1948’de bir yangın yağ, sabun, teneke ve çırçır bölümlerini, 1958’deki bir başka yangın ise un fabrikasını kül eder… Bu arada Karamehmet’ler zaten Mersin’i bırakıp Tarsus’taki yeni tesislere taşınmışlardır…
Kaderin garip yazgısına bakın, dekovil hattı sanki naletlenmiş gibi Bodasoki’nin Mersin’i terk etmesinin ardından bir daha kullanılmaz, rayları sokak ortasında kalan döneminin izlerini taşıyan sistem bir süre sonra sessiz sedasız biçimde demir hurdacılarına sermaye olur…
Abdullah AYAN
(*) Ne ilginçtir ki Karamehmet ve Eliyeşil aileleri ile onların kurucusu olduğu Çukurova grubu 1944 yılında Mersin’in can damarı tesislerini alacak kadar zengindi ama 1942 yılında yürürlüğe giren varlık vergisi semtlerine bile uğramadı… Sebebini özellikle Eliyeşil’ in o gün bulunduğu konumla açıklıyorlar o günlerin Mersin’ini yakından tanıyanlar… Kurtuluş savaşının Şadi Paşası, düşmandan kurtarılan Vatan toprağının zenginlerinden biri olmakla kalmaz. Tek partili dönemin İçel İl Başkanı ve 1940’ların Milletvekili adayıdır aynı zamanda… Tek partili dönemin Mersin’deki en güçlü aktörüne varlık vergisi salınma olasılığını o günün koşullarında anlamak, algılamak bir yana düşünmek dahi akla ziyan cesaret işi… Varlık vergisi öncelikle gayri Müslimlere, ardından da yabancı uyruklu Müslümanlara dört kişilik bir heyetin uygun bulduğu miktarlarla salındı. Ödenecek meblağları kimin, neye göre belirlendiğinin hiçbir zaman bilinmediği o zalim yıllarda örneğin Saul Kohen adlı museviyle Gandur kardeşlere çıkarılan ödeme emri 600 biner liraydı… Rakamı algılamak için örnek vermek gerekirse; bir kilo etin 18 kuruştan satıldığı o günlerde 600 bin lira 1 milyon 800 bin kilo et demekti. Buradan yola çıkarak tercüme edecek olursak bir ton etin 7 bin dolar ettiği günümüzde 1800 ton et demek 12 milyon 600 bin dolar demek… Musevi Kohen’e 600 bin vergi salan dönemin bürokrasisi Gandur kardeşlerden 600, Hariri’lerden 370, Miskavi’lerden 200 bin lira ödemelerini istemişti… Kohen dışındakilerin tümü Müslümandı ama ufak tefek kusurları vardı karar vericileri göre… Örneğin Gandur, Hariri ve Miskavi Lübnan tebaalı idi… Uygulamanın ardından dönemin Valisi Saip Örge; verdikleri kararlardan dolayı Vatan, kanun ve vicdani vazifelerini ifa ettiklerini iddia etse de, halkın vicdanı çok farklı duygular besliyordu uygulayıcılara… Tıpkı İstanbul’da her şeyini kaybedenlerin Aşkale’ye sürüldüğü günlerde, bir avuç yerli zengine o varlıklarını yitirenlerin mallarını satın alsınlar diye banka kredi musluklarını açan devlet eksenli bürokrat/Oda temsilcilerinden oluşan komisyonlara duyulan özel minnet duyguları gibi… Varlık vergisinin Mersin yansımalarını, salınan insanlar üzerindeki etkilerini, o dönemin zenginler tablosu anlamına gelen, adlarına ödeme emri çıkarılan mükellef listesini de gün gelir yazarız…
NOT:
Bu makale daha önce http://www.ufukturu.net/ ve http://www.mersinajans.com’da yayınlanmış olup, Abdullah AYAN’ın izni ile yayınlanmaktadır
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-19T01:59:15.916-07:00
Soli, Pompeipolis… Yapacak ne kaldı ki?
Soli, Pompeipolis… Yapacak ne kaldı ki?
Festival manyağı mı olduk nedir?
Büyükşehir Belediyesinin normal festivali, Türk müziği festivali…
Klasik batı müziği sevenlere hitap eden Mersin Uluslararası Müzik Festivali…
Turunçgil festivali, gül festivali, şimdi de Mezitli Belediyesinin yapmaya hazırlandığı Güneş festivali…
Evet yanlış duymadınız, Mersin Makine Mühendisleri Odası ve Mezitli Belediyesi ortaklaşa bir etkinlik düzenlemiş ve adına da Güneş festivali demişler. Kendilerine göre bir gerekçe de bulmuşlar: Gelen elektronik postaya göre “21 Haziran Dünya Güneş Günü” imiş ve bu durumda “binlerce yıldır güneşin doğuşuna tanıklık eden Soli Pompeipolis Antik Liman Kenti” olarak bunu festival biçiminde kutlamayı düşünmüşler.
Yabancı kaynaklara baktım, 21 Haziranın dünya güneş günü olduğuna dair evrensel bir saptama görmedim. Umarım ben yanılıyorum. Hem ne fark eder? Festival düzenlemek, eğlenmek, eğlendirmek için mutlaka bir gerekçe bulmak mı lazım? Kaldı ki, 21 Haziran gerçekten kuzey yarım kürenin güneşe en fazla döndüğü, güneşin dünyayı en uzun süreyle aydınlattığı gündür. Keşke Mersin’den dünyaya böyle bir marka buluşla merhaba desek.
Ama işin beni ilgilendiren yanı bu değil. Etkinlik kapsamında bir konferansa da yer verilmiş:
Önce Remzi Yağcı konuşacak ve bilgi verecek Soli Pompeipolis kazıları hakkında…
Ardından bir Mimar “yapacak her şey bitmeden” başlıklı bir sunum yapacak.
Beni Remzi Yağcı’ nın seçtiği konudan çok, bu “yapacak her şey bitmeden” başlığıyla başka dünyalara alıp götüren başlıklı mevzuu çarptı.
Sanki Pompeipolis’ te yapacak herhangi bir şey bırakılmış gibi…
Sanki iliği bile kurutulan Antik Kentten geriye kurtarılacak şey kalmış gibi…
10 yıl önce Nuri Hocaoğlu, 4 bin yıllık porselen mezarlığının üzerine arıtma tesisi kondurmaya hazırlandığı gün “son söz tükenmişti” zaten. Yapımına karşı çıktığımız, yazılarımızı şikayet kabul eden bir takım kurumların müdahalesiyle durdurulma aşamasına gelen o ‘b.. çukuruna’ karşı mücadelemizi izleyen bir önemli Belediye Başkanı eleştirilerimizi anlamamış ve bir sohbette sormuştu bana “Bin yıldır zaten çöp alanıymış, üzerine arıtma yapılmasında ne mahzur var?”
Şaka gibi ama, adam o binlerce yıllık tarihin aynası porselen kırıklarını, Belediyesine toplattığı çöplerin içindeki tabaklarla aynı sanıyordu…
Sahi, Pompeipolis’ ten geriye ne bıraktık ki, şimdi kalkıp “yapılacak her şey bitmeden” gibi dramatik söyleşiler düzenliyoruz.
2200 yıl önce Aratos’ a beşik olmuş topraklardan, antik limandan, limana uzanan dünyada eşi zor bulunur o sütunlu yoldan geriye ne kaldı ki?
Doymak bilmez hırsla her yıl biraz daha, biraz daha, çaktırmadan ve acımasızca geriye kalan alanları inşaata açmadık mı?
Eskilerinin Allah taksiratını affetsin, şu son 20 yılda Mezitli’ yi nice vaatlerle yöneteceğim iddiasıyla gelenlere ve yaptıklarına bir bakın…
“İşgal kuvvetleri gelse bu hoyratlıkta katleder miydi?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Yıllar, yıllar önce henüz böyle tüketilmemiş, mahvedilmemişken asfaltın uğramadığı Viranşehir’in portakal kokan toprak yollarında dolaşıyordum arabamla. Bir bahçenin önündeki çeşmede irkilerek durdum. Bahçe kapısını muhteşem bir Mermer sütun başlığı süslüyordu. Adam, Pompeipolis limanına uzanan yolun iki tarafında yer alan sütunlardan birini söküp bahçesine götürmüştü. “O mu çok cesurdu, biz mi duyarsızdık” sorusunun zor yanıtı günlerce beynimi oyup durmuştu.
Beni isyanlara sevk eden o olayın bin beterine tanıklık edeceğimi nereden bilebilirdim ki? Ama oldu. Antalya’ nın Konyaaltı plajına, Alanya sahiline on basar Mezitli sahili parsel parsel katledildi. Bırakın denize girecek yeri, nefes alacak koridor kalmamacasına en son metresine kadar her alan yapsatçıların gökdelenlerine peşkeş çekildi.
Hukukçu kimliği, çevreye duyarlılığı, dürüstlüğüyle son umudum Uğur Yıldırım idi. Geçen 18 ay içinde ne değişti diye soranlara yanıtını vereyim.
Artık dokunulmaz sandığım, bırakın sit alanını, kazıların gerçekleştiği bölgenin neredeyse içinde bile inşaatların başladığını görünce, ilk karşılaşmamızda isyanımı ve biraz da sitemlerimi dile getirdim.
Çaresizlik içinde ellerini iki yana açtı: “Adamlar Anıtlar Kurulundan gidip belge alıyor ve kapıya dayanıyorlar, ne yapabilirim?”
Belediye Başkanı, çaresizlik içinde vatandaştan medet umuyordu, anlayacağınız…
Çözümü de, formülü de kendisinin bulması gerektiğini söylerken, tıkandığımı hissettim…
Şimdi kalkmışız, mimar çağırıp “yapacak her şey bitmeden” diye konuşturacak sonra da tartışacağız uzun uzun…
Sanki “yapacak şey kalmış” gibi…
Sanki koruyacağımız bir alanı bırakmışız gibi…
Gidin 100 bin nüfuslu Mezitli’ de bir anket yapın ve sorun insanlara “Aratos’ u tanıyor musunuz?” diye.
10 kişiyi aşar mı? Sanmıyorum…
Festival, Güneş günü, “yapacak her şey bitmeden” söyleşileri…
“Ba’de harab El-Basra (Basra harab olduktan sonra)” klasikleri anlayacağınız.
Öldürdüğü maktulün başında ağlayanlardan farkımız yok.
Pompeipolis’i tartışacak, “yapacak her bitmeden” kaldıysa ‘kalanları’ konuşacakmışız…
Ellerinde son nefesimizi verdiğimiz bu yüksek tartışmacıları, kurtarırken öldürenleri boş verin.
Vaktiniz varsa eğer, Moğollar’ ı dinlemeye gidin.
Mezitli Belediyesi ile yaşıt, yüreği genç adamlara bir kez daha kulak verin, bağrınıza basın…
Onlar o ünlü “Bir şey yapmalı” şarkısını haykırırken belki başınızı öne eğer ve düşünürsünüz:
Evet, “Bir şey yapmalı” da, o 4 bin yıllık tarih katledilirken, o gözlerimizin önünde işlenen cinayetlere karşı ne yaptık?, ne yaptınız?
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-19T01:58:41.582-07:00
Mersin limanı değneksiz köy mü?
Mersin limanı değneksiz köy mü?
Mersin limanının özelleştirilmesini 30 yıldır her platformda savunsam da, 2007’ de işlemler tamamlanırken bazı kaygılarımı dile getirmiştim. İlke olarak özelleştirmeden yanaydım, çünkü, devlet eliyle yapılan işletmeciliğin özellikle de Türkiye gibi siyasetin ve adam kayırmacılığın ağırlığının yoğun olduğu bir ülkede şansının olmadığını yaşayarak görüyordum. Ekipman yönünden çağ dışı kalmış, vinçleri bile 1960 yapımı bir limanın amansız küresel rekabete ayak uydurması zaten mümkün değildi.
Bu nedenle çağdaş teknoloji getirecek ve ekipmanı yenileyecek, küresel deneyime de sahip bir işletmecinin limanın makus talihini değiştireceğine inanıyordum. -Pratikteki bazı hayal kırıklıklarına rağmen ilke olarak halen devletin işletmecilik yapmasına karşıyım-
2007 yılında limanın, yerli AKFEN ile bu alanda dünyanın en büyüklerinden sayılan Singapur’ lu PSA’ nın oluşturduğu ortak konsorsiyuma devredilmesine sevindim. Yılda 500 bin konteynere ev sahipliği yapan Mersin limanının özelleştirmenin ardından bugün yıllık 1 milyon konteyner elleçleme kapasitesine ulaşmış olması yapılan işin doğruluğunu ortaya koyuyor zaten. Türkiye dış ticareti her yıl biraz daha artacak, Mersin lojistik avantajının da katkısıyla, bu pastadan daha büyük pay alacak. Ancak özelleştirme aşamasında dile getirdiğimiz kaygılar bugün karabasan gerçekler olarak karşımıza çıkmakta. Bunun da tek nedeni var. Limanı devretse de, Devlet adına işlemleri denetleme, hizmet alan ihracat ve ithalatçıyı ödeyeceği ücretler konusunda adil ölçüde koruma görevini üstlenmiş olan T.C.Devlet Demiryollarının mukavele hükümlerini yeterince denetleyememesi –veya denetlememesi-
Kısaca hizmet tarifelerinin uygulanması, fiyatlarda yapılacak ayarlamalar T.C.D.D. nin onayından geçmek zorunda. Limanla ilgili tarife başta olmak üzere yapılacak her şey, TCDD ve limanı işletecek konsorsiyumun kurduğu MİP adlı şirket arasında imzalanan sözleşmeyle hüküm altına alınmış.
Bu nedenle son fiyat artışlarının ardından kamuoyuna yansıyan görüntünün aksine hizmet alanlar Devletin koruması altında. Yeter ki Devletin ilgili kurumları misyonlarını unutmasın.
Ama bir gerçek var. Bugün zamlar nedeniyle ağlayan kurumlar, hizmet alanlar adına yapmaları gereken kamusal denetimi tam olarak yerine getirememişler. Getirmek bir yana son tabloyla ortaya çıktı ki bu konuda Mersin olarak limandaki tekelleşme tehlikesine karşı örgütlü hazırlığımız yok.
Örneğin TCDD ile MİP arasında imzalanan ve limanın devredilmesinden işletilmesine, tarifelerde yapılacak artırımın nasıl yapılacağına, hatta gerekirse geri alınmasına kadar her türlü işlemin nasıl yapılacağı sözleşme ile hüküm altına alınmış. Gelin görün ki Deniz Ticaret Odasından, İhracatçı Birliklerine, MTSO’ dan MESİAD’ a tüm kurumlar, bıçak üyelerinin kemiğine dayanınca isyan ediyorlar ama Mersin’ de hiçbir kurumun elinde her gelişmede hakemliğine başvurulması gereken bu mukavelenin örneği yok.
Oysa Devlet sırrı değil bu ve gizlenmesi bir yana, hizmetlerden dolaylı ve doğrudan etkilenen herkesin en ince detayına kadar bilgilenmesi en doğal hakkı.
Liman idaresinden devlet adına halen en önemli yetkilere sahip, ortaya çıkacak her türlü aksaklığı çözmekle birinci dereceden sorumlu Mersin Valiliğinin sözleşmeden habersiz olması ve sözleşmedeki yaptırımlar konusunda duyarsız kalması mümkün mü?
Sorunun tartışılmayacak netlikte cevabı var elbette. Üstelik son günlerde seslendirilen şikâyetler sadece doğrudan hizmet alanları değil, istisnasız Mersin’ de yaşayan herkesi bir biçimde etkiliyor. “Mersin eşittir Liman” yüzyıldır deneyimlerle gerçekliği ispatlanmış bir formül. Gerçekten de Liman iyi çalışırsa tüm kesimler daha fazla iş yapıyor, daha çok kazanıyor, bu kentin refah düzeyi yükseliyor. Tersi durum ise bunalıma sokuyor Mersin’i…
Bu gerçeklerin ışığında ve yeni işletmecisine devrinin 3 yılında Mersin limanının son durumunu, yapılan son zamların yasal ve reel gerekçeleri olup olmadığını tartışmaya açmakta yarar var:
T.C.D.D ile MİP arasında imzalanan sözleşmeyle; tarife değişiklikleri, yapılacak zamlar, işleticinin vereceği hizmetler, iç ve dış denetimler gibi pek çok husus hükümlere bağlanmış durumda. Kısaca kimsenin kafasına estiği biçimde hareket etme olasılığı yok.
Örneğin sözleşmeye göre, 30.12.2006 tarihinde TCDD tarafından uygulanan her türlü hizmet tarifesi 3 yıl boyunca yeni işletici eliyle aynen uygulanacak. Ancak devir tarihinde –ki bu tarih 11.5.2007 dir- TCDD’ nin vermediği hizmetlerin işletici tarafından yapılmaya başlanması ve bu hizmetlerle ilgili tarifenin TCDD tarafından onaylanması kaydıyla işletici bu yeni tarifeyi uygulayabilir.
Yine sözleşme gereği MİP, fiyatlara dokunamayacağı 3 yılın ardından eğer tarifelerde bir fiyat artışı yapacaksa bu artışlarla ilgili haklı ve kabul edilir gerekçeleri ortaya koyarak, yeni tarifeyi TCDD’ ye sunmak ve Ulaştırma Bakanlığı onayından geçirmek zorunda.
Kısaca MİP mevcut tarifeye 3 yıl içinde zam yapamayacak, tarifede yer almayan bir hizmet vermeye başlamışsa da, onunla ilgili maliyet hesaplarını ortaya koyup üzerine makul bir kâr ekleyerek TCDD’ nin yetkili biriminden onaylatacak.
Daha da önemlisi, MİP’in verdiği hizmetlerin bir bölümünü de olsa, hiçbir şekilde üçüncü kişilere –deyim yerindeyse taşeronlara- devredemeyeceği, herkesin anlayacağı bir dille sözleşmede hüküm altına alınmış durumda.
Şimdi gelin tümüyle tanımlanmış, karşılıklı olarak imzalanmış, uyulmaması halinde mukavele feshine kadar gidebilecek hükümlerin geçen zaman içinde nasıl uygulandığına. Daha doğrusu taraflardan birinin neyi nasıl yaptığına:
MİP limanı devralır almaz, TCDD liman işletmesinin, 2004’ ten beri Mersin limanında ücretsiz olarak uyguladığı ISPS olarak adlandırılan Uluslararası güvenlik uygulamasını ücretli hale getiriyor. Dolu konteynerden 9, boş olandan 3 dolar tahsil etmeye başlıyor. Ne olup bittiğinden habersiz İhracat ve ithalatçı -kısaca müşteri diyelim- boynu kıldan ince biçimde istenen parayı ödemeye başlıyor. Sözleşmeye aykırılıktan kimsenin haberi yok ki, itiraz etsin. Konuyu bilen ve takip edenler var elbette.
Bu “bilenler”, ISPS ücretinin MİP tarafından tahsil edilmeye başlandığını görünce, sözleşmeye aykırı durumu bir raporla hem Ulaştırma Bakanına hem de Bakanlığın yetkili birimine iletiyorlar. Ücret uygulaması üç yıldır devam ettiğine göre Bakanlığın bu konuda ne yaptığına siz karar verin.
Yetmiyor, limanı devralan şirket o güne kadar ücretsiz olan konteynerlerin kilit çözme ücreti olarak tanımlanan bir hizmetten de konteyner başına 4 dolar tahsil etmeye başlıyor. Durum sözleşmeye aykırı ama yazılı, sözlü uyarılar burada da işe yaramıyor.
Gelelim en önemli ve mükellefin canını en çok acıtan uygulamaya: Konteyner doldurma boşaltma ücreti limanın devredildiği gün TCDD Liman işletmesince 85 dolar olarak tahsil ediliyordu. –Bu ücrete temel teşkil eden maliyet ise 20 lik konteyner için 30, 40 feetlik konteyner için 40 doları geçmiyordu- MİP limanı devralmasının ardından 3 yıl boyunca fiyat arttırmama kuralına rağmen 11.5.2007 tarihinde bu hizmetten 143 dolar almaya başladı.
Tüm bu uygulamalar sözleşmeye aykırı olmasına rağmen 3 yıl içinde hayata geçirildi.
Canı yanan bir grup mükellefin şikâyeti üzerine Başbakanlık Teftiş Kurulunun harekete geçtiği, yapılan zamları inceleyerek 2009 yılı sonunda bir rapor düzenlediği kapalı kapılar arkasında konuşuluyor ama raporda nelerin yer aldığı ve şu ana kadar somut bir adım atılmadığı da başka bir gerçek.
Ve en önemlisi 3 yıl boyunca yukarıdakiler dışında ana hizmet ücretlerine dokunamayan MİP, sözleşmede yer alan sürenin dolmasıyla hemen kolları sıvayıp, son günlerde müşterilerin isyanına yol açan zamları birbiri peşi sıra uygulamaya başlıyor.
Oysa sözleşme hükümleri sarih: Yapılacak zamların mutlaka haklı, anlaşılır ve kabul edilir gerekçeye dayandırılması şart. Yani zam yapacaksanız, 3 yıl içinde hangi girdinizin dolar bazında –dolar bazında çünkü bütün tahakkuklar dolar üzerinden TL kuruna çevrilerek hesaplanıyor- ne kadar arttığını ortaya koymak zorundasınız. Hiçbir girdide yapılan zammı haklı gösterecek oranda fiyat artışı olmamasına rağmen yeni oranları hayata geçirmeye kalkışmak elbette cesaret işi ama daha da önemlisi bu zamlı tarifenin TCDD tarafından onaylanıp onaylanmadığı sorusuna yanıt bulmak gerekiyor. Kaldı ki, bu soruya cevap araması gereken kurumlar var –en azından olmalı- Mersin’ de.
Hizmet alan mükelleften çok tahsil edilecek vergi nedeniyle Devletin yetkili kurumlarını ilgilendiren bir başka uygulamayı da bu vesileyle dile getirmekte yarar var: Devir sözleşmesine göre işletmeci kuruluş sunduğu hizmetleri MİP eliyle vermek zorunda. Oysa Mersin’ de herkes biliyor ki, bu hizmetlerin bir kısmı, kurulan taşeron şirketler eliyle yürütülüyor. Vergi tek şirket eliyle toplanacağına, taşeronlar eliyle dağıtılıyor. Bu biraz da teknik izaha muhtaç konuyu ileride bütün boyutlarıyla ele almak kaydıyla son uyarılarımızı yapıp noktalayalım bu yazıyı…
MTSO- İhracatçı Birlikleri- Deniz Ticaret Odası gibi limandan hizmet alan üyelerin haklarını savunmakla yükümlü olan kurumlar başta olmak üzere hepimiz, son zamlarla ortaya çıkan oldu bittilerin bir daha yaşanmaması için üzerimize düşeni yapmak zorundayız.
Aksi takdirde Mersin limanını, dilimizden düşürmediğimiz, uluslar arası rekabete açık, doğu Akdeniz’ in en önemli terminal limanı yapma hedefimiz Kaf dağının ardındaki seraba döner.
Yıkım anlamına gelecek böylesi bir hayal kırıklığına dayanma gücümüz yok. Ortaya çıkan son durum ışığında Mersin dinamiklerinin “limanı izleme komitesi” oluşturup, sözleşmeye aykırı her durumla ilgili tüm yasal yolları arama ve gereğini yapma gibi bir tarihi sorumluluğu var. Çok geç kalmadan, bir an önce ve yapılanları şeffaf biçimde kamuoyuyla paylaşarak…
Önemli Not: Yazıyı yayına hazırlarken, Özelleştirme İdaresi Başkanlığından, Mersin limanında verilmekte olan hizmet ücretlerini derinden etkileyecek, belki de limanın bundan sonraki kaderini belirleyecek önemde bir yanıt aldım. Yanıtta “İmtiyaz sözleşmesinin hizmet tarifelerini belirleyen 9. Maddesine” atıfta bulunulurken şu hususun altı hiçbir yoruma yer bırakmayacak biçimde çiziliyor:
“İşletici firmanın 11.05.2010 tarihine kadar geçen sürede limanda uygulayacağı tarifelerin, TCDD’nin 31.12.2006 itibariyle uyguladığı tarifelerden daha yüksek olmaması,”
“İşleticinin 11.05.2010 tarihinden sonra da, bir hizmet için, maliyetini ciddi biçimde aşacak şekilde “fahiş fiyat” uygulamasından kaçınması” sözleşmede belirlenen cezayı gerektirir. Bu hususların, işletme hakkı süresince TCDD tarafından denetlenmesi ve işleticinin söz konusu yükümlülüklere uymadığının tespiti halinde, yine TCDD tarafından sözleşmede belirlenen para cezalarının uygulanması, hükme bağlanmıştır.”
Verilen yanıtta para cezasının miktarı belirtilmemiş. Onu da ben söyleyeyim: Her yıl TÜFE oranında yeniden düzenlenecek olan meblağ 2007 yılı için gün başına 25 milyar olarak saptanmış. Yani Özelleştirme İdaresi Başkanlığı işi sağlam tutarken, gereğini TCDD’ nin emin ellerine bırakmış…
Tablo bu kadar net ise, MİP maliyeti 30/40 dolar olan ve TCDD tarafından devir anına kadar 85 dolar olarak uygulanan konteyner doldurma/boşaltma ücretini 11.5.2007’de 143 dolara, -son arttırımla 150 dolar- çıkararak sözleşmeye aykırı davranmış olmuyor mu? Davrandıysa TCDD neden o günden bugüne gereğini yapmadı, yapmıyor???…
Üzerinde duracağımız asıl soru budur, yanıtını alıncaya kadar iz sürmeye devam…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-19T01:58:06.592-07:00
Gazze’ li çocukları anmak, Uğur’u unutmak…
Gazze’ li çocukları anmak, Uğur’u unutmak…
12 yaşında 13 kurşunla sırtından vuruldu Uğur…
Babasının yanında düştü yere…
Babasıyla birlikte verdik kara toprağa…
Kendisini vuranlar, suç yerinden bin km uzakta Eskişehir’ de yargılanıp, beraat ettiler…
Boynumuz kıldan ince adalet önünde…
Ama kanayan vicdanımızı nasıl susturacak, o “haykır” diye seslenen yüreğimizdeki en insani ateşin yangınını nasıl söndüreceğiz?
Türkçe olimpiyatları organizasyonun kapanışında Başbakan Erdoğan’ı dinlerken nedense Kızıltepe’ de 6 yıl önce küçücük bedenine 13 kurşun sıkılan Uğur Kaymaz düştü aklıma, bir türlü de çıkmadı…
İnsan yüreğini titreten Erdoğan’ ı, kendi ülkesinin taş atan çocuklarını bir türlü görmeyen Başbakanla bir türlü bağdaştıramadım, bir yerlere koyamadım. Kendisi ne hissetti acaba? Uğur’ u, taş atan çocukları o konuşma bahanesiyle bir kez olsun anmayı, anımsatmayı hiç düşündü mü? Yakıcı soru girdi beynime, burgu gibi deldi, çıkmak bilmiyor
Nazım’ dan ödünç aldığı, “Çocuklara kıymayın efendiler” diye başlayan o dizeleri, yüreğinden gelen duyguyla okuyan bir insanın, Başbakanlığı döneminde “kıyılan, biçilen, işkencelerden” geçen çocuklar…
Nasıl bir duygudur bu Tanrım?
Ne yaman bir çelişkidir?
Ve Erdoğan devam ettikçe içimdeki isyan daha acımasız sorularla ruhumu yakmaya devam ediyordu:
“Belki şehre bir film gelir/iklim değişir/Akdeniz olur/Gülümse…”
Hiç sinemaya gitmiş miydi, Uğur?
Öldürüldüğünde o bir türlü Akdeniz olmayan, korkuların gerdiği yüzleri bir türlü gülümsemenin yumuşatmadığı o şehirde Kızıltepe’ de hangi film oynuyordu?
Uğur’ a yaşamı çok görenler filmlere gidiyor, çocuklarının ellerini sıkıca tutup dolaşıyor, seviyor, seviliyorlardı belki de…
Ama Uğur’a sevdalanma yaşını bile çok görmüşlerdi.
“Çocuklara kıymayın efendiler” şiirini tüm duygusallığıyla okuyan Başbakanı vardı Türkiye’ nin ama aynı ülkede Uğur’ a nice çocuğa kıyılmıştı onun döneminde…
Kemal Burkay’ ın Sezen’in müziğiyle buluşan o dizelerini “Hadi, Gülümse” yi dudaklarında ince bir acıyla seslendiren Erdoğan’ ı, Uğur’ un şehrinde bir türlü göremediği o filmle birlikte, düşünmek, yaşamak…
Nedense Erdoğan’ ı dinlerken, boğazıma gelip düğümlendi Uğur, karşıma geçip muzip çocuk haliyle gülümsedi…
Bir türlü değişmeyen iklime mi gülümsüyordu?
Erdoğan’ ın ironik haline mi?
Gazzeli çocuklara ağlarken, Uğur’ u anımsamamak…
Yıllar geçse de, hepimizin vicdanını kanatacak Uğur’ un ruhu, “bir filmin gelişiyle iklimin değişeceği, Akdeniz olacağı” şehirde bekliyor bizi…
Anımsayıncaya kadar da gölge gibi izlemeye devam edecek…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-19T01:57:06.304-07:00
Kendileri piyasada da, projeleri nerede?
Kendileri piyasada da, projeleri nerede?
İşsizliği çözeceklermiş!
Nasıl?
Sorunun şu ana kadar verilmiş somut bir yanıtı yok…
Sahi nasıl yapacaksınız?
Yabancı yatırımcıyı çekecekseniz, her fırsatta bırakın gelecekleri, gelenleri bile kaçıracak delillerle dolu söylemleriniz…
Kamu yatırımlarını arttıracaksanız ülkenin böyle bir kaynağı yok.
Bilmiyorsanız, bu konuda daha bir ay önce aynı görüşleri paylaştığımız Umut Oran’ a sorabilirsiniz…
O size tüm boyutlarıyla acımasız küresel gerçeği anlatır.
Sahi Umut Oran’ la bölgesel asgari ücreti konuşmuştuk ta, bu konuda CHP politbürosunun tüylerini diken diken edecek samimi görüşlerini anlatmıştı, umarım CHP’ nin muhalif kanadından yönetim kadrosuna sıçradı diye bir ay içinde değişmemiştir düşüncesi…
Türkiye’ de yeterince tasarruf olmadığı için, istihdamı kalıcı biçimde çözecek yeterlilikte kaynak olmadığını sağır sultan biliyor.
Özeliyle devleti seferberlik ilan etse yılda 25 milyar dolar civarında yeni yatırım yapabiliyor bu ülke. Oysa Anadolu’da her yıl 1 milyon civarında genç taze kan olarak iş hayatına giriyor, köyden kente artan göç nedeniyle yine her yıl istihdam yaratmak zorunda olduğumuz en az 500 bin insan da cabası…
Yoksa özel sektörü göz ardı edip, dünyada artık örneği kalmamış olan devlet eliyle istihdam gibi saçmalıklarla ve Et Balık Kurumlarını yeniden açarak her yıl 1,5 milyon insana iş ve aş mucizesinin geleceğini mi sanıyorsunuz?
Süt ve yoğurt satan, Sümerbank ayakkabısı, okul önlüğü üreten 1930 model devletçilikle 21. Yüzyıla Türkiye’ yi taşıma hayali görüyorsanız o yolun sonu yok. Çin bir yana Küba bile çıkmaz sokak olduğunu anladı o yolculukların.
İyisi mi siz Türkiye insanının hatırlamak bile istemediği o kâbus dolu İsmet Paşa-Recep Peker kombinasyonlarından vazgeçin.
Emekli 8 milyon insanı baş tacı edeceğini söylemek kolay da, bunun gerçekçi bir kaynağı var mı sorusunun mantıklı bir yanıtı yok…
Sosyal demokratlar dahil AB şemsiyesi altında yer alan tüm ülkeler kemer sıkma projelerini hayata geçirmeye hazırlanırken, Türkiye’ nin eninde sonunda tasarrufa yönelik tedbirlerle yüzleşmeden yoluna devam etmesini beklemek gerçekçi mi? Biz bambaşka konularla oyalanırken bakın Avrupa devleri neleri konuşuyor ve birbiri peşi sıra hangi önlemleri devreye sokmaya hazırlanıyor:
Almanya: Krizden diğer AB ülkelerine oranla daha az etkilenmesine rağmen, Hükümet 2014 yılına kadar kademeli olarak 80 milyar Euroluk tasarruf paketini yürürlüğe koymakta. Faturanın büyükçe kısmını ise yoksullar ve dar gelirliler ödeyecek. Örneğin Devletten sosyal yardım alanlara ödenen ebeveyn parası tamamen kaldırılacak.
İngiltere: Liberal- Muhafazakar koalisyonu henüz bir ayını doldurmadı. İşsizliğe çare bulamamış İşçi Partisinin aksine toplumun en yoksul ve kırılgan kesimlerine bol keseden vaatlerde bulunan dünün muhalifleri iktidara geçince boşalmış bir hazine, devasa bütçe açıkları, ödenmesi hayli zor dış borç gerçeğiyle yüzleşti. Hayal tacirliğinin yerini acı reçeteyi uygulama sorumluluğu aldı.
Bütçe açığını azaltabilmek için tüm kamu harcamalarını kökten değerlendirmeye alan koalisyon hükümeti, yılda 170 milyar sterlik sosyal güvenlik bütçesinde büyük kesintilere gitmek gibi intihar anlamına gelen adımları atmaya hazırlanmakta. Örneğin çocuk yardımı gibi düne kadar tartışılması akıl dışı olan ödemelerin kaldırılması, işsiz, hasta ve özürlülere yapılan sosyal yardımların seviyesi ve kapsamının da daraltılması, hatta bunların geçici olarak dondurulması söz konusu…
Çalışan kesimlerin tüm tepkilerine aldırmadan, her türlü sosyal yardımı kesmeyi, emekli maaşlarını bile azaltan uygulamaları hayata geçiren Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya’ yı anlatmaya bile gerek yok…
Sanayi çağından bilgi çağına geçen dünyada üretim yöntemleri, mekanizmaları baştan aşağı değişiyor, kol gücünün yerini otomasyon sermayenin yerini bilgi alacak uzun vadede.
Güçler, dengeler, alışkanlıklar her şey değişiyor, değişecek. İmparatorlukları andıran 100 yıllık dev şirketler batarken, ağzı süt kokan yeni şirketler yükseliyor.
Ford ve General Motors gibi sanayi çağının ilham kaynağı küresel şirketleri artık kapılarında asılı tabelalar kadar para etmezken, Google gibi, Apple gibi, Microsoft gibi en yaşlısı 15 yıllık şirketler dünyanın en büyüğü acımasız yarışında birbirlerinin önüne geçmeye çalışıyor. 1 dolarlık cihazın içine bir yazılım ekleyerek bin dolara satıyor elin oğlu…
Bu yeni dünyaya ayak uyduracak stratejiniz var mı?
Yoksa devlete kasaplık yaptırarak, yoğurt sattırarak mı küresel rekabete ayak uyduracaksınız?
Temel soru budur.
Umarım, emeklilik çağındaki Kılıçdaroğlu verdiği sözlerin gerçekleşme olasılığını, dünyanın savrulduğu küresel depremin sebep-sonuç ilişkisinin, kapımızda bekleyen yansımalarının farkındadır…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-19T01:56:15.567-07:00
Popülizmle nereye kadar?
Popülizmle nereye kadar?
Popülizmin insanları nereye, hangi sınırlara taşıyacağını merak edenler sanırım çok mutludur son günlerde…
Arjantin’in Eva Peron’una rahmet okutan Demirel bile o her dönem alıp gittiği şapkasını –eğer duruyorsa- bir kez daha çıkarmıştır Kılıçdaroğlu mucizesiyle duymaya başladığımız söylemlere…
Kürt konusuna bir diyeceği yok ama, Güneydoğuyu devletin yeniden kasaplığa soyunacağı et kombinalarıyla kurtarmayı düşünecek kadar geniş ufka sahip…
Kürt sorunun demokrasi, PKK sorunun siyaset, Doğu ve Güneydoğu sorununun ekonomiyle nasıl iç içe geçtiğinin farkında bile değil.
Üstelik Tunceli gibi alabildiğine politize olmuş –iyi ki öyle- bir kentli olduğunu her yerde söylemesine rağmen…
İşte Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’ nun et kombinaları mucize projesinden ilham alan, üstelik Kurultay günü atılmaktan kıl payı kurtulan CHP İzmir İl Başkanı, o paçayı kurtarmanın verdiği mutlulukla, önümüzdeki hafta Ege merkezli bir mitinge imza atacağını duyuruyor…
Hükümetin et ithalatının protesto edileceği mitinge 100 bin Egelinin katılacağını söylemiş 40 yıllık CHP’ li olmakla övünen gedikli, kıdemli İl Başkanı…
Laiklik savunucularıyla, darbe çığırtkanlarının birbirine karıştığı o ünlü Cumhuriyet mitinglerinin en görkemlisine 100 bin kişiyi toplayamayan, belki de o hayal kırıklığıyla ipin ucunu kaçıran ADD, ÇYDD, her türlü harfi barındıran Oda, Meslek kuruluşlarından oluşan nice kuruluşun yüz bin kişiyi bir araya getiremediği İzmir’de, et fiyatlarından şikayetçi üreticiler, o mitinglerdeki kalabalıklardan çok daha fazlasını getireceklermiş meydanlara…
İyi de, ne için toplanacak yüz bin kişi?
Et ithalatı nedeniyle artık hayvanlarının para etmemesini protesto etmek için….
Peki zalim! AK Parti Hükümetinin ithalat sopasını göstermesine rağmen et fiyatları bugün hangi düzeyde?
Ortalama 20/25 milyon –Yeni fiyatla söyleyelim 20/25 lira-
Yani bir kilo et için ödememiz gereken para asgarisinden 15 dolar…
Diğer ifadeyle bu ülkede üreticiyi koruma adına halk bir ton et için 15 bin dolar ödüyor.
Dünyanın en gelişmişi, en yüksek gelirine sahip ülkesi ABD’ de aynı etin fiyatı ne kadar?
Marketlerde çeşidine, türüne göre 3 bilemediniz 4 dolar… Toptan fiyatı ise bazen 1 dolara kadar geriliyor.
Yıllık ortalama geliri 50 bin dolar olan Amerikalı yıl boyunca tüketeceği 100 kilo ete en fazla 300/400 dolar öderken, geliri onun onda biri olan Türkiyeli garibim aynı miktar ete asgari 1500 dolar ayırmak zorunda…
Amerikalının 100 kg et almak için 50 bin dolarlık bütçesindeki oran %1 in altında…
Türkiye’ de ise aynı miktar eti yemek için yıllık gelirinizin neredeyse beşte birini ayırmak zorundasınız…
Dünyanın en pahalı etinin üretildiği bu ülkede insanlar çocuklarına üreticiyi koruma adına et yediremiyor ama mevcut durumdan ne üretici memnun ne tüketici…
Dünyanın ayakta kalmış en komünisti Çin 20 son yılda ekonomisini dünyaya açarken tarımda temel bir politika belirlemiş. Her türlü tarım ürününün ülkeye ithali serbest ama %70 gümrük ödemek koşuluyla.
Yani Mao’ nun ülkesi üreticisini %70 lik gümrük duvarıyla koruyor. Ötesine geçen, rekabette zorlanan üreticiye de “kusura bakma, benden bu kadar, seni düşündüğüm kadar tüketiciyi de düşünmek zorundayım” diyor…
Türkiye korumacılığı; objektif kriterlere, dünyada geçerli ölçülerdeki teşviklere göre belirlemeli…
O gümrük duvarlarına rağmen rekabet edemeyenleri kollayıp, korumaktan vazgeçerek başka alanlara yöneltmeli.
100 bin et üreticisini toplayıp miting yapacakmış CHP İzmir İl Başkanı…
Bırakın 100 binleri on bin kişiyi toplamayacağını kendisi de biliyor aslında ama gerçek mesele bu değil… Asıl oturup şu soruya kafa yormalı… Ya üreticilere inat ucuz et isteyen tüketiciler günün birinde ayaklanıp meydanları doldursa…
“Dünya kaça yiyorsa, biz de onların iki katına et yiyelim, ama izin verin de geleceğimiz çocuklarımız gelişmiş ülkedekiler kadar et yesin, sağlıklı beslensin” diye haykırsa…
Sahi, çiçeği burnunda Kılıçdaroğlu’ ndan geçtim, 80 yıllık çınarımız, koca CHP’ nin, iktidarı eleştiren “tarım öldü, bitti, mahvoldu” popülist söylemleri dışında hayvancılıkla, tarımla ilgili elle tutulur, dişe dokunur, yeni dünya koşulları ve ticaretine uygun rekabetçi politikaları, önerileri var mı?
Yoksa, bu konuda da, olmayan yelkenleri şişiren 1930 model gazeteci rüzgarlarına mı güveniyor?
Hem önümüzdeki hafta CHP’ nin 40 yıllık İl başkanınca İzmir’ de düzenleneceği söylenen 100 bin kişilik et üreticisi mitinginin akıbetini görelim, hem de tarım konusunda aslan sosyal demokratlarımızın yeni açılımlarını, çağın gereklerine, gerçeklerine uygun politikalarını ve elbette dile getirmelerini beklediğimiz ete kemiğe bürünmüş yapıcı önerilerini bir duyalım…
Üreticisi, tüketicisiyle, çok mu şey istiyoruz?
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-01T05:09:12.583-07:00
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…
Bir yüzyıla üç büyük kriz, ikisi çok şiddetli küresel savaş sığdırdı dünya…
Birinci ve ikinci dünya savaşları ortaya çıkan ekonomik krizlerin ardından gelmiş, her birinde dünya yıkılıp yeniden kurulmuştu.
Örneğin birinci dünya savaşı sonunda, sanayi çağının gerektirdiği üretim tarzlarına ayak uyduramayan nice büyük imparatorluk dağılmış, yerlerini yeni hegemon aktörler almıştı. Osmanlı İmparatorluğu parçalananlara, İngiltere ve Amerika ise yükselen güçlere iyi birer örnektir. Rusya aynı dönemi, işçi sınıfı hakimiyetine dayalı radikal rejim değişikliğiyle atlatmıştır. Almanya kaybettiği o savaşın ardından sanayisini geliştirip, dünyayı yeniden paylaşma iddiasıyla yola çıkmış, 2. Dünya savaşını başlatmaktan çekinmemiştir.
Birinci dünya savaşı yoksul işçilerin Sovyetler Birliğini, ikinci dünya savaşı yoksul köylülerin Çin Halk Cumhuriyetini doğurmuştur. İki savaşın en önemli ekonomik gerçeği krizleri bitirme becerisidir. 1929 kriziyle tam 10 yıl işsizlik pençesinde kıvranan ABD’ yi kurtaran en önemli dinamiğin, 2. Dünya savaşına katılmasıyla gerçekleştiğini anımsamakta yarar var.
İçinden geçmekte olduğumuz dönem, dünyayı kasıp kavuran yeni bir ekonomik krizin gölgesinde şekilleniyor. Sonucunda nasıl bir dünyanın ortaya çıkacağı, kendine özgü dinamiklerle şekillenecek bir çağ bu…
Eski alışkanlıklarla, eski gözlüklerle, eski düşünce tarzlarıyla kavranması bir yana, kabul edilmesi bile hayli zor bir dönemden geçiyoruz.
Örneğin sanayi çağıyla ortaya çıkan Ulus Devletlerin ağırlığı gittikçe azalıyor. Yerini gümrük duvarlarının yıkıldığı, sınırların kalktığı, sermayenin, beyin ve kol gücünün küreselleştiği yeni bir dünya kuruluyor. İçinden geçmekte olduğumuz dönemin en çarpıcı örneği, Vietnam…
Güney’in 230 bin, Kuzey’in 1 milyon 100 bin olmak üzere, kayıplarla birlikte toplam 1,5 milyon mazlum Vietnam’ lının yaşamını, zehirlenerek kullanılamaz hale gelen topraklarının 3’te 1’ini yitirdiği o savaşın sonunda Amerikalılar arkalarında 60 bin ölü bırakıp kaçtılar. –Bir o kadar savaş gazisi! de eve döndükten sonra intihar etti- Trilyonlarca dolara mal olan savaşın sonunda 1975’ te iki Vietnam komünistlerin hakimiyetindeki Kuzey çatısı altında birleşti. Bugün Vietnam’ ın en önemli yatırımcısı ABD ağırlıklı küresel şirketler. Kısaca silahla fethedilemeyen nice ülke, küreselleşme sayesinde yabancı şirketlere kapılarını açmak zorunda kaldı. İnternet ile her bireyin erişimine açılan bilgi sayesinde mekan, zaman kavramı başta olmak üzere üretim tarzları değişti.
Küreselleşmenin gelişmiş ülkelere yarayacağı, kurtların giydiği kuzu postlarıyla dünyayı yeni ve farklı biçimde sömüreceği varsayımının doğruluğu kadar, Uzak doğu başta olmak üzere, pek çok gelişmekte olan ülkeye yaradığı gerçeği de orta yerde duruyor.
Düne kadar dünyanın yarattığı hasılanın neredeyse %90’ ına sahip ABD, AB, Japonya’ nın pastadan aldığı pay hızla düşerken, Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerin ekonomik büyüme bir yana her anlamdaki bölgesel güç olma yürüyüşleri gittikçe hızlanıyor.
Ortadoğu’ da Osmanlının yıkılışıyla ortaya çıkan ve yaklaşık 100 yıldır bitmeyen kaos, yeni dönemin Türkiye’ sini eskisinden farklı bir konuma doğru itmekte. Küresel krizle yüzleşen ve yıkılıp yeniden kurulacak dünyanın diğer bölgeleri gibi Ortadoğu’ nunda 100 yıllık boşluğun ardından daha akılcı biçimde şekillenmesi kaçınılmaz. Eski çağa ait ne varsa, ya yenisine uyacak, ya da yıkılıp gidecek. Rejimler, cetvelle çizilmiş sınırlar değişirken, kökleriyle bölge topraklarının ruhunu en iyi bilen yeni Türkiye sadece model değil yeniçağın lideri de olacak. Kaçınılmaz bir süreç bu…
Engels’ in dediği gibi; “Tarih bazen doktrinlerin dümenine geçer, yanlışa bile doğruyu yaptırır.”
Elit oligarşisine dayalı dar alana hapsolmuş eski çağın dinamikleriyle ayakta durmaya çalışan tüm rejimlerin kazanma olasılığının olmadığı bir değişim, dönüşüm bu… Statükocu direnişlerin, ayak sürüme manevralarının, tarihin sonsuz akan nehrinin hızlandığı bu günlerde tutunma şansları yok. Sadece acılı gecikmeler yaşanır ama sonuç değişmez.
İsrail ile son dönemde gittikçe artan ve son olarak Gazze’ ye insani yardım götüren aktivistlere İsrail askerlerinin saldırmasıyla doruğa çıkan o kırılma anı, aslında böyle bir küresel eksen kaymasının ve yeni liderlik konumunun sonucudur aslında.
Mısır dahil hiçbir Arap ülkesinin 60 yıldır yüklenmediği –yüklenemediği- bölgenin liderliği artık istese de, istemese de 31 Mayıs 2010 sabahından itibaren Türkiye’ nin omuzlarındadır. İsrail’in uluslar arası sularda masum insanları öldürmeye varan akıl almaz tepkisi o nedenle herhangi bir gemiye değil, Türkiye’ nin bu liderliğinedir.
Dalgalı denizlerde sancılı bir süreçtir bu… Provokasyonlarla, sabotajlarla, suikastlarla, ayakta durmaya çalışan İsrail’in önünde iki yol var… Ya evrensel kuralları hiçe sayan eski alışkanlıklarını sürdürüp, yavaş yavaş tükenecekler. Ya da tarihin onlara biçtiği yeni role razı olup, saygı gösterdikleri ölçüde saygı görecekleri bu yenidünya coğrafyasında yer alacaklar…
Tarih mezarlığı, dönemlerini doğru okuyamayan maceracı devlet tabelalarıyla dolu…
Vaat edilmiş topraklara ulaşma hayalleri kuranlar için de geçerli bir gerçektir bu…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-06-01T00:00:21.369-07:00
CHP kapıları açacaksa, işe tüz… – Google Dokümanlar
CHP kapıları açacaksa, işe tüzükten başlamalı…
Okuma konusunda sıkıntılı bir toplum olduğumuz yadsınamaz gerçek. Bu nedenle bırakın vatandaşı, kendini aydın sayanlarımız bile parti programlarından, tüzüklerinden habersiz. Siyasi Partileri adına mahalle, köy gezileri, kahve toplantıları düzenleyen yöneticilerin durumu da çok farklı değil.
Ekonomi yanında siyasal ve sosyal alanda da gelişmiş batı Avrupa ülkelerine bakın. Söylenen her sözün, paylaşılan her görüşün parti programlarında yeri, tabandan tavana parti oluşumlarının, yılların deneyimlerinden süzülüp gelen parti tüzüklerinin içerdiği yazılı kurallar vardır.
Kılıçdaroğlu’ nun genel başkanlığa gelişiyle birlikte CHP’ nin kapılarını halka açacağı, küskünlerin geri döneceği, herkesin kucaklanacağı gibisinden klasik cümleler daha sık dile getirilmeye başlanınca, bugüne kadar pek akıllara gelmeyen bir çalışma yapmaya karar verdim. –Ben bu araştırmayı yaparken, üyelik prosedürü tamamlanmadan hatta aday üyelikleri bile şüpheli üç ismin paraşütle Parti Meclisine konma tartışmaları başlamamıştı.-
Seçtiğim konu önemli çünkü, 12 Eylülün toplumu sindirme, siyasetten uzaklaştırma projesinin çöpe atıldığı bugün ülke sorunlarına kafa yoran, siyaset yapmak isteyen milyonlarca genç, bir siyasi parti çatısı altında kendisine yer bulmak istiyor. Milliyetçi MHP ve Muhafazakar AK Parti bu alanda nispeten daha aktif. Asıl sorun kendisini solda tanımlayan CHP’ de. Toplumsal sorunlara çok daha duyarlı olan gençlerin beklentilerine cevap vermeyen hiçbir siyasi hareketin geleceği olamaz. Bu Cumhuriyeti kurmakla övünen CHP bile olsa…
Ülkenin seçim barajını aşmış siyasi partilerinin yeni üye kabulüyle ilgili yaklaşımları Türkiye’ nin bugünkü siyasi tablosuna ayna tutuyor sanki.
Örneğin AK Parti’ de partiye üye olmak isteyen 18 yaşını doldurmuş her vatandaş, partili bir kişiyi referans göstererek Parti İlçe Başkanlığına başvuruyor. En geç bir ay içinde de bu talebi karara bağlanmak zorunda. Bilişim çağına uygun biçimde internet üzerinden başvuruları da kabul ediyor AK Parti.
MHP’ ye üyelik başvurusunda ise iki üyenin referansı aranıyor. 18 yaş sınırı AK Parti ile aynı. Aradaki diğer fark AK Parti’ de 30 gün olarak belirlenen süre burada 15 güne çekilmiş. MHP’ de elektronik ortam başvurularını değerlendiriyor.
CHP’ ye gelince: Araştırmada beni en çok zorlayan siyasi hayatımızın çınarı CHP oldu. 1927’ den 2008’ e kadar uzanan 80 yıllık zaman dilimindeki en az 8 kez değiştirilmiş tüzük ve o tüzüklerde sürekli üzerinde oynanmış üyeliğe kabul koşulları… -Tüzükleri bulmak bile ciddi sorun oldu. TBMM kütüphanesinin yardımıyla aradıklarımı bulmama yardımcı olan dostlarıma teşekkür ediyorum.-
İşte o alanda izini sürdüğüm belgeler ışığında ortaya çıkan gerçekler ve yıllar itibariyle CHP tüzükleri, üyelik koşullarında yaşanan değişiklikler:
1927 Tüzüğü: 15 Ekim 1927 günü toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası Büyük Kongresince görüşülen tüzük 22 Ekim 1927 günü kabul edilir. Tüzüğün giriş cümlesi ilginç: “Cumhuriyet Halk Fırkası Cemiyetler Kanununa tevfikan teşekkül etmiş Cumhuriyetçi, Halkçı, Milliyetçi, Siyasi bir cemiyettir.” 123 maddeden oluşan tüzüğün üyeliğe kabulü 8. Madde ile şöyle düzenlenmiş:
“18 yaşını doldurmuş, kötü şöhretle tanınmamış, yüz kızartıcı veya ağır cezayı gerektirir suçtan hüküm giymemiş, milli dava aleyhinde bulunmamış ve siyasi geçmişi itibariyle menfi bir ruh taşımadıkları bilinen her Türk vatandaşı, Türk kültürünü ve fırkanın bütün umdelerini –koşullarını- tümüyle kabul etmiş olması şartıyla fırkaya dâhil olabilir.”
9.Madde bu kabulün nasıl gerçekleşeceğini anlatıyor: “Cumhuriyet Halk Fırkasına girmek isteyen her vatandaş, fırkada kayıtlı iki arkadaş tarafından girmek istediği mahal ocağına takdim edilecek, kendisi de fırka kurallarına uyacağına dair taahhütname verecektir. Mahal ocağın teklifi kaza –İlçe- veya Vilayet –İl- idare heyetince tasdik edildikten sonra üyelik kesinleşir.” (İfadeleri mümkün olduğunca korumaya çalışırken, anlaşılması amacıyla artık hiç kullanılmayan kimi kelimenin yerine günümüz Türkçesindeki karşılığını kullandım)
1 Mayıs 1935 Tüzüğü: 4. Kurultay tarafından kabul edilen, 1927 tüzüğünün tam aksine öz Türkçe kaygısı gözetilerek kaleme alınmış bir tüzüktür. (Öz Türkçeleştirme öylesine abartılmıştır ki, günümüz insanı için; öncekinde kullanılan Arapça ağırlıklı dili anlamasından farksız bir durum söz konusudur.) Göze çarpan diğer husus, o günlerde artık yavaş yavaş partiye hâkim olmaya başlayan ve Recep Peker’lerin projelendirdiği aşırı milliyetçiliğin öne çıktığı çarpıcı vurgulardır. 18 yaşını doldurmuş, halk tarafından kötü tanınmamış, ağır hapis veya yüz kızartıcı, onur kırıcı bir suçtan hapis cezası almamış olma koşulları 1927 tüzüğüyle aynıdır. Farklılık Türkçülüğü durmadan yineleyen şu cümlelerde: “Ulusal savaşta ona karşı hareket etmemiş ve böyle örgütlere girmemiş, menfi bir ruh taşımamış oldukları belirgin her Türk yurttaş, Türkçe konuşmakta bulunmuş ve Türk kültürünü ve partinin bütün prensiplerini benimsemiş ise partiye girebilir”
Bu girişin nasıl olacağı 10. Maddede detaylı anlatılır: “Partiye girmek isteyen her yurttaş, partide en az iki yıldır kayıtlı iki arkadaş tarafından bulunduğu yerin ocağına tanıtılır. Kendisinde istenen vasıfların bulunduğu belirtilir. Partinin esasları, program ve tüzüğünü kabul ettiğine dair taahhütname verir.”
Tüzüğün asıl çarpıcı maddesi, partiye girmek üzere müracaat eden üyelerin kabulü sırasında neyin nasıl yapılacağını, detaylarıyla tanımlayan, neredeyse ritüeli amaçlayan bir törenden söz edilmesi: Üyeliğe kabul edilenlerle ilgili olarak üç ayda bir Parti il veya ilçe başkanlarının huzurunda mümkün olduğunca çok partilinin katılmasının sağlanacağı, kabul edilen üyelere partinin öneminin ve yapmaları gerekenlerin nutuk tarzında konuşmalarla anlatılacağı, neredeyse ayini andıran törenlerdir bunlar.
1 Haziran 1939 Tüzüğü: 5. Kurultayda kabul edilmiştir. İsmet İnönü ‘değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ Genel Başkandır. Tüzüğün 11.maddesiyle üyeliğe kabul bir kez daha düzenlenmiştir: Eski tüzüklerdeki 18 yaş bu kez 22’ ye çıkarılmıştır. Türkçülük ve Türkçe vurgusu burada da yer alır: “Türkçe konuşan, Türk kültürü ile yoğrulmuş ve partinin tüm umdelerini benimsemiş her Türk, Cumhuriyet Halk Partisine girebilir.” 2 yıllık iki üyenin önermesi, düzenlenecek kabul törenleri gibisinden diğer tüm hususlar 1935 tüzüğüyle aynıdır.
1939 ile 1961 arasında tüzük anlamında herhangi bir değişiklik yoktur CHP’ de. Ancak 60 darbesinin ardından yeni anayasanın ruhuna uymak amacıyla tüzük yeniden düzenlenir.
28 Haziran 1961 Tüzüğü: 1939’dan 1961’ e kadar 22 yıl boyunca pek çok kurultay yapılır ama tüzük ve programa dokunulmaz. 60 darbesinin ardından 28 Haziran 1961 günü toplanan 15. Kurultayda üyelikle ilgili en önemli değişiklikler 22 olan giriş yaşının “Derneklere giriş yaşı” olarak tanımlanması ve iki üyenin referans olma koşulunun kaldırılmasıdır. Bundan böyle “Derneklere girecek yaşta olan, ağır hapis ve yüz kızartıcı suçtan hüküm giymemiş, Kurtuluş savaşına aykırı amaçlar güden kuruluşlarda yer almamış kadın ve erkek her vatandaş” partiye üye olabilecektir artık. (Görüldüğü gibi eski tüzükteki ‘Türk kültürü ile yoğrulmuş ve partinin tüm umdelerini benimsemiş her Türk, Cumhuriyet Halk Partisine girebilir’ ibaresi sessiz sedasız kaldılırılmıştır.
18 Ocak 1966 Tüzüğü: 1961’ den tek farkı Memurlar ve yaşı ne olursa olsun Lise öğrencilerinin üye olamayacakları hükmüdür.
1976 tüzüğü ve tarihi açılım, değişim: CHP en kapsamlı değişimi 1976’ da kabul edilen 1974 tüzüğüyle gerçekleştirmiştir. Halkçı Ecevit söylemleri o tüzükle yazılı hale gelmiş, bugün bile konuşulmayan, başka partilere terk edilmiş “çevreden merkeze doğru yürüyecek hareket” tanımı o tüzükte yer almıştır. “İnsan haklarına saygılı, milli, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkesine bağlılık” tanımlamasıyla ilk kez parti programında insan hakları ve demokrasi ile hukuk vurguları yer almıştır. Program ve tüzükte insanı öne çıkaran ifadeler bunlarla da sınırlı değildir. “Özgürlükçü, parlamenter demokrasi kuralları içinde ve bu rejimi güçlendirme” iradesiyle, o güne kadar alışılmamış kararlılıkla ‘Parlamenter Demokrasi’ yi ayakta tutma kararlılığı ortaya koyulmuştur.
Parti üyeliği bir kez daha ve yeniden düzenlenmiştir bu tüzükle: Parti ilkelerini, program ve tüzüğünü benimseyen her Vatandaş üye olarak başvurabilir. İki partilinin önerisini taşıyan başvuru belgesiyle en yakın ilçe örgütüne yapılan başvuru yapılacak itirazlara olanak sağlanması amacıyla 30 gün askı süresinin sonunda kesinleşir.
1993 Tüzüğü, yeni, yeniden…:12 Eylül 1980 darbesi tüm siyasi partilerin üzerinden tanklarıyla geçerken, CHP de bedel ödemiş, haklı olarak Cumhuriyetin kurucusu olmakla övünen parti, kapatılmıştır. 1992’ de yeniden açılmasını sağlayan yasanın yürürlüğe girmesinin ardından 1993 Mart ayında üyeliği de yeniden düzenleyen tüzük kabul edilir. Tüzüğün 6. Maddesi üyelik koşullarını tanımlar: “Parti ilkelerini benimseyen, yasal engeli olmayan her yurttaş iki partilinin önerisiyle ilçe Meclisine başvurur. İlçe Meclisi 15 gün içinde karar verir.” Ancak 6. Maddeyi izleyen bölümlerde partinin tarihi boyunca hiç yer almamış ilginç bir kavram çıkar ortaya; “Aday Üyelik” tir bunun adı ve üyeliğin ne kadar zorlu süreçlerden geçeceğini tanımlamaktadır:
Partiye üye olma koşullarını taşıyanlar aday üye olarak nitelendirilecek, bunlara ait üye talep formları ilçelerce genel merkeze gönderildikten sonra en geç iki ay içinde tamamlanıp 15 gün içinde ait olduğu ilçelere gönderilecektir. Listeler, itirazları değerlendirmek amacıyla ilçe teşkilatının uygun yerlerine bir ay süreyle asılır. Adayların eğitim çalışmalarından geçtiği, başarı derecelerinin göz önünde bulundurulduğu bu Aday Üyelik süresi 6 aydır.
Son olarak 2008 yılında tüzük bir kez daha değiştirilir. Aday üyelikle ilgili süreler bir nebze kısaltılır. Örneğin Genel Merkez üye yazım bürosunun eskiden 2 ayda tamamlaması gereken kayıt süresi bir aya çekilirken aday listesinin ilçelerdeki askı süresi bir aydan 15 güne çekilir. Yine eski tüzükte 6 ay olarak öngörülen aday üyelik süresi yeni tüzükte 3 ay olarak belirlenir.
1930 ların Almanya ve İtalya’ sından esinlenen Recep Peker’lerin 1935 ve 1939 tüzüklerine koydukları“Türkçe konuşan, Türk kültürü ile yoğrulmuş ve partinin tüm umdelerini benimsemiş her Türk, Cumhuriyet Halk Partisine girebilir.” Koşullarından 1972’ den başlayarak Ecevit’in 1976 kurultayındaki tüzüğe manifesto gibi yazdığı “Özgürlükçü, parlamenter demokrasi kuralları içinde ve bu rejimi güçlendirme” sloganıyla “insan haklarına saygılı demokratik, hukuk devleti” hedefi etrafında bir araya getirmeye çalıştığı üyelerden oluşan bir parti.
Ve 1993’ te Baykal’ la gelen yeni dönem. Sanki bütün insanlar partinin kapısında kuyruk olmuş gibi, üyeliği kolaylaştıran değil, alabildiğine zorlaştıran seçkinci, oligarşik yapı…
Şimdi Baykal’ ın gidişiyle CHP’ liler umuda kapılıyor ama değişim, yeni dünyayı doğru okumaktan, sanayi çağından bilgi çağına doğru depremlerin yaşandığı bu savrulma dönemine uygun politikalardan, günün ruhunu algılamaktan geçiyor. Daha da önemlisi partiyi gençlere açmanın ilk koşulu bu bürokrasiye boğulmuş işkenceyi andıran üyelik sürecinin alabildiğince basite indirgenmesi, tek kelimeyle üyeliğin zorlaştırma yerine kolaylaştırılmasından geçiyor.
Bu gerekli ama yeterli mi? Yeterlilik koşulu çok daha farklı söylemlere, eylemlere bağlı. Umarım Kılıçdaroğlu 1930 model particilikle 2010 Türkiye’ sini yönetme iddiasının gerçekleşme olasılığının zorluğunu biliyordur.
Daha da önemlisi; Ülkeyi dünyaya kapatıp, artık tarihin çöplüğüne gömülen Baas tipi devletçiliğe soyunma gibi bir yanlışı yapar mı?
Hadi bir an için soyunduğunu var sayalım; Bu hem onun hem de Türkiye’ nin dünyadan kopuşu ve yıkımı olur ki, umarız yaşadığımız çağı ve küresel krizle birlikte yıkılıp yeniden kurulacak dengeleri anlatacak bir yakın çevresi, ekibi vardır. CHP’ zaten kullanmakta geciktiği bir son şansı deniyor. Umarım o şansı ölüm adına değil, yeniden doğum yönünde kullanacak sağduyu hâkim olur, Cumhuriyeti kurmakla övünen 90 yıllık partiye…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-26T03:54:12.297-07:00
Facebook | Fotoğraflarım – 26.5.2010
Facebook | Fotoğraflarım – 26.5.2010
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-24T07:32:24.816-07:00
Kaset ve kasket iktidarı getirir mi?
Kaset ve kasket iktidarı getirir mi?
Yoksulluk edebiyatıyla yola çıkan Kılıçdaroğlu’ nun bu konsepte uygun aksesuar olarak giydiği gömlek sanırım hafızalardadır.
Gazcılardan, yağcılardan geriye kalan muzır medya mensuplarından biri, o gömleğin üzerindeki logodan yola çıkarak bunu giymenin 500 Türkiş liraya mal olduğunu ortaya çıkarmış…
Araştırmacılık adına başarı fena değil, ama daha da önemlisi, gözlem yeteneği…
Kimi bakar kördür, ortada duranın bile ne olduğunu anlamaz, kimisi de böyle dikkatlidir, hiçbir detayı kaçırmaz. Genç gazeteci arkadaşlara yıllardır söyler dururum: “Siz siz olun, haber diye gönderilen tek tip, ısmarlama bültenlerle yetinmeyin. Postalanan kuru açıklamalar yerine canlı demeçleri tercih edin. Gittiğiniz basın toplantısında öyle ayrıntılar yakalarsınız ki, yılın haberi niyetine ayağınıza gelen fırsata siz bile şaşarsınız.”
İşte bu ilkeye bir örnektir Kılıçdaroğlu’ nun gecekondu edebiyatı yapıp, kravat takmadığı kurultayda giydiği gömlek.
Adam –belki de kadın- uyanık medya mensubunun yakaladığı o detay sayesinde tüm Türkiye öğrendi o gömleğin gerçek fiyatını.
Ne var bunda demeyin.
Aslında iş kendi haline bırakılsa hiçbir şey yok elbette. Herkes dilediği gömleği üstüne, ayakkabıyı ayağına geçirir. Ama iş Kılıçdaroğlu’ na gelince, kazın ayağı öyle değil.
“Havuzlu villalardan uzak duracağı, gecekondularla özdeşleşeceği iddiasındaki biri, eğer “dakika bir gol bir” misali o villa sahiplerine karşı olduğu izlenimini vermesine rağmen, zenginlerin giymekte zorlanacağı gömlekler alıyorsa, burada farklı bir durum var.
Ya göründüğün gibi değilsin, ya da olduğun gibi görünmüyorsun…
1930 model halkçılık popülizmi Arjantin’in Eva’ sıyla gömüldü mezara…
Bugün başka bir dünya, başka gerçekler var.
Baykal’ ın kaseti, Ecevit’in kasketiyle CHP’ ye genel başkan olursun, ama ülkenin başına geçmek, bu zor coğrafyanın liderliğine soyunmak çok farklı bir şey…
Medyaya yansıdığı kadarıyla 7 dairesi varmış, Kılıçdaroğlu’ nun…
Kimse şaşmasın, altında çapan oğlu falan da aramasın.
Klasik Ankara bürokrasisinin artık gelenekselleştirdiği 50 yıllık klasiğinin sonucudur bu…
Başka cephelerde birbirlerinin gözünü oyar, sonra buldukları kooperatif arsasında ortak kaderlerini çizerler. Zaman içinde üç kuruşa alınan arsa üzerinde trilyonluk rantlar yükselmeye başlar. Nereden mi biliyorum? Bir dayım vardı TBMM, Muhasebesinde dirsek çürüttü yıllarca. Milletvekilleriyle üst düzey bürokratların yer aldıkları bir sürü kooperatife üye oldu, ömür boyu dolaşsa doyasıya tadına varamayacağı sayıda mülke sahip oldu. Orta boy memurun böylesine başarılı grafik çizdiği başkentte, daha iri bürokratların nelere sahip olacağını söylemeye gerek var mı?
Giydiği gömleğin fiyatını soranlara “kendi paramla aldım, kimi ilgilendirir?” haklı sorusunu yönelten Kılıçdaroğlu’ na yarın ‘havuzlu villada’ oturan biri, çıkıp “alnımın teriyle, helal kazancımla aldım, nedir bu düşmanlığın, sana ne?” derse ne cevap verecek???
Çetin Altan ustanın o kulaklara küpe, müthiş sözü geliyor aklıma:
Türkiye’ de insanların neredeyse tamamı kendisinden daha zengini hırsız, daha yoksulu dilenci olarak görür? Bunun, yeni CHP Genel Başkanı, emekli bürokratın sözleriyle bir kez daha onaylanmasıdır, Kılıçdaroğlu’ nun tavrı…
Ne demiştik, yazının bir yerinde?
Baykal’ın kaseti, Ecevit’in kasketiyle CHP’ nin başına geçmek…
En iyisi bir anekdotla bitirelim yazıyı…
1992’ de siyasetten hayli sıkılan Erdal İnönü, diğer partilerdeki değişimi de fırsat bilip, tüyme planları yapmaktadır. Yerine birini bulma egzersizleri sırasında sorar arkadaşlarına:
-ANAP ve DYP nasıl başardılar bu işi?
Çevresindeki kulağı kesiklerden biri cevaplar:
-ANAP genç bir Karadenizli delikanlıyı buldu, DYP’ de güzel, sarışın kadını…
Buldum diye fırlar zeki, muzip İnönü:
-Biz de aslan sosyal demokratların başına genç ve güzel bir Karadenizli kadını getirelim…
Muhteşem sentez gerçekleşmez ama, SHP bir süre sonra İnönü’ nün şaka dolu kehanetini yerine getirir. Genç, Karadenizli biri –Murat Karayalçın- Erdal beyin yerine partinin başına oturur.
Sonrasını hafızası en zayıflar bile anımsıyordur sanırım…
Türkiye’ nin 100 yıllık tarihi bir yana, son 20 yılı bile siyasal mumyalar müzesidir benim açımdan…
Kaset ve kasket hayırlı olsun Kılıçdaroğlu’ una…
**
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-24T03:02:15.378-07:00
Statükonun kalesi CHP, yeni dönem…
Statükonun kalesi CHP, yeni dönem…
CHP’ de Kılıçdaroğlu dönemi Parti Meclisinin oluşmasıyla resmen başladı.
Şimdi önemli soru Kılıçdaroğlu ile başlayacağı söylenen değişimin gerçekten yaşanıp yaşanmayacağı. Daha da önemlisi nereden başlayıp nereye doğru evrileceği.
Parti Meclisinin yeni profili okumasını bilenlere bu konuda bazı ip uçları verebilir.
Kendi adıma ilk tespitim şudur: AK Parti iktidarı ile başlayan çevrenin merkeze yürüyüşünü çeşitli hamlelere rağmen durduramayan statüko, şimdi yeni projeyi yürürlüğe koymuştur. Ne olduğu belirsiz iki dakikalık kasetin zamanlaması, servis ediliş yöntemi, ardından Baykal’ ın neredeyse yok edilerek siyaset sahnesinden indirilişi, hepsi ama hepsi bir büyük oyunun parçası. Bu oyunu Baykal ile ömür boyu yaşamaktan memnun AK Parti’ nin sahneye koyduğunu iddia etmek, art niyetlileri bir yana koyarsak safdillikten başka şey değildir.
Oyun Kılıçdaroğlu’ nun Genel Başkanlığa getirilmesiyle şimdilik başarıya ulaşmış görünüyor. Özellikle Doğan grubu başta olmak üzere medyanın büyükçe kesiminin bu başarıdaki önemli rolü yadsınamaz. Doğan bir yana, AK Parti döneminde işlerini büyüten ve son yıllarda tarafsızı oynayan büyük pek çok grubun ellerinde tuttukları medya gücünü Kılıçdaroğlu lehine esen rüzgarı şişirmeye hasretmeleri bir başka önemli nokta olarak bir yerlere not edilmeli.
Mevcut sistemden beslenen ve çevreden gelmekte olan dalganın merkeze yerleşmesine engel olmaya çalışan güçlerin yeni oyun planı Kılıçdaroğlu operasyonuyla yavaş yavaş çıkıyor ortaya.
27 Nisan muhtırası, sayısı meçhul pek çok darbe projesi, yargı eliyle terbiye etme girişimlerinin durduramadığı bir süreç bu kez çok daha farklı biçimde terbiye edilmeye, en azından kanalize edilmeye çalışılacak.
Baykal ile Kılıçdaroğlu dönemleri arasındaki en önemli fark önceliklerin değişmesiyle yansıyacak kamuoyuna.
Baykal, sosyal demokrat bir partiyi 18 yıl içinde tek görevi rejimin sadık bekçiliği olan bir örgüt haline getirmişti. Yeni dönem laiklik, Cumhuriyetçilik, ulusalcılık gibi halka hiçbir şey vermeyen soyut kavramlar yerine işsizlik, yoksulluk gibi ekonomik ağırlıklı somut bir alana doğru kayacak. Kısaca rejimin bekçiliği elbisesini çıkarıp, ekonomi ağırlıklı bir yeni elbise giymeye çalışacaktır.
Bu yeni rol için Kılıçdaroğlu yeterli midir? Küreselleşen dünyanın en büyükleri, liderleri bile küresel krizin yeni boyutlarını algılamakta zorlanırken, yeni dengeler ABD ve AB, Japonya gibi devleri eritip, yerlerine Çin, Hindistan, Vietnam gibi yoğun nüfus, ucuz ve verimli işçiliğe sahip uzak doğu ülkelerini merkeze alır, Brezilya, Rusya, Türkiye gibi farklı merkezlerde farklı özelliklere sahip ülkeler bölgesel liderliklere hazırlanırken, CHP’ nin yeni kadrosu bu küresel devinimi nasıl algılayacaktır?
Daha da önemlisi, dünya yıkılıp yeniden kurulurken, oluşmakta olan yeni dengelere karşı, düne kadar rejimin sadık bekçisi konumundan hayli memnun CHP, nasıl bir tavır alacaktır. Türkiye 1930 model anlayışla içine mi hapsedilecek, iç sorunlarını çözüp, demokrasisini güçlendirecek adımlarla küresel güç mü olacaktır?
Oluşturulan Parti Meclisi, CHP’ de kafaların ne kadar karışık olduğunu ortaya koyacak en güzel örnek aslında.
Kılıçdaroğlu’ nun, Partiyi nereye götüreceğini anlatacak en önemli manifesto olarak okunması gereken Kurultay konuşması… Kürt sorununun çözümü bir yana, varlığıyla ilgili tek kelime etmeden, düne kadar partili, partisiz o çevrenin yerden yere vurduğu “sadaka rüşvetiyle oy alma’ anlayışını taçlandırması. Her yoksul aileye ayda 300 TL dağıtma gibi, 2 milyon haneye dağıtılmaya kalkılması halinde 5 milyar dolarlık kaynağa muhtaç uçuk projeler.
Üzerinde uzunca süre konuşulacak, tartışılmaya muhtaç konular…
Ama oluşan Parti Meclisinde yer alan isimler, Kılıçdaroğlu başkanlığındaki yeni CHP’ nin kafa karışıklığını çok daha iyi anlatıyor. Süheyl Batum, Şahin Mengü, İsa Gök ile Gürsel Tekin ve yanında getirdiği dört arkadaşı aynı masa etrafında oturacaklar. Hurşit Güneş, Umut Oran, Mehmet Kaban gibi dünyadaki gelişmelerin -izlemek ne kelime- içinde yer alan, küresel ekonomiye kafa yoran, özelleştirmelere yeni gözlüklerle bakanlarla, Vatan parsel parsel yabancılara satılıyor diye düşünen Mehmet Faraç, Enver Aysever gibi içe kapanmacılar.
Yine de umudu yeşertme adına bardağın dolu yanına bakmakta yarar var.
Çok değil, on gün önce Mersin’ de bir araya geldiğimiz, geri kalmış bölgelerin istihdamına dönük politikaları, nelerin yapılabileceğini konuştuğumuz Umut Oran’ ın değişimi kavramış dinamizmi… Bölgesel asgari ücretin farklı versiyonlarını tartışırken vardığımız ortak sonuçların CHP’ de kabul görmesini dilemek, beklemek…
Ve hepsinden önemlisi Sencer Ayata gibi dünyanın saygı duyduğu bir sosyologun Parti Meclisinde yer almış olması… Ne yazık ki kamuoyu Ayata hocayı Turan Güneş’ in damadı olarak algıladı, medyanın ipe sapa gelmez yayınları sonunda.
Oysa Türkiye’ nin gururu bu ismin kimi çalışmaları, Harvard başta olmak üzere dünyanın en saygın Üniversitelerinde referans alınıyor. Özellikle kentleşmenin tüm sorunları ve gerçekliğiyle yaşandığı günümüzde, Ayata’ nın yeni kent olgusuna bakışı CHP’ de kökleşmiş pek çok düşünce kalıbını bozacak cinsten. Kurultay’dan iki gün önce İzmir Sanayici ve İş Adamlarının düzenlediği toplantıya konuşmacı olarak katılan Sencer Hoca’ nın, ‘Dünyada değişen Kent Kültürü ve Kent Girişimciliği’ konulu panelde söyledikleri yalnızca İzmir değil, yeni çıkış yolları arayan Mersin’e de, ilham verecek cinsten:
“Dünyada kentler, tıpkı firmalar gibi daha çok kaynak çekmek için, kendi aralarında kıyasıya yarışmak, rekabet etmek zorunda. Kent girişimciliğinin anahtarı, kenti cazibe merkezi haline getirmekten geçiyor. 30 Sene önce bütün dünyada ekonomiler devlet merkezliydi. Bugün de devletin basit dokunuşu, bir otoyol projesi bile bir kenti sıçratabilir. Ama devlet bu rolü devam ettirse de, artık önemli ölçüde kaynak dışarıdan geliyor. Mesela büyük devlet yatırımlarını İzmir’e getirmek kadar, Çin yatırımlarını kentinize çekmek te büyük önem kazanıyor. Artık eskisi gibi içe kapanma geçerli değil, dışarıdaki kaynaklardan yararlanmanız lazım. Bir kent kendi dışına ne kadar açıldıysa, dış dünya ile ne kadar eklemlendiyse o kadar dinamik ve atılgan oluyor. İçe kapanmalar ise daha çok kapanma getiriyor”
İşte bildiğimiz CHP’ de yeni, değişimi yakalamış bir yüz… İşin ilginci dünde kalmışlarla aynı çatı altında… Çetin Altan ustanın dediği gibi, ‘enseyi karartmayın’ ve asla unutmayın, diyalektiğin temel kuralıdır, bazen geçici med cezirlerle sarsılsa da, geriye gitmez dünya… Türkiye’ de de, taşlar yerine oturacak, en iflah olmaz sanılanlar bile değişecek, değişmek zorunda…
Sencer Ayata o kaçınılmaz değişimin örneklerinden biri, sadece… O ve benzer düşüncedeki insanların, statükonun kalesinde tutunup tutunmayacaklarını, zaman gösterecek…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-23T02:56:37.118-07:00
Baykal katili yanlış yerde arıyor… 11.5.2010
Baykal katili yanlış yerde arıyor…
Barajın altında kaldığı 1999 seçimlerinin ardından girdiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden günümüze kadar istikrarlı oy oranıyla bile statükonun simgesidir Baykal.
Ve bu özelliğiyle bile AK Partinin arayıp bulamayacağı en ideal isimdir.
Öyle ya, %20 civarındaki CHP oylarının aşırı düşmesi de, yükselmesi de aklı başında bir iktidarın işine gelmez.
Elitleri ve asker-sivil bürokrasiyi temsil eden bir partinin baraj sorunu yaşamasının, sandıktan zaten fazla umudu olmayan kesimlerin başka yollarla iktidar arayışlarındaki iştahını kabartmayacağının garantisi yok.
Kaldı ki, AK Parti, “çakılı oyları” ve atacağı adımları üç aşağı beş yukarı bilinen Baykal’ı bir bilinmeze daima tercih eder.
AK Parti, ömür boyu CHP’ nin başında kaldığı sürece iktidar olma olasılığı sıfır düzeyinde olan birini neden oturduğu yerden kaldırmayı denesin ki?
Bu durumda, artık nefes alışından göstereceği tepkiyi tahmin ettikleri biri dururken, bilinmeyen birinin önünü açacak bir komployu hangi aklı başında senarist sahneye koymayı düşünür?
Öncelikle bunun mantıklı bir gerekçesi yok, daha da önemlisi, günümüz koşullarında açığa çıkması kaçınılmaz bir oyun tezgahlamanın -üstelik bundan somut bir kazanımınız olmayacaksa- rasyonel bir izahı yoktur.
“Neden muhalefet tarzından yeterince memnun olduğu birini bitirip, her bilinmeyende olduğu gibi, içinde en tehlikeli riskleri barındırması doğal olan bir ‘yeni’ isme oynasın?” sorusunun akla yakın yanıtının olmadığı gibi…
Dolayısıyla böyle bir saçma senaryoyla yola çıkılmayacağını ortalama aklı olan herkes görür. Hele içlerinde usta nice satranççının yer aldığı AK Partinin böyle bir oyuna kalkışacağı orada politika geliştiren nice aklı başında insanın zekâsına hakarettir.
Baykal’ın panik içinde sahneye koydurduğu, Önder Sav eliyle kamuoyuna duyurup sonra kendi açıklamalarıyla çöpe gönderdiği “Mustafa Sarıgül’ ün kendisine suikast düzenlediği ve mafya benzeri yöntemle ayağından vurduracağı komedisinden de beter bir senaryodur AK Partinin kendisine bu “kasetle” komplo kurduğu iddiası…
Tıpkı akıl dışı ve sonradan kendisinin bile yalanladığı Sarıgül senaryosu gibi bir kez daha yanlış yapmıştır Baykal..
Hatayı düzelteyim derken yeni ve telafisi gittikçe güçleşen yeni, üstelik anlamsız ve hiç bir hesaba dayanmayan yanlışlar zincirini avuçlamak, nasıl bir panik atak içinde olduğunu ortaya koymaya yetiyor da artıyor bile…
O kişilik haklarını yerle bir eden görüntülerin ortaya çıkmasının ardından Baykal’ ın yaptıklarına baktıkça, Murphy kurallarını ispatlamaya çalışan, zaman tünelinde sıkışıp kalmış çaresiz bir figür geliyor gözlerimin önüne ve
bir türlü gitmek bilmiyor.
İsterseniz Murphy kurallarını -kimisi de kanun diyor- anımsatayım da ne demek istediğimi daha iyi anlasın birileri:
-Ters gitme olasılığı yüksek her şey siz ne kadar çabalasınız da ters gidecektir.
-Eğer bir beladan kurtulmak için birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri felaket getirecekse, kesinlikle o en kötü olasılık gerçekleşir.
-Bir şeyin ters gidebileceği olasılıklarını engelleseniz bile, anında yeni ve daha ters bir olasılıkla karşılaşırsınız…
-Ne kadar beklerseniz bekleyin, olmasını istemediğiniz her ne ise en istenmediği anda gerçekleşecektir.
**
Bunlar Murphy kanunları…
Bir de bu kanunlar doğrultusundaki pratik örnekler var:
-Bozuk aleti tamir ederken, elinin en fazla yağa bulaştığı anda kaşınır burnun…
-İnsanların seni seyretme olasılığı, düştüğün komik durumla doğru orantılıdır…
-Nedense, duşa girip yüzünü sabunladığın o en ters anda, çalar telefonun..
-Birilerinin sen görmemesini istediğin o en kötü! zaman, karşılaşmayı istemediğin en fazla insanla karşılaşma olasılığının en yüksek olduğu andır…
-Aradığınız şeyi,nedense baktıklarınız arasında en son aklınıza gelen yerde bulursunuz.
Ve kulaklara küpe olacak son örnek:
İstediğiniz kadar plan kurup oyunu mükemmel oynadığınızı zan edin, hayatın gerçeği her tezgahı bozar, ve hayat eninde sonunda, kaçınılmaz biçimde seni yener…
–
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-23T02:54:47.562-07:00
Siyaset, vefa üstüne…
Siyaset, vefa üstüne…
Kendisiyle ilgili ilk yazımı 2005 sonlarında kaleme almıştım. Baro Başkanlığını sürdürmesine sürdürüyordu ama tüm tavırları, attığı adımlar siyaset kokmaya başlamıştı ve bu en azından başında olduğu kuruma saygısı adına şık değildi.
Örneğin Gökdelen olarak nitelendiren binanın bir bölümünün Baro adına satın alınıp düzenlenmesinin ardından açılışı için düzenlenen törene sadece CHP Milletvekillerinin katılması.
Gösterdiğim tepkinin ardından öğrenmiştim ki, sorun AK Parti veya MHP Milletvekillerinde değildi, onlar sadece davet edilmedikleri bir açılışa katılmamışlardı.
“İsa Gök nereye koşuyor”, diye sormuş ve “bu gidiş Milletvekili olma amacıyla siyasete atılmakla sonlanır” diye uçuk bir tahminde bulunmuştum.
2007 seçimleri yaklaşırken dediğim çıktı. İsa Gök, CHP’ den Milletvekili adayı oldu. Ancak ortada ufak bir sorun vardı. O günlerdeki CHP Genel Merkez Yönetimi, Mersin’de Milletvekili adaylarının belirlenmesinde farklı bir yöntem uyguladı. Aday sıralamasını parti üyeleri ön seçimle yapacaklardı ama 1 ve 3. Sıra adaylarını Genel Merkez daha doğru ifadeyle Genel Başkan Baykal belirleyecekti.
Bir Pazar günü sandıklar koyuldu, hakim gözetiminde tüm il, ilçelerden gelen partili üyeler oylarını kullandılar. Gecenin bir vakti sayım tamamlandı. CHP’ li üyeler İsa Gök’e 16. Sırayı uygun bulmuşlardı.
Sonrasını tüm Mersin biliyor. Araya kim girdiyse girdi –ki ben kimin girdiğini biliyorum ama özel bilgi olduğu için izinsiz açıklamak tarzım değil- 16. Sıradaki İsa Gök, Genel Başkanın elindeki sihirli değnek sayesinde ve Baykal’ın tercihiyle 1. Sıraya kontenjandan yerleştirildi, 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından da CHP Mersin Milletvekili olarak Ankara’ nın yolunu tuttu.
Ergenekon yargılama sürecindeki performansı fena değildi ama kamuoyu onu son anayasa değişiklikleri sırasında CHP’ nin verdiği meydan savaşıyla tanıdı… Savaşın ön cephesinde durmadan salvolar gönderen, her fırsatta kürsüye fırlayıp ağzına geleni söyleyen celadeti yüksek bir İsa Gök profiliyle zihinlere kazındı.
Ergenekon’un avukatlığına soyunan Baykal’ ın çizgisinden sapmadan, hatta onun görüşlerini ondan ateşli, Kanije’ yi savunur gibi savunan bir siyasetçi kazandı CHP, kısa zaman içinde…
Baykal’a ait olduğu söylenen kasete, sonrasında yaşanan tartışmalara girecek değilim.
Ama beni sonuç ilgilendiriyor. Ve tarihin, bu gelişmeleri özetlerken çok acımasız bir analiz yapması kaçınılmaz. Tüm detaylar unutulduğunda, sel gidip geriye kum kaldığında “Ecevit’i hayatı boyunca en çok yoran, Türkiye’ nin uzunca bir döneminin en usta demagogu siyasetçisine, yakın uzak hiçbir rakibinin yapamadığını, 2 dakikalık bir kaset başardı. Uzak rakiplerin sonuncusu AK Parti elbette.
Ama aynı siyasi çizgide yer almalarına rağmen, son 18 yıllık yolculukta dışlanan, horlanan, bir biçimde saf dışı bırakılan onca güçlü isim…
Erdal İnönü’ den emanet aldığı SHP’ yi ham ettiren Karayalçın… YTP’ yi kurup hemen ardından partileriyle birlikte kapağı CHP’ ye atan Kemal Derviş, İsmail Cem… Ertuğrul Günay’ lar’ı, Hikmet Çetin gibi yarım asırlık siyasetçiyi, Onur Kumbaracıbaşı, Zülfü Livaneli, Tarhan Erdem, Erol Çevikçe, Hurşit Güneş gibi nice isim. Mustafa Sarıgül gibi açıktan bayrak açıp, kendisini kapının önünde bulanları saymıyorum bile… Yazıyı okurken herkesin yukarıdakilere en az bunlar kadar daha başka isimler ekleyeceğini de biliyorum.
Böylesi bir siyasi figürün, haklı olarak komplo dediği, tam anlaşılmayan 2 dakikalık görüntülerle, ölünceye kadar terk etmeyeceğini söylediği siyaset sahnesinden, böylesine acımasız, en yakınları tarafından deyim yerindeyse kum torbası gibi dövülerek, indirilmesi ve adeta ev hapsine mahkum edilmesi elbette inanılır gibi değil ama bir o kadar da acımasız.
Ama asıl inanılması güç ve yürek sızlatan tablo ise o linçin karşı cepheden değil, en yakınları eliyle gerçekleştirilmesi.
Bir kare fotoğrafı asla unutmayacağım.
Kaset tartışmalarının hızlandığı, “odur, değildir” kavgasının şiddetlendiği 16 Mayıs 2010 günü 55 Milletvekili adına açıklama yapan Tekin Bingöl’ ün basın toplantısını izlerken arkasında yer alan Milletvekillerine takıldı gözüm. İsa Gök oradaydı ve o görüntülerin ardından uzatılan mikrofonlara Baykal’ ın neden aday olmaması gerektiğini anlatıyordu.
Üyelerin belirlediği sıralamadan 16. olarak çıkmasına rağmen kendisini 1. Sıraya oturtan liderini böyle uğurluyordu İsa Gök… Bizi bilmem ama, sahnelenen senaryonun gerçek yüzü umarım İsa Gök’ü bir süre sonra hayal kırıklığına uğratmaz. Siyasetin tabandan tavana doğru, yılların emeği, birikimiyle yapılmadığı, koltukların tepelerden dağıtıldığı bu acımasız topraklarda evde yapılan hesap çarşıya uyar. Malum ‘Dimyata giderken evdeki bulgurun yitirildiği” örneklerle doludur Türkiye siyaset mezarlığı…
**
Bırakın Baykal’ ı, İsmet Paşa ve Ecevit’e çıkmayan oranda bir kahir ekseriyetle CHP Genel Başkanlığına seçilen –sanırım tek parti dönemi hariç CHP tarihinin en yüksek oyuyla- Kılıçdaroğlu o verilen oyların analizini bir yapsa…
Hesap adamı diyorlar ya, kendisine gösterilen ilginin ne kadarının Baykal’ dan kurtulma tepkisi olduğunu hesaplasa.
Ve en önemlisi de, bu coğrafyanın insanları ne kadar kolay tepelere çıkarıp, daha beter kolaylıkta o tepelerden aşağıya bıraktığını anlaması, görmesi gerekiyor.
Arapların iktidar koltuğuna oturanları nasıl baş tacı edip, sonra parçalanmalarını alkışladıklarını ibretle izleyenlere rahmetli babam Mardin’ de sıkça dile getirilen örneği verirdi: “Minareye o kadar hızlı çıkarırlar ki kahramanlarını, ilk hayal kırıklığında aşağıya sırtlarında taşımayı göze almazlar, minarenin tepesinden aşağı bırakırlar”
Umarım Kılıçdaroğlu’ nun gidişi Baykal’ ın ki kadar acımasız olmaz. Elbette kasetlerden söz etmiyorum. Ama bu coğrafyada kurt kuzuyu yemeye karar verdiği vakit malzemeden bol şey yoktur.
Ama bu yöntemler kalıcı başarıları getirir mi? Hepsinden önemlisi yıllardır CHP’ de keşfedilmeyi bekleyen Kılıçdaroğlu’ nu 2 dakikalık bir kasetin ardından 18 yıllık lideri postalayıp, Genel Başkanlık koltuğuna oturtanlar, Türkiye bir yana dünya solunun bulmakta zorlandığı çıkışı yakalarlar.
Değişim güzel bir sözcük ama sihirli değil, beyinler değişmediği sürece, kim neyi, nasıl değiştirebilir ki?
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T06:06:00.654-07:00
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin gerçek yüzü (3)
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin gerçek yüzü 3
Tevfik Sırrı Gür daha önce Valilik yaptığı Elazığ ve Muş’ ta da tüm kaynakları zorlayarak bir takım işler yapmaya çalışan biriydi ama kıt kanaat geçinen iki ilde de olanaklar sınırlıydı.
Oysa geldiği Mersin çok farklı, deyim yerindeyse çok bereketliydi.
Özellikle savaşın yarattığı karaborsa, ithalat ihracata dayalı liman kentini daha bir zengin kılmış, bu zenginlikten nemalanan iş adamları yeni varlık vergilerinin başlarına gaileler açmasındansa, kazançlarının büyükçe bölümünü adına kim ne derse desin, şehrin en güçlü isminin parmağını şaklatması halinde vermeye hazırlardı…
Bağış, dershane yapımı, Kızılay’a yardım, Stadyum yapımına destek, özellikle de Sırrı Gür’ün ve o dönem CHP’ sinin her şeyden önde tuttuğu Halkevi’ nin yapımı…
Tevfik Sırrı Gür Mersin bir yana tüm ülkeyi etkileyecek kalıcı eser yaratma hedefi doğru belirlemişti. Kaynak konusunda yokluğu çekilen ürünlere ek vergiler, ithalat üzerinden devletin aldığı vergiler ötesinde narh koyma, varlık vergisi nedeniyle titreyen iş adamları emre amade duruyordu nasılsa…
Kendisinden önce yeni Halkevi binasının yapımı kararlaştırılmıştı ama, üç yıl boyunca toplanan para 4 bin liradan ibaretti…
İşte bu ruh haliyle çıkar yola…
Öncelikle dönemin CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal’ ın kapısını çalar.
Kendilerinden yardım almadan, projesi dahil her şeyiyle yapımını üstleneceğini söyleyen gözü pek Vali’ ye istediği desteği fazlasıyla verir…
Şimdi sıra söz verdiği biçimde ve parti ile devletten para almadan mucizeyi gerçekleştirmeye gelmiştir…
Şöyle anlatır durumu:
“Teknik sorumluluğu göze alarak projeleri hazırlamak ve bu şekilde yapılmasına karar vermek; muhiti, alakadarları bu karara inandırmak mümkün olabilirdi. Ancak, emsali inşaata göre işin muhtaç olduğu milyonları temin etmek mevzuun en hayati tarafı idi.”
Kısaca para dışında diğer mevzuların teferruattan ibaret olduğunu çok iyi bilmektedir..
Detay olmasına detay ama yine de bazı konular daha başta canını sıkar…
Örneğin Arap Ortodoks cemaatine ait kilise ile girdiği mücadele…
Bugünlerin İstiklal Caddesi üzerinde, İleri İlkokulunun karşısındaki mekanda yer alan Halkevi binasının yetersizliği yeni ve modern Halkevi yapımını gündeme getirdiğine göre öncelikle yeni bir alan bulunmasının farkındadır.
En uygun yer olarak o günlerin Çardak mahallesi olarak ta adlandırılan gecekondu bölgesini keşfeder.
Zaten bir bölümüne daha önce Vali Konağının yapıldığı bölgeyi gecekondulardan temizlemek istimlak gibi para isteyen uygulamalardan çok daha kolaydır.
Ancak Gür’ün tasarladığı Halkevi binası için yeterli değildir belirlenen alan.
Gayri Müslimlerin oturduğu teneke barakalardan oluşan parsele komşu Arap Ortodoks kilisesini katma fikri gelir aklına.
Cemaate kendince geri çevrilmeyecek bir teklif götürür.
Nader ailesince kiliseye bağışlanan 2 bin m2 lik arsanın Halkevine katılmasına rıza gösterilmesi halinde, kendilerine şimdi ki Bit pazarının kalbinde yer alan Rum Ortodoks kilisesini vermeyi önerir…
Bir zamanların Mersin’ inine damgasını vuran Mavromati ve Bodossaki gibi zenginlerin katkısıyla yapılan ve mermerleriyle, taşları bile yurt dışından getirilen bu kilise 1. dünya savaşının ardından çekip gitmek zorunda kalan Rumların tükenmesiyle! Zaten kullanılmamakta, her gün biraz daha yıpranmakta, özellikle de yıpratılmaktadır.
Teklifi değerlendiren Arap Ortodokslar biraz da Lozan’ ın verdiği güvencenin cesaretiyle geri çevirir. Aslında cazip gibi görünen öneriyi ret etmelerinin çok haklı bir nedeni daha vardır.
Devlet adına verdiğini söylediği söze inanmamaktadırlar çünkü…
Daha önce kendisinden yedikleri kazığı unutmaları mümkün değildir.
Tevfik Sırrı Gür’ ün Mersin’deki ilk işi Vali konağı ile şimdinin Çamlıbel’i –o günlerin Kışla Caddesi- arasında kalan yolu genişletmektir…
Genişletirken kiliseye ait yolun bir kısmını yola katar ama istimlak falan bir yana izin bile istemez kimseden.
Kilisenin hayli önemli bir kısmını kendilerinden habersiz yola katan ve en küçük özrü bile aklına getirmeyen Valiyi asla bağışlamazlar.
Kiliseyi Halkevine katma önerisini o nedenle tereddütsüz geri çevirirler…
Gür ise intikamını Rumlara ait Ortodoks Kilisesini taş üstünde taş bırakmayacak biçimde söküp, yaptırmakta olduğu unutulmaz esere malzeme yapar.
Tüm dış cephesi dünyanın en kaliteli mermerleriyle kaplı, çift çan kulesine sahip, bir zamanlar Mavromati’ nin her dönüşünü çan çalarak kutlayan bu kilise tarih sahnesinden bir daha izine rastlanmayacak biçimde silinir…
Taşları ve mermerleri Rumlara ait Ortodoks Kilisesinden alınan Halkevi binasının kiremitleri de kaderin garip cilvesi olsa gerek Yunanlılara ait batan bir gemiden sağlanır.
Balkan savaşı sırasında Anamur kıyılarında Marsilya cinsi kiremit dolu bir Yunan gemisinin batırıldığı ve batağın Gilindere açıklarında bulunduğu o dönemin öykülerindendir.
Birkaç dalgıçla anlaşır Vali, gemiden çıkardıkları 200 bin kiremit Halkevi binasının çatısını örter…
O günlerin maliyetleriyle 2 milyon Liraya çıkacağı hesaplanan ancak bu türden ince ayarlarla 1 milyon 28 bin liraya mal edilen Halkevinin taş, mermer, kiremit dışındaki nakit para ihtiyacı nereden sağlandı derseniz…
Asıl anlatılması gereken de işin o yanı…
Ekmek bulamayan halkın süpürge sapındaki tohuma talim ettiği günlerde aynı halk opera dinlesin diye yola koyulan Valinin ilk işlerinden biri, geniş kesimlerin temel ihtiyaç maddelerine zam yapmak olur.
Gaz, tuz, bez diye adlandırılan üçlü…
Tüm petrol ürünleri, demir mamulleri, çimento, yiyecek maddelerinden belli oranda para alınır..
Yetmez…
Deli Dumrul’un köprüden geçenden iki, geçmeyenden bir akçe alma misali, Mersin Limanından ihraç edilen ve limana gelen her türlü emtiadan da Halkevine katkı ayağına para toplar…
İş o boyutlara ulaşır ki, yoksul halkın kuyruğa girerek ve nüfus cüzdanını ibraz ederek Sümerbank’tan satın aldığı üç beş metre bezden bile –sinekten yağ misali- katkı payı alır.
2 yıl 8 ay süren inşaatın ardından açılışta topladığı paralarla ilgili bizzat şunları söyler:
Bu milli mabedin yapılmasına ve tamamlanması için ne dedimse, ne istedimse inanarak verdiniz. Bazılarınızdan doğrudan doğruya mal ve para teberru istendi. Sevinerek verdiniz. Birçoklarınızdan muhtaç olduğumuz Petrol, Benzin, otomobil, kamyon lastiği, şu ve bu malı alırken bir teberru dileğinde bulunduk. Az ve çok demeden ödediniz.
Varlık vergisi korkusunun yürekleri sardığı o belalı dönemde iş adamlarının da elini cebini atmasını ister efsane Vali…
Bağış yapan isimleri de anar açılış konuşması sırasında:
Mustafa Gazioğlu, Nazım Miskavi, Muhittin Aynaz, Gandur kardeşler, Şefik Kabaş, Arel Şirketi şeriklerinden Emrullah, Ahmet Gönen, Şadi Eliyeşil, Mustafa Erdiş, Hamit Demirel, Şefik Hariri, Necati Hancıoğlu, Kadri Sabuncu, Fuat Barbur…
Az, çok demeden 10 bin-40 bin lira arasında değişen miktarlardaki bağışlara teşekkürlerini sunar…
Yine kendi ifadesiyle köylülerden bile yararlanılmıştır ‘kudsi mekan’ ın tamamlanması için.
Efsane Valinin zulme varan uygulamalarından yaka silken halk durmadan Ankara’ ya şikayetler yağdırır ama sonradan hakkında 1 soruşturmanın açıldığı öğrenilecek olan Gür’ e Ankara dokunmaz…
Aksine, para vererek yapılması düşünülen Halkevi’ nin beleşe çıkarılmasından memnun kalan CHP Genel Merkezi mefruşat için 89 bin lira bağışta bulunur…
1944 Şubatında başlayan inşaat, büyük hızla tamamlanır.
Türkiye’ nin döner sahneli üçüncü salonuna sahip yapısının açılışı 29 Ekim 1946 günü yine Tevfik Sırrı Gür’ün konuşmasıyla hizmete açılır…
Ya sonra…
Halkevi binasının tamamlanmasının birinci yıl dönümünü kutlamaya hazırlandığı günlerde Kastamonu’ ya atandığı haberiyle sarsılır.
Mersin’den Kastamonu’ ya tayin bal gibi sürgün deyim yerindeyse tenzili rütbedir aslında…
Orada da rahat durmaz.
Uğradığı soruşturmalar nedeniyle durmadan maaşının bir kısmı kesilen Gür, 1950 seçimlerinin ardından iktidara gelen Demokrat Parti tarafından ilk Valiler kararnamesiyle görevden alınıp emekliye sevk edilir…
Valinin diğer uygulamaları…
Gözne yolunun yapılması sırasında köylülerin çalıştırılma yöntemine karşı isyanı andıran tepkiler…
Onu efsane olarak lanse edenlerin kendisine mal ettikleri, Çocuk Esirgeme Kurumu binasının Lozan hükümlerini hiçe sayılarak gerçek sahiplerinden alınışı, kiliseye ait kız okuluna, mezarlığa, bahçeye vs. el koyuluşu…
Söyleyeceklerimiz, yazacaklarımız bitmedi…
Devam edeceğiz elbette…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T06:04:45.850-07:00
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin gerçek yüzü (2)
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin gerçek yüzü (2)
İstanbul ve İzmir kadar olmasa da, yerlilerden çok yabancı kökenli iş adamlarının, yokluğu çekilen her türlü malı iskelelerden çıkarıp ülkenin satın alma gücü yüksek kentlerine pazarlayanların hayli fazla olduğu Mersin’de de uygulandı doğal olarak…
Oluşturulan komisyon hiç vakit kaybetmeden yasanın resmi gazetede yayınlandığı 12 Kasım 1942 günü İçel Valisi Sahip Örge başkanlığında toplandı.
6 kişilik komisyonun Vali dışında kalan diğer üyeleri şu isimlerden oluştu:
Ticaret Odasını temsilen; Oda Reisi Şevket Sümer ve Fuat Morel (Her ikisi de 1942’ den önceki dönemde Belediye Başkanlıkları görevlerinde bulunmuşlardı. Fuat Mörel* aynı günlerde CHP İl Başkan vekilliği ve İl Özel İdaresi bütçe komisyon başkanlığını da sürdürüyordu. Araştırmam sırasında daha da ilginç bulgularla karşılaştım. Sümer ve Morel kafa koparan komisyonda yer almalarına rağmen kendilerine de vergi tahakkuk ettirmişlerdi!. Algılama kolay olsun diye belirteyim: Bulundukları komisyonun kendilerine biçtiği vergi biner liradan ibaretti.)
Belediye adına; Enver Germen ve İzzet Kaplan ile işin sekreteryası ve gerçek anlamda uygulayıcısı Defterdar ve Vali dahil herkesin üzerinde yer alan Ankara’nın görevlendirdiği bir isim:
Maliye Müfettişi İhsan Baç… (1948’ de İstanbul’da toplanan İktisat Kongresinde oluşturulan Vergi Reformu Komisyonuna da üye olarak katılmıştır kendileri)
Komisyon Aralık ortalarında toplandı ve 7 Ocak 1943 Pazartesi günü Vali Sahip Örge ödenmesi gereken rakamları bizzat açıkladı…
Listenin tamamı 400 isimden oluşuyordu.
25 bin liranın üzerinde vergi ödeyeceklerin sayısı ise 28…
Bu 28’in 9’ u gayri Müslim… Geri kalanların tamamına yakını Müslüman ama, Lübnan kökenli iş adamlarıydı…
Gandur Kardeşler, Miskavi’ ler, Mehmet ve Şefik Hariri gibi…
İşte bu uygulama nedeniyle zaten yeterince baskı altında olan ama savaş ekonomisi sayesinde gidenlerin yerine yeni paraların fazlasıyla kazanıldığı bir dönemde teşrif etti Tevfik Sırrı Gür Mersin’e…
Gür’den önce uygulamaya konulan Varlık vergisini bu kadar detaylı anlatmamızın çok önemli nedenleri var.
Halkevi başta olmak üzere ancak parayla gerçekleştirilebilecek işlerin hangi kaynak ve yöntemlerle yapıldığı o dönemde şehri sarıp sarmalayan ruh haline ve istenen her meblağı tereddütsüz ödeyenlerin korkularına, devlet eliyle dağıtılacak ithalat lisanslarının gücüne, karaborsa malların görülmesi veya göz yumulmasına bağlıydı çünkü…
*Fuat Mörel (çoğu kayıtlarda Morel olarak geçiyor ama, etkin olduğu dönemin gazeteleri Mörel olarak yazdıkları için bunu doğru kabul ettim) o yılların Mersininin en önemli isimlerinden biri…
Valilerin aynı zamanda parti il başkanlığını sembolik anlamda da olsa yürütmesi nedeniyle Vilayet Reis Vekilliği (İl Başkan vekilliği) fiili anlamda İl Başkanlığı anlamına geliyor zaten.
Bu nedenle Fuat Mörel aslında tek parti iktidarının ildeki en güçlü adamı…
Mersin’in bugüne kadar hiç konuşmadığı, tartışmadığı gizli kalmış bir gerçek var ki, mutlaka anlatılması gerekiyor.
Anlatılmalı ki, siyasetle, ticaretin kol kola girmesini çok partili döneme fatura edenlerin, tek parti CHP’ nin iktidarda olduğu savaş yıllarını sütten çıkmış ak kaşık gibi aklayanların yanılgıları ortaya çıksın.
Anlatılmalı ki, ileride yakın tarihin resmi söylem dışındaki perde arkasını yazacaklara ışık tutsun.
Fuat Mörel 1942’ de hem CHP İl Başkan vekili hem Ticaret Odası yönetim Kurulu üyesi, hem Mersin İdmanyurdu kongre başkanıdır. Ama dönemin koşulları resmiyette önemsiz ama gerçek hayatın en önemli konumlarından birine daha oturtur onu…
Mörel varlık vergisini belirleyen komisyon üyesi olarak iş adamlarının geleceğini belirleyen isim olarak ta tarih sahnesindeki yerini alır.
Bu kadarla da sınırlı değildir koltuğunda taşıdığı karpuzlar.
Aynı zamanda Vilayet Umum Meclisi azası (Bugünün İl Genel Meclisi Üyeliği) olarak bütçe komisyonunda yer alan önemli adamdır.
Ancak aynı zamanda müteahhittir de kendileri…
Ve Vilayet Umum Meclisinin açtığı pek çok ihaleye girmekte hiçbir beis görmemektedir.
1943 yılında İl Genel Meclisi yeniden oluşurken bütçe komisyonuna seçtirir kendisini.
Ancak bıçağın kemiğe dayandığına inanan bazı muhalifler bir dilekçe ile Meclise başvurup, Meclisin açtığı ihalelere giren ve iş alan birinin aynı Mecliste üstelik bütçe komisyon üyesi olarak yer almasının yasaya aykırı olduğunu iddia ederler.
Meclis konuyu tartışır. ,
Üyelerin kendilerini oraya getiren iradenin en önemli temsilcisine karşı karar almak ne haddine.
Talep tabii ki ret edilir.
Ama bu arada beklenmedik çok ilginç bir gelişme yaşanır.
Vali Sahip Örge, Varlık vergisi komisyonunda birlikte çalıştığı, CHP’ nin iktidar gücünü de arkasına alan Mörel ile ilgili Meclisin aklama kararını temyiz eder.
O günlerde Vilayet Umum Meclisi kararlarına karşı Valilerin ‘Şuray-ı Devlet*’ nezdinde itiraz hakları vardır.
Örge’ nin başvurusunu değerlendiren Şuray-ı Devlet bir süre sonra kararını bildirir.
CHP İl Başkan Vekilinin müteahhitlik yapması Vilayet Umum Meclisi Azalığına engel değildir…
Kararın Şuray-ı Devlete taşınmasının hemen ardından ne ilginç tesadüftür ki, Vali Örge’ nin tayini çıkar.
Şuray-ı Devlet kararının Mersin’e ulaştığı gün, eski Vali eşyalarını toplamakla meşguldür..
*Şuray-ı Devlet (Bugünün Danıştay’ ı)
Yazı dizisi de, Örge’ nin boşalttığı koltuğa aylar sonra gelip oturan Tevfik Sırrı Gür’ün yatırımcı ruhunun çarpıcı öyküsü ve Halkevini inşa etme yolunda kaynak yaratma becerisi ile sürecek…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T06:03:59.030-07:00
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin diğer yüzü…
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin diğer yüzü…
1933 yılında atandığı Elazığ’ ın ardından 1937’ de Muş Valiliğine gönderilir Gür…
Kuş uçmaz, kervan geçmez Muş’ ta tam 6 yıl çile doldurur.
Derken 1943 yılında kendisinin bile beklemediği biçimde Mersin Valiliği talih kuşu gibi başına konar.
Tevfik Sırrı Gür’ün Mersin’de neleri hangi kaynaklarla gerçekleştirdiğini anlamak için, 2 Haziran 1943’ te nasıl bir Mersin bulduğunu anlatmakta yarar var.
1.dünya savaşının ardından başlayan mübadele ve bir takım zorunluluklar nedeniyle, Mersin’in en önemli iş adamları, zengin burjuvaları olarak kabul edilen Bodosaki, Mavromati gibi marka isimler başta olmak üzere Rumlar çekilip gitmişti.
Narenciye bahçeleri, pamuk işleme, iplik, sabun, un gibi dönemin önemli sanayi tesisleri bir biçimde el değiştirdi ama bununla defter kapanmadı.
2. dünya savaşına doğrudan girmese de, bir milyon genç köylüyü silah altına alma fikri, zaten yeterince üretemeyen ülkeyi tarım yapılmadığı için açlığa mahkum etti.
Çöküş tarımla da sınırlı kalmadı.
Devlet gelirleri gittikçe azaldı. 1939 yılında Celal Bayar’ ın hükümeti bırakmasıyla bütün ipler, Recep Peker gibi CHP’ nin Hitler Almanya’sına yakın kanadının eline geçti.
Hükümetin başına da Refik Saydam…
Saydam’ın ilk işi milli korunma kanununu çıkarmak oldu.
Kanunla Hükümet her türlü mal ve hizmetin fiyatına narh, gerektiğinde el koyabiliyor, dilediği takdirde zorunlu çalışma yükümlülüğü getirebiliyordu.
Örneğin bir bağ maydanozun üzerine fiyatını yazmayan veya belirlenen fiyatın üzerinde satanların hapse atılması işten bile değildi.
Gelin görün ki, maydanoz fiyatını belirlemeyi akıl eden devletin, gemi dolusu kalayı, kahveyi çeşitli biçimlerde getirip, tezgah altından yüksek fiyatla satanlara gücü yetmedi.
Fahiş fiyatla mal satılmasını önlemeye yönelik kanun, tam aksine karaborsayı ve yoklukları getirdi. İyi kötü bulunan her türlü mal bir anda karaborsaya düştü.
1942’ de Saydam beklenmedik biçimde öldü.
Yerine de Şükrü Saraçoğlu geçirildi.
Fazladan basılan %400 paranın yarattığı %400 enflasyon…
Bir yandan karaborsadan beslenen yeni yetme zenginlik, bir yandan süpürge otu yiyerek hayatta kalma mücadelesi sürdüren halk.
Saraçoğlu ve çevresindeki ekip işte tam da bu ortamda varlık vergisini icat etti…
Bir taşla birkaç kuş vurulacaktı…
Hem dibi görünen bütçeye, hiç yoktan kaynak yaratılacak hem de tüm melanetlerin! başı olarak hedef gösterilen gayri Müslimlerden kurtulma yolunda kalıcı ve kesin çözüm geliştirilmiş olacaktı.
11 Kasım 1942’ de yürürlüğe giren kanunun hazırlıkları sırasında CHP grubuna gizli oturumda bilgi veren Saraçoğlu gerçek amacı hiç çekinmeden açıklıyordu zaten:
“Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”
Kanun Kasım ayında çıktı ama Saydam’ ın son günlerinden başlayarak 1942 yaz aylarında zaten gerekli hazırlıklar yapılmış, kanun hazırlıklarından çok önce, İl defterdarlıklarına yazılar gönderilerek dört gruba ayrılmış ve harflerle kodlanmış (Müslümanlar ‘M’, gayrimüslimler, “dönmeler ‘D’” ve yabancılar ‘Y’ olarak işaretlenecekti) zenginlerin mal varlığının gizlice saptanması istenmişti.
Bu konuda fikri hazırlık yapılması ve üzerine gidilecek düşmana! İklimin uygun hale getirilmesi amacıyla İstanbul basınının bu işe gönüllü kalemleri seferber edilmişti.
Kanunun çıkmasından önceki yaz aylarında tüm gazetelerde hırsızlığın, karaborsacılığın arttığı haberleri yayınlanıyor, “karaborsacı Yahudi, halk düşmanı azınlıklar” tiplemeleri haber ve karikatürlerde işleniyor, yapılacak büyük operasyonun alt yapısı tamamlanıyordu böylece.
Aslında 5 Ağustos 1942 günü Meclis kürsüsünde hükümet programını okuyan Şükrü Saraçoğlu ‘kutsal gayeyi!’ hiçbir yoruma yer bırakmayacak biçimde özetliyordu zaten…
Şöyle diyordu savaş döneminin ruhuna en yakışan adamı:
“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.
Savaşın kapıya dayandığı, her türlü ihtiyacın karaborsadan sağlandığı, basın eliyle aranan düşmanın ve suçlunun! bulunduğu dönemde kanun hiçbir tartışma yaşanmadan Meclisten geçti.
12 Kasım 1942 günlü Resmi Gazetede yayınlanıp yürürlüğe giren kanuna göre;
-Her il ve ilçe merkezinde kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyecek servet tespit komisyonları kurulacak,
-komisyon kararlarına itiraz edilemeyecek, belirlenen vergiler nihai ve kati olacak,
-vergiler en geç 15 gün içinde ödenecek, bu süre içinde tahakkuk eden vergiyi ödemeyenlerin mallarının haczedilerek icra yoluyla satılacak,
-Buna rağmen borcunu ödeyemeyen mükelleflerin borçlarını “bedenen çalıştırarak ödetmek” amacıyla çalışma kamplarına gönderilecekti…
İşte bu koşullarda çıkarılan ve Türkiye genelinde tahakkuk eden verginin %70’ine kaynaklık eden İstanbul’un uygulamacı defterdarı Faik Öktem’ in yıllar sonra “Varlık vergisi piç bir vergidir. Uygulamamız Cumhuriyet tarihinin yüz kızartıcı sayfasıdır” cümleleriyle tanımladığı vergi..
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T06:01:57.473-07:00
Tevfik Sırrı Gür efsane balonunun gerçek yüzü (3)
Tevfik Sırrı Gür efsane balonunun gerçek yüzü (3)
Bir önceki yazıda 1951 de ayrılan kaynakla yapılıp 1952’ de açılan Mersin Şehir Stadyumuna 10 yıl sonra darbenin boşalttığı alanı dolduran bir azınlığın Tevfik Sırrı Gür adını verişinin öyküsünü anlatmıştım
İşte Mersin stadyumunun yapılışının perde arkasında kalan gerçek öyküsü o yazıda anlattığımız gibidir…
“Efsane Tevfik Sırrı Gür” masalını değneksiz köyde yıllardır başarıyla anlatmayı sürdürenlere umarım ders olur.
Elbette bununla sınırlı değildir Tevfik Sırrı Gür ile ilgili anlatacaklarımız…
Kendisinin Mersinden ayrıldığı günlerde Belediye Meclisinde Bahri Ok’ un yaptığı konuşmanın satır araları; Halkevi yapacağım diye kentin en güzel parkına kıyan,
Kentin ağaçlarını kesen, garibim köylüleri taş çekmeğe zorlayan, yandaki kilisenin kanunla korumaya alınmış alanına tecavüz eden, bir başka kilisenin –Bit pazarındaki Ermeni Kilisesi- taşlarını söküp bu binaya döşeten bir efsaneyi tüm boyutlarıyla ve bugüne kadar yutturulanın dışındaki yüzüyle anlatacak ibretlikte…
Bu kadar mı?
Değil elbette…
Halkevlerinin CHP özel mülkiyetinden alınıp hazineye devredildiği günler…
4 Ağustos 1951 tarihli gazetelerde yayınlanan bir beyanname var ki, mutlaka yeni nesillere aktarılması, toplumsal hafızamızdaki yerini alması gerekiyor…
Kimi çevrelerce efsane Vali efsunuyla sarmalanan , Şinasi Develi’ nin yazdıkları dışında günümüze çok az şeyin kaldığı, kent dağarcığının bir köşesine koyulmasında yarar olan belge ve bilgiler…
Neler yoktu ki o beyannamede…
Bugüne kadar kimsenin yalanlamadığı ama nasıl olduysa sihirli bazı ellerin 1960 darbesinin ardından efsane Vali olarak karşımıza çıkardığı isimle ilgili iddialar…
Noktasına, virgülüne dokunulmamış haliyle işte o Beyannameden pasajlar;
“-Halkevinin yapıldığı saha daha önce park idi. Bu park Belediyeden metre karesi 70 kuruş gibi gülünç bir fiyatla güya satın alınmış, bunun da bedeli Belediyeye ödeneceğine tebberu (Bağış) gösterilerek kapatılmıştır. Bu parkın etrafındaki demir parmaklıkların kıymeti bile arsanın bedelinden daha fazla tutuyordu.
Parkın içindeki yetişmiş nadide ağaçlar kesilmiş, havuzu yıkılmış, bütün tesisler yok edilerek yerine Halkevi yapılmıştır.
-Mersin Halkevinin inşası için civar köylüler kendi vasıtalarıyla taş getirmeğe mecbur edilmiş, bir çok inşaat malzemesi tüccar ve halktan bedelsiz alınmış, okullardaki mermerler sökülerek bu binada kullanılmış, hazinenin, özel idarenin, Belediyenin kasalarından bir münakaleyi andıran şekilde yüzbinlerce kanunsuz ve usulsüz yere sarf edilmiştir.
-Milli Eğitimin malı olan Lise inşaatından, Ticaret Odasının malı olan Tüccar Kulübü inşaatından, Özel İdarenin malı olan AK Kahve ve otel inşaatından bir çok malzeme hesapsız kitapsız Halkevine taşınmıştır.
-Memleketin ticaret alemi adeta haraca bağlanarak ithalat ve ihracat malları üzerinden yüzde bir buçuk prim alınmış, bisiklet, otomobil ve kamyon sahipleri lastik buhranı içinde kıvranırken 4/5 liralık bisiklet lastiğinden 10/20 lira, bir tek kamyon lastiğinden 1500 liraya kadar vergi alınmıştır.
-Mersinden sevk edilen sebze, limon ve portakal sandıklarından 15/25 kuruş, kadınlarımızın dikiş makarasından, köylünün bez dokuyacağı iplik paketlerinden, Sümerbank’ın basma ve bezlerinden muayyen ve ZORAKİ vergiler alınmıştır.
-Köylüler gaz bulamayarak çıra yakarken, petrolün tenekesinden 100 kuruş hisse alınmıştır.
-Hatta ve hatta… O günlerde Mersin’ de bulunmayanlar belki inanmayacaklardır. Halkın yiyeceği bir lokma ekmek bile ihmal edilmemiş, beher ekmek fiyatı üzerinden de Halkevi için bir kuruş vergi zam edilmiştir.
-Tüccarın ithal ettiği malların bir kısmı kanuni kârı verilerek tüccarın elinden alınmış, fakat nizam ve kanunlar çiğnenerek karaborsaya sürülmek suretiyle aradaki farklar Halkevi için alınmıştır.
-Bunlarla da bitmiyor. Özel idareye ve bazı tüccarlarla, halka bu inşaattan dolayı kalan borçlar yüzünden Halk Partisi şimdi Mahkemelerde hesap vermektedir.”
**
İşte bir dönemin ipliğini pazara çıkaran ve hiçbir biçimde yalanlanmayan, yalanlanamayan, ama nasıl olduysa zaman içinde unutturulan, unutturulmaya çalışılan ünlü 4 Ağustos 1951 beyannamesi…
Bildiride gerçek yüzü anlatılan Halkevinin yapılış öyküsü…
O eseri! gerçekleştirme yöntemi yüzünden zor durumda kalan TEK Partinin bile göndermek mecburiyetinde kaldığı Valiyi, yıllar sonra ve halkın darbe nedeniyle sindiği, Demokrat Partinin kapatıldığı dönemde allayıp, pullayarak kamuoyuna cilalı biçimde sunma çabaları…
Sanırım çoğu insanın aklı karışmıştır.
Ama Tevfik Sırrı Gür’ ün Mersin öyküsü bununla sınırlı değil ki…
1946 seçimlerinin ardından hezimetin yaşandığı Mersin’ de sağ duyulu CHP’ liler nerede yanlış yapıldığını sorgulamaya, bu konuda henüz partileri iktidarda iken öz eleştiri yaparak vicdani muhasebeleri kendi görüşlerine yakın gazete köşelerine taşımaya başlarlar…
İşte o dönemin vicdan sahibi birinin “nerede yanlış yaptıkları, nasıl olup ta tüm Türkiye’de kazanırken Mersin’de kaybettikleri” sorusuna yanıt arayan ve bulan görüşlerini dile getirdiği yazılarıyla devam edecek efsane balonuyla şişirilen o tek partili dönem simgesi Valilerin uygulamaları…
DP’ ye ezici oranda oy veren köylülerin kendi kaynaklarıyla okul yapma dayatmaları sırasında mecbur kaldıkları inanılmaz talepler…
Devam edeceğiz geleceğe ışık tutmak amacıyla…
Bugüne kadar allanıp, pullanan ve efsane kahraman olarak tanıtılanların gerçek yüzünü…
Derdimiz önümüzdeki günlerde mutlaka yazılacağına inandığımız yakın dönem kent tarihimizin bu henüz bir kısım tanıkları bile yaşayan kesitine ait, çarpıtılanlar dışındaki gerçek yüzünün ortaya çıkmasına katkı yapmak…
Gerisi vicdan sahibi tarihçilerin işidir…
Efsane balonu şişirenlerin dışında bazı gerçeklerin de olabileceği konusunda kafaları karıştırabildiysem ne mutlu bana…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T06:01:26.239-07:00
Tevfik Sırrı Gür efsane balonunun gerçek yüzü (2)
Tevfik Sırrı Gür efsane balonunun gerçek yüzü (2)
Yıllardır bu kentte tek yanlı bir efsane balonu şişirildi.
1940’ ların toz dumanı içinde Mersin’de Vali olarak hüküm süren, Türkiye’ nin en büyük Halkevi’ ni konduracağım diye, halkın zaten aynı hükümran sayesinde ancak karaborsadan temin ettiği ekmeğe bile haraç gibi harç salan, saracağı bezi bulamadığı için, halkın ölüsünü kefensiz gömmesine seyirci Tevfik Sırrı Gür’ün gerçek yüzünü anlatmayı kendi adıma namus borcu olarak görüyorum.
Bu nedenle kaldığımız yerden devam edelim.
Darbe sayesinde siyaset sahnesini rakiplerinden temizleyenlerin boş buldukları arenada hayata geçirdikleri uygulamalardan biri de Tevfik Sırrı Gür’ den efsane yaratıp adını Mersin Lisesine ve Şehir Stadyumuna verme yönünde kampanyalar başlatmaktı…
İtiraf etmek gerekirse başardılar da…
Liseyi bir önceki yazıda anlattık ta, Stadyumun Tevfik Sırrı Gür ile bağlantısı çok daha ilginç bir hikayeydi aslında…
Hazineye ait Müftü Deresinin batısında yer alan kumluğu işaretlemekten ibaretti efsane Valinin stadyum üzerindeki HAKKI…
O kadar ki, bırakın Gür’ ü, ondan sonra gelen Valilerin bile stadyum yapımıyla ilgili beş yıl boyunca buldukları tüm kaynak 16 bin lirayı aşmamıştı…
Derken 1950’ de Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle Mersinin şansı bir anda döndü.
1946-50 yılları arasında muhalif partinin kazandığı üç ilden biri olan Mersin’in aforoz edilme süreci Demokrat Partinin iktidara gelişiyle sona erdi.
Mersin’in varlık sebebi ve her şeyi olan limanın yapımı için düğmeye basılmasıyla sınırlı değildir yapılanlar…
Stadyuma da el atılır.
5 yıl boyunca toplam 16 bin lira harcanan stadyuma 1951 yılında 156 bin lira kaynak ayrılır.
Böylece bitirilir stadyum…
19 Mayıs 1952 yılında hizmete açılır…
Tevfik Sırrı Gür’ ün Mersin’den uzaklaştırılmasından tam beş yıl sonra…
O günlerdeki adıyla Mersin Stadyumunun açılışına davet edilen Galatasaray yoğun program nedeniyle olumsuz yanıt verince, o günlerin güçlü İstanbul takımlarından Beykoz ve İstanbulspor’ a teklif götürülür..
5 bin lira karşılığında gelmeyi kabul eden Beykoz* kulübüyle anlaşma imzalanır.
-İstanbul liginin en enerjik ve en uyumlu takımı olarak tanıtılan Beykoz’ un o yıl üç büyüklerin ardından klasmanda dördüncü olduğu yazılmaktadır o günlerdeki gazetelerde-
Mersin gazetelerinde yayınlanan İçel Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü ilanlarında şöyle duyurulur etkinlik:
“Mersin Karması-Beykoz ile 18 Mayıs 1952 Pazar günü saat 16’ da ve 19 Mayıs 1952 pazartesi günü saat (17) de karşılaşıyor.
Yurt ölçüsünde büyük önemi olan bu heyecanlı maçları takip etmek fırsatını kaçırmayalım.”
17 Mayıs günlü nüshasında maçlarla ilgili ilginç detaylara yer verir Yeni Mersin:
“Şehrimiz Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğünün davetlisi olarak iki maç yapmak üzere bugün saat 20’ de Mersin’e gelmesi kuvvetle muhtemel olan Beykoz takımı yarın yeni stadyumdaki ilk maçı takviyeli Demirspor takımı ile yapacaktır”
Sonuç mu?
Hadi onu da söyleyelim:
Takviyeli Demirspor’u 2-1 yenen Beykoz, İdmanyurdu ile 2-2 berabere kalır.
-Türkiye’ nin nefesini tutarak beklediği Fenerbahçe-Galatasaray maçının 2-2 bittiği gün İdmanyurdu’ nun yeni stadyumdaki ilk maçını da aynı skorla sonuçlandırdığını tarihe not düşme adına vurgulamakta yarar var.-
Yıllarca Lise yanındaki derme çatma sahada yapılmaya gayret edilen maçlar, kumluk ta olsa, iyi kötü bir stada kavuşur.
İşte Mersin stadyumunun yapılışının gerçek öyküsü…
Efsane Tevfik Sırrı Gür masalını değneksiz köyde yıllardır başarıyla anlatmayı sürdürenlere umarım ders olur.
Elbette bununla sınırlı değildir Tevfik Sırrı Gür ile ilgili anlatacaklarımız…
Ayrıldığı günlerde Belediye Meclisinde Bahri Ok’ un yaptığı konuşmanın satır araları Halkevi yapacağım diye kentin en güzel parkına kıyan, ağaçlarını kesen, garibim köylüleri taş çekmeğe zorlayan, yandaki kilisenin kanunla korumaya alınmış alanına tecavüz eden, bir başka kilisenin taşlarını söküp bu binaya döşeten bir efsaneyi tüm boyutlarıyla ve bugüne kadar yutturulanın dışındaki yüzüyle anlatacak ibretlikte…
*Tevfik Sırrı Gür’ü efsane olarak anlatan en önemli yazılı doküman Şinasi Develi’ nin kaleminden çıkma…
Gerçekçi bir ifadeyle objektif bir anlatımdan çok “çakma” bir Tevfik Sırrı Gür destanı var elimizde…
Mersin Valiliğinden ayrıldıktan sonra bir dönem Gür’ün avukatlığını da üstlenen Develi’ nin, efsaneyi! Anlattığı kitabına göz attığımda maddi pek çok hataya rastladım.
Örneğin yukarıda bitirilme öyküsünü tümüyle yazılı arşivlere dayanarak verdiğimiz Mersin Şehir Stadyumunun açılışıyla ilgili de yanlış bilgiler içeriyor Şinasi Develi’ nin kitapları…
17.500 kişilik olarak tasarlanan stadyumla ilgili olarak Gür’ün eleştiriler aldığı…
1952 yılında Galatasaray-İdmanyurdu maçıyla açıldığı…
Gibi bilgiler…
Birincisi Tevfik Sırrı Gür dönemini bırakın, 1951 yılına kadar 6 yıl boyunca komik paralar harcanmış ve tribün adına hiçbir şey yapılmamış bir stadyumun gerçek anlamda bugünkü tribünlere kavuşması 1952 resmi açılışının bile çok sonrasına denk geliyor.
Açılış ise yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi 19 Mayıs törenleri de fırsat bilinerek 18 Mayıs günü saat 16’ da yapılan takviyeli Mersin karması-Beykoz maçı ile gerçekleşir.
Zaten o açılışa Galatasaray’ ın gelmesi mümkün değildir. Çünkü aynı gün ezeli rakibi Fenerbahçe ile nefeslerin tutulduğu bir maça çıkmış ve 2-2 berabere kalmıştır Sarı kırmızılılar…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T06:00:49.997-07:00
Tevfik Sırrı Gür gerçekten efsane miydi? (1)
Tevfik Sırrı Gür’ün efsane balonu…
Tevfik Sırrı Gür’ü efsane halinde bize anlatan en önemli sözler Şinasi Develi’ nin kaleminden çıkma…
Develi dışında sesini çıkaranlar olmamış mı?
Olmuş ta, ne hikmetse yazıya, kağıda dökememişler…
Üstelik 1960 darbesinin ardından unutulan bu Valiye birileri kendisinin Mersin’den ayrıldığı dönemde bile verilmeyen payeleri layık görmeye başlamışlar…
Örneğin daha kendisi Mersin’e gelmeden yıllar önce biriktirilmeye başlanan ve Valilik emrine verilen İhracatçı Birliklerinin büyük katkısıyla yapılan Lise binası…
Yıllar boyu üst üste koyulan ve sonunda 100 bin lirayı bulan bu paraya ilaveten ithalatçılık yapan ve ithalat izinleri Vali Tevfik Sırrı Gür’ün iki dudağının arasında olan iş adamlarının da payı var elbette.
O iş adamları ki, 2.dünya savaşının toz dumanı içinde bürokrasinin icat ettiği yöntemle ithal ettikleri malları belirlenmiş kâr oranlarını ekleyerek Valilik eliyle devretmek zorunda kalmışlar…
Böyle bir düzende iş adamı kendisinden bağış yapmasını isteyen, astığı astık/kestiği kestik, üstelik gücünü devletten alan, ilin devletle özdeş ismini geri çevirebilir mi?
Hayır deme şansı var mı?
Zaten salınan Varlık Vergisiyle devletin ve onun kentteki gölgesinin nelere kadir olduğunu yaşayarak görmüş…
Miskavi’ ye, Gandur’ a 600 bin lira, Şevket Sümer ile Fuat Morel’ e 500 lira vergi salan bir düzen bu…
Sümer ile Morel’ in özelliği ne derseniz, söyleyeyim.
Tek parti döneminin en güçlü isimleri…
İstanbul’dan Mersin’ e kapağı attığında, manifatura ithalatçısı iş adamlarının tezgahtarı olarak işe başlayanların bir süre sonra köşeyi döndükleri, fırsatlardan yararlanmayı bildikleri bereketli vahanın kahramanları…
Belediye Meclisi, il genel meclisi, Ticaret Odası meclisinin, yönetim kurullarının, Tüccar Kulübünün, aklınıza ne tür güçlü örgüt gelirse oranın hakimleri, değişmez aktörleri, başkanları…
Üstelik başında il Valisinin bulunduğu 5 kişilik “Varlık Vergi miktarlarını belirleme komisyonun da üyeleri, ne hikmetse hep aynı isimler…
Kanun oluşturulacak komisyonda halktan iki kişinin de yer almasını uygun bulmuş ya, tek parti, dönemin ruhuna uygun halk temsilcilerini çıkarmakta gecikmemiş…
Tek partinin Belediye ve Ticaret Odasını oluşturan gücü, Varlık vergisi komisyon üyelerini de Vali marifetiyle atamış oraya…
Vali dediğinizin zaten o günlerde taşıdığı iki şapkası var.
Hem devlet adına her türlü kararı alacak, hem de partinin il başkanı aynı zamanda…
İşte böyle bir dönemin yangın yerine çevirdiği günlerde Tevfik Sırrı Gür Muş’ tan Mersin’e atanmış…
Daha önceki yazılarda tek kalem kalmışların bize anlattığı efsane Valinin marifetlerini anlatmaya başlamıştık. Tek taraflı biçimde yıkanmaya çalışılan beyinleri karıştırma adına yıllardır resmi tarih gibi ezberletilenin dışındaki o bürokratın gerçek yüzünü anlatmayı sürdürmekte yarar var…
Efsane Valinin her şeye hakim olduğu, piyasayı kontrol ettiği, ithal mallarını en uygun koşullarla halka intikal ettirmesi gereken dönemle ilgili en çarpıcı örnekler Mersinin ekmek ve şekerde yaşadıklarıdır.
Mersinli, efsane Valinin bitirmekle övündüğü Halkevi’ nin döner sahnesinden çok farklı yerlerde resmi fiyatın beş katına almaya razı olduğu şeker ve ekmeği aramakla meşguldür.
5 Şubat 1947 günü Yeni Mersin gazetesinin birinci sayfasını iki haber süslemektedir:
“Vagonsuzluk yüzünden, 120 Vagonluk limon ve portakalın çürüyor”
“Piyasada sebebi meçhul bir kriz daha: Karaborsada toz şekerin kilosu 300 kuruşa satılıyor. Piyasada şeker yok. İşin garip tarafı bu yokluğun sebebini izah edecek bir makam da yok” (Karanlık dönemde şeker fiyatlarının 480 kuruşa kadar çıktığına da tanık oldu o dönemde insanlar –aa-)
O günün koşullarında kağıdını da Valinin tahsis ettiği gazetelerin doğrudan Tevfik Sırrı Gür’ ü doğrudan telaffuz etmek ne haddine?
Gazeteler yine de dolaylı biçimde gerçeği ortaya koymaya çalışıyor.
İş adamının durumu çok daha farklı…
O günlerde büyük kısmı karaborsaya bir biçimde yansıyan tatlı kazançlı ithalat var ama bunun yanında Varlık vergisi yaraları da kanamaya devam ediyor.
Yaşanan depremin enkazı daha kalkmamış ki…
Varlık vergisinin ocak söndüren, bir günün içinde insanları bitirip ardından Aşkale’ ye süren acımasız uygulamasının can yakıcı ateşi henüz sıcaklığını korurken, Mersin gibi ithalat cenneti bir yere gelen Valinin hangi talebi geri çevrilebilir ki?
Çevrilmiyor da zaten…
Bir yandan İthalat ve İhracatçıları aynı çatı altında toplayan Birlikler, öte yandan hambezin bile bulunmaması nedeniyle, insanların kefensiz gömüldüğü o günlerde ithal ettikleri her üründen inanılmaz paralar kazanan ve bunların bir kısmını doğal olarak Valinin parmağını oynatması karşısında bağışlayan iş adamları…
Derme çatma biçimde de olsa bitiyor lise binası…
Ama kimsenin aklına gelmiyor “hamiyetli iş adamlarının” bağışlarıyla, yapımı süren binaya Tevfik Sırrı Gür’ ün adını vermek…
Zaten bir biçimde kendisini getiren partinin bile artık göğüsleyemediği uygulamaları ve yoksul halka zulme varan baskıları nedeniyle Mersin’ den uzaklaştırılan Valiyi efsane ilan edip, adını okula verme cesaretini kim gösterebilir ki?
O cesareti gösterecek olanların 27 Mayıs darbesini beklemeleri gerekiyordu…
Darbe sayesinde siyaset sahnesini rakiplerinden temizleyenlerin boş buldukları arenada hayata geçirdikleri uygulamalardan biri de Tevfik Sırrı Gür’ den efsane yaratıp adını Mersin Lisesine ve Şehir Stadyumuna verme yönünde kampanyalar başlatmaktı…
İtiraf etmek gerekirse başardılar da…
Liseyi anlattık ta, Stadyumun Tevfik Sırrı Gür ile bağlantısı çok daha ilginç bir hikayeydi aslında…
Hazineye ait Müftü Deresi yanındaki kumluğu işaretlemekten ibaretti efsane Valinin stadyum üzerindeki HAKKI…
O kadar ki, bırakın Gür’ ü, ondan sonra gelen Valilerin bile stadyum yapımıyla ilgili beş yıl boyunca buldukları toplam kaynak 16 bin lirayı aşmamıştı…
Derken 1950’ de Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle Mersinin şansı bir anda döndü.
1946-50 yılları arasında muhalif partinin kazandığı üç ilden biri olan Mersin’in aforoz edilme süreci Demokrat Partinin iktidara gelişiyle sona erdi.
Mersin’in varlık sebebi ve her şeyi olan limanın yapımı için düğmeye basılmasıyla sınırlı değildir yapılanlar…
Stadyuma da el atılır.
5 yıl boyunca toplam 16 bin lira harcanan stadyuma 1951 yılında 156 bin lira kaynak ayrılır.
Böylece bitirilir stadyum…
19 Mayıs 1952 yılında hizmete açılır…
Tevfik Sırrı Gür’ ün Mersin’den uzaklaştırılmasından tam beş yıl sonra…
O günlerdeki adıyla Mersin Stadyumunun açılışına davet edilen Galatasaray yoğun program nedeniyle olumsuz yanıt verince, o günlerin güçlü İstanbul takımlarından Beykoz ve İstanbulspor’ a teklif götürülür..
5 bin lira karşılığında gelmeyi kabul eden Beykoz kulübüyle anlaşma imzalanır.
-İstanbul liginin en enerjik ve en uyumlu takımı olarak tanıtılan Beykoz’ un o yıl üç büyüklerin ardından klasmanda dördüncü olduğu yazılmaktadır o günlerdeki gazetelerde-
Mersin gazetelerinde yayınlanan İçel Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü ilanlarında şöyle duyurulur etkinlik:
“Mersin Karması-Beykoz ile 18 Mayıs 1952 Pazar günü saat 16’ da ve 19 Mayıs 1952 pazartesi günü saat (17) de karşılaşıyor.
Yurt ölçüsünde büyük önemi olan bu heyecanlı maçları takip etmek fırsatını kaçırmayalım.”
17 Mayıs günlü nüshasında maçlarla ilgili ilginç detaylara yer verir Yeni Mersin:
“Şehrimiz Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğünün davetlisi olarak iki maç yapmak üzere bugün saat 20’ de Mersin’e gelmesi kuvvetle muhtemel olan Beykoz takımı yarın yeni stadyumdaki ilk maçı takviyeli Demirspor takımı ile yapacaktır”
Sonuç mu?
Hadi onu da söyleyelim:
Takviyeli Demirspor’u 2-1 yenen Beykoz, İdmanyurdu ile 2-2 berabere kalır.
-Türkiye’ nin nefesini tutarak beklediği Fenerbahçe-Galatasaray maçının 2-2 bittiği gün İdmanyurdu’ nun yeni stadyumdaki ilk maçını da aynı skorla sonuçlandırdığını tarihe not düşme adına vurgulamakta yarar var.-
Yıllarca Lise yanındaki derme çatma sahada yapılmaya gayret edilen maçlar, kumluk ta olsa, iyi kötü bir stada kavuşur.
İşte Mersin stadyumunun yapılışının gerçek öyküsü…
Efsane Tevfik Sırrı Gür masalını değneksiz köyde yıllardır başarıyla anlatmayı sürdürenlere umarım ders olur.
Elbette bununla sınırlı değildir Tevfik Sırrı Gür ile ilgili anlatacaklarımız…
Ayrıldığı günlerde Belediye Meclisinde Bahri Ok’ un yaptığı konuşmanın satır araları Halkevi yapacağım diye kentin en güzel parkına kıyan, ağaçlarını kesen, garibim köylüleri taş çekmeğe zorlayan, yandaki kilisenin kanunla korumaya alınmış alanına tecavüz eden, bir başka kilisenin taşlarını söküp bu binaya döşeten bir efsaneyi tüm boyutlarıyla ve bugüne kadar yutturulanın dışındaki yüzüyle anlatacak ibretlikte…
Bu kadar mı?
Değil elbette…
Halkevlerinin CHP özel mülkiyetinden alınıp hazineye devredildiği günler…
4 Ağustos 1951 tarihli gazetelerde yayınlanan bir beyanname var ki, mutlaka yeni nesillere aktarılması, toplumsal hafızamızdaki yerini alması gerekiyor…
Kimi çevrelerce efsane Vali efsunuyla sarmalanan , Şinasi Develi’ nin yazdıkları dışında günümüze çok az şeyin kaldığı kent dağarcığının bir köşesine koyulmasında yarar olan belge ve bilgiler…
Neler yoktu ki o beyannamede…
Bugüne kadar kimsenin yalanlamadığı ama nasıl olduysa sihirli bazı ellerin 1960 darbesinin ardından efsane Vali olarak karşımıza çıkardığı isimle ilgili iddialar…
Noktasına, virgülüne dokunulmamış haliyle işte o Beyannameden pasajlar;
“-Halkevinin yapıldığı saha daha önce park idi. Bu park Belediyeden metre karesi 70 kuruş gibi gülünç bir fiyatla güya satın alınmış, bunun da bedeli Belediyeye ödeneceğine tebberu (Bağış) gösterilerek kapatılmıştır. Bu parkın etrafındaki demir parmaklıkların kıymeti bile arsanın bedelinden daha fazla tutuyordu.
Parkın içindeki yetişmiş nadide ağaçlar kesilmiş, havuzu yıkılmış, bütün tesisler yok edilerek yerine Halkevi yapılmıştır.
-Mersin Halkevinin inşası için civar köylüler kendi vasıtalarıyla taş getirmeğe mecbur edilmiş, bir çok inşaat malzemesi tüccar ve halktan bedelsiz alınmış, okullardaki mermerler sökülerek bu binada kullanılmış, hazinenin, özel idarenin, Belediyenin kasalarından bir münakaleyi andıran şekilde yüzbinlerce kanunsuz ve usulsüz yere sarf edilmiştir.
-Milli Eğitimin malı olan Lise inşaatından, Ticaret Odasının malı olan Tüccar Kulübü inşaatından, Özel İdarenin malı olan AK Kahve ve otel inşaatından bir çok malzeme hesapsız kitapsız Halkevine taşınmıştır.
-Memleketin ticaret alemi adeta haraca bağlanarak ithalat ve ihracat malları üzerinden yüzde bir buçuk prim alınmış, bisiklet, otomobil ve kamyon sahipleri lastik buhranı içinde kıvranırken 4/5 liralık bisiklet lastiğinden 10/20 lira, bir tek kamyon lastiğinden 1500 liraya kadar vergi alınmıştır.
-Mersinden sevk edilen sebze, limon ve portakal sandıklarından 15/25 kuruş, kadınlarımızın dikiş makarasından, köylünün bez dokuyacağı iplik paketlerinden, Sümerbank’ın basma ve bezlerinden muayyen ve ZORAKİ vergiler alınmıştır.
-Köylüler gaz bulamayarak çıra yakarken, petrolün tenekesinden 100 kuruş hisse alınmıştır.
-Hatta ve hatta… O günlerde Mersin’ de bulunmayanlar belki inanmayacaklardır. Halkın yiyeceği bir lokma ekmek bile ihmal edilmemiş, beher ekmek fiyatı üzerinden de Halkevi için bir kuruş vergi zam edilmiştir.
-Tüccarın ithal ettiği malların bir kısmı kanuni kârı verilerek tüccarın elinden alınmış, fakat nizam ve kanunlar çiğnenerek karaborsaya sürülmek suretiyle aradaki farklar Halkevi için alınmıştır.
-Bunlarla da bitmiyor. Özel idareye ve bazı tüccarlarla, halka bu inşaattan dolayı kalan borçlar yüzünden Halk Partisi şimdi Mahkemelerde hesap vermektedir.”
**
İşte bir dönemin ipliğini pazara çıkaran ve hiçbir biçimde yalanlanmayan, yalanlanamayan, ama nasıl olduysa zaman içinde unutturulan, unutturulmaya çalışılan ünlü 4 Ağustos 1951 beyannamesi…
Bildiride gerçek yüzü anlatılan Halkevinin yapılış öyküsü…
O eseri! gerçekleştirme yöntemi yüzünden zor durumda kalan TEK Partinin bile göndermek mecburiyetinde kaldığı Valiyi, yıllar sonra ve halkın darbe nedeniyle sindiği, Demokrat Partinin kapatıldığı dönemde allayıp, pullayarak kamuoyuna cilalı biçimde sunma çabaları…
Sanırım çoğu insanın aklı karışmıştır.
Ama Tevfik Sırrı Gür’ ün Mersin öyküsü bununla sınırlı değil ki…
1946 seçimlerinin ardından hezimetin yaşandığı Mersin’ de sağ duyulu CHP’ liler nerede yanlış yapıldığını sorgulamaya, bu konuda henüz partileri iktidarda iken öz eleştiri yaparak vicdani muhasebeleri kendi görüşlerine yakın gazete köşelerine taşımaya başlarlar…
İşte o dönemin vicdan sahibi birinin “nerede yanlış yaptıkları, nasıl olup ta tüm Türkiye’de kazanırken Mersin’de kaybettikleri” sorusuna yanıt arayan ve bulan görüşlerini dile getirdiği yazılarıyla devam edecek efsane balonuyla şişirilen o tek partili dönem simgesi Valilerin uygulamaları…
DP’ ye ezici oranda oy veren köylülerin kendi kaynaklarıyla okul yapma dayatmaları sırasında mecbur kaldıkları inanılmaz talepler…
Devam edeceğiz geleceğe ışık tutmak amacıyla…
Bugüne kadar allanıp, pullanan ve efsane kahraman olarak tanıtılanların gerçek yüzünü…
Derdimiz önümüzdeki günlerde mutlaka yazılacağına inandığımız yakın dönem kent tarihimizin bu henüz bir kısım tanıkları bile yaşayan kesitine ait, çarpıtılanlar dışındaki gerçek yüzünün ortaya çıkmasına katkı yapmak…
Gerisi vicdan sahibi tarihçilerin işidir…
Efsane balonu şişirenlerin dışında bazı gerçeklerin de olabileceği konusunda kafaları karıştırabildiysem ne mutlu bana…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T05:49:26.193-07:00
Mersin Hali 2 trilyon zarar, Antalya 20 trilyon kâr ediyor…
Mersin Hali 2 trilyon zarar, Antalya 20 trilyon kâr ediyor…
Son günlerde Büyükşehir Belediyesinin satmaya çalıştığı varlıklardan biri de Mersin Hal’i…
Önce, kimi dükkanlara 235 milyar değer biçilen bir ihale ilanı yayınlandı..
Ancak Hal esnafının yüksek bulduğu bu fiyatlar karşısındaki tepkisi nedeniyle geri adım atıldı.
Ardından yeniden değer tespit girişimleri…
Başvurulan MTSO, bilirkişi olarak İstanbul merkezli bir şirketi görevlendirdi. Yapılan ekspertiz sonuçları inanılır gibi değildi. Daha önce Büyükşehir Belediye Encümeninin 235 milyar değer biçtiği kimi dükkâna 90 milyar, bazılarına ise çok daha yüksek fiyatlar koyuldu. İşin ilginci ortaya çıkan curcunanın kimseyi tatmin etmemesi.
Halk esnafı, kapıya yakın veya uzağa, güney ve kuzeye bakışa göre belirlenen ve haklı olarak saçma buldukları kriterlere tepkili. Haklılar çünkü, İstanbul’da keşfedilen, Mersin’i bilmez bilirkişinin yaptığı ekspertiz çalışması pratik gerçeklerden çok uzak..
Örneğin Haldeki dükkanı alışveriş merkezindeki mağaza ölçütleriyle fiyatlandırmak yanlış, hatta saçma…
Şimdi Mersin Büyükşehir Belediyesi özellikle de Başkan Özcan, kritik bir karar aşamasında.
Ya belirlenen ekspertiz raporuna göre dükkanları satışa çıkaracak ya da, yeni bir strateji geliştirecek.
Mersin Hali ile ilgili kafa karıştıran rakamlar ve ortaya çıkan kaos, Tarsus Belediyesini de derinden etkiledi.
Tarsus Halindeki dükkanları satma yerine 10 yıllığına kiralama yöntemiyle kaynak yaratmaya çalışan Burhanettin Kocamaz’ ın planı, Mersin’deki dükkan fiyatları nedeniyle akamete uğradı.
Anlatmaya çalıştığım tablo karşısında kafaların karıştığının farkındayım. Mersin halkının ilgi alanına çok ta girmeyen bir konu, özellikle de bol sıfırlı rakamlarla dile getirilince, çoğu insan haklı olarak “bana ne?” diyebilir.
Ama kazın ayağı öyle değil.
Hal veya spor kompleksi veya başka bir tesis…
Bunların hepsi aslında Mersin’ de yaşayan herkesin. Zarar ederlerse, bedelini hepimiz ödüyoruz. Rantabl işletilirlerse, buradan sağlanacak kaynaklar kente hizmet olarak dönecek.
O halde öncelikle Mersin Halinin mevcut durumuna, sonra da bize benzer kentlerin Halleriyle ilgili tabloya bakmakta yarar var. –Bu konuda Mersin’i Antalya ile mukayese etmek gerekiyor. Çünkü iki kent te, Türkiye’ nin en önemli sebze meyve üretim merkezleri-
2008 itibariyle Mersin Halinde 307 bin ton sebze-meyve işlem gördü. 2010 hedefi ise 352 bin ton. Veriler, kayıt altına alınan resmi rakamları gösteriyor…
Antalya aynı dönemde aynı alanda ne yapmış derseniz? 2008’ de 828 bin ton olan işlem miktarı 2009 kriz yılında 829 bin ton… Veriler 2010 yılının ilk üç ayında ise %27 lik büyüme yakalandığını ve yıl sonu itibariyle 1 milyon tona dayanacağını ortaya koyuyor.
İşlem miktarı önemli çünkü Hallerden elde edilen gelirleri bu belirliyor. En iyisi Mersin ve Antalya hallerini yıllık gelirleriyle de karşılaştırmak:
2007’ den itibaren Antalya hal gelirlerini her yıl %25/30’ civarındaki bir oranda ve istikrarlı biçimde arttırmayı başarmış. İşlem miktarının bir önceki yıla göre değişmediği 2009’ da bile 2008’ de 17,5 trilyon olan gelir, 20,5 trilyona çıkmış.
Mersin ise yıllık 4 trilyon gelirle yetiniyor ama sorun bundan da ibaret değil…
İster inanın ister inanmayın Mersin Büyükşehir Belediyesi 4 trilyon elde ettiği Hale her yıl personel v.s giderler için yaklaşık 7 trilyon para aktarıyor. Başka biçimde ifade edelim:
“Başka kentlerde örneğin Antalya’ da altın yumurtlayan tavuk, iş Mersin’ e gelince kısırlaşıyor.”
İnanılmaz gibi görünse de tümüyle gerçek ve Mersin Büyükşehir 2010 Performans raporundan alınan rakamların ortaya çıkardığı gerçek şu: Mersin’in yılda 3 trilyon zarar eden işletmesi, Antalya’ da 20 trilyon para kazanıyor…
Ortada ciddi bir hastalık var ama teşhisi halinde tedavisi hiç te zor değil.
Öncelikle en acısını söyleyelim: Mersin halinde hayli büyük boyutlarda bir kaçak söz konusu… Bu yüzden işlem miktarları gerçeği yansıtmıyor ve ne yazık ki, Belediye bu kayıt altına alınmayan ama hale girip çıkan yüz binlerce ton sebze-meyveden hak ettiği parayı alamıyor.
Antalya’ da ise kurulan elektronik sistem sayesinde, kaçak alabildiğine önlenmiş.
O halde Amerika’ yı yeniden keşfetmeye lüzum yok. İnsan eliyle yapılan denetimden kurtulup, tüm işlemleri digital ortama taşımak en kolay çözüm.
Yeterince sayıda elektronik kantarla donatılmış tek giriş ve bu giriş noktasını koyulacak kameralarla 24 saat gözleyecek bir denetim merkezi…
Bu girişte otomatik olarak tartılacak ve sahibi, komisyoncusu belirlenip, bilgisayara işlenecek ürün kayıt altına alındıktan sonra gerisi kolay…
Bugünkü kötü tabloyla alıcı bulmakta zorlandığınız Mersin halini, bir yılı alacak iyileştirmenin ardından para kazanan bir tesise dönüştürerek satmak çok daha mantıklı. Daha da önemlisi bugünkü fiyatların hayli üzerinde gelir elde edilecek üstelik.
Unutmayalım ki, yılda 20 trilyon kazanan Antalya Haline biçilen değer 200 milyon dolarlarla ifade ediliyor.
Buna karşın Mersin Halinin, bugünlerde belirlenen fiyatlarla ve mevcut durumuyla 30 milyon dolar bile etmesi şüpheli..
Çare kaçağı önleyip, hali dünya standartlarına uygun duruma getirdikten sonra ortaya çıkacak gerçek değerine satmaktır.
Bu ise günümüzdeki bilişim teknolojileri sayesinde hiç te zor değildir.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T05:48:18.223-07:00
Baykal katili yanlış yerde arıyor.. Murphy kanunları…
Baykal katili yanlış yerde arıyor…
Barajın altında kaldığı 1999 seçimlerinin ardından girdiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden günümüze kadar istikrarlı oy oranıyla bile statükonun simgesidir Baykal.
Ve bu özelliğiyle bile AK Partinin arayıp bulamayacağı en ideal isimdir.
Öyle ya, %20 civarındaki CHP oylarının aşırı düşmesi de, yükselmesi de aklı başında bir iktidarın işine gelmez.
Elitleri ve asker-sivil bürokrasiyi temsil eden bir partinin baraj sorunu yaşamasının, sandıktan zaten fazla umudu olmayan kesimlerinbaşka yollarla iktidar arayışlarındaki iştahını kabartmayacağının garantisi yok.
Kaldı ki, AK Parti, “çakılı oyları” ve atacağı adımları üç aşağı beş yukarı bilinen Baykal’ı bir bilinmeze daima tercih eder.
AK Parti, ömür boyu CHP’ nin başında kaldığı sürece iktidar olma olasılığı sıfır düzeyinde olan birini neden oturduğu yerden kaldırmayı denesin ki?
Bu durumda, artık nefes alışından göstereceği tepkiyi tahmin ettikleri biri dururken, bilinmeyen birinin önünü açacak bir komployu hangi aklı başında senarist sahneye koymayı düşünür?
Öncelikle bunun mantıklı bir gerekçesi yok, daha da önemlisi, günümüz koşullarında açığa çıkması kaçınılmaz bir oyun tezgahlamanın -üstelik bundan somut bir kazanımınız olmayacaksa- rasyonel bir izahı yoktur.
“Neden muhalefet tarzından yeterince memnun olduğu birini bitirip, her bilinmeyende olduğu gibi, içinde en tehlikeli riskleri barındırması doğal olan bir ‘yeni’ isme oynasın?” sorusunun akla yakın yanıtının olmadığı gibi…
Dolayısıyle böyle bir saçma senaryoyla yola çıkılmayacığını ortalama aklı olan herkes görür. Hele içlerinde usta nice satranççının yer aldığı AK Partinin böyle bir oyuna kalkışacağı orada politika geliştiren nice aklı başında insanın zekasına hakarettir.
Baykal’ın panik içinde sahneye koydurduğu, Önder Sav eliyle kamuoyuna duyurup sonra kendi açıklamalarıyla çöpe gönderdiği “Mustafa Sarıgül’ün kendisine suikast düzenlediği ve mafya benzeri yöntemle ayağından vurduracağı komedisinden de beter bir senaryodur AK Partinin kendisine bu “kasetle” komplo kurduğu iddiası…
Tıpkı akıl dışı ve sonradan kendisinin bile yalanladığı Sarıgül senaryosu gibi bir kez daha yanlış yapmıştır Baykal..
Hatayı düzelteyim derken yeni ve telafisi gittikçe güçleşen yeni, üstelik anlamsız ve hiç bir hesaba dayanmayan yanlışlar zincirini avuçlamak, nasıl bir panik atak içinde olduğunu ortaya koymaya yetiyor da artıyor bile…
O kişilik haklarını yerle bir eden görüntülerin ortaya çıkmasının ardından Baykal’ ın yaptıklarına baktıkça, Murphy kurallarını ispatlamaya çalışan, zaman tünelinde sıkışıp kalmış çaresiz bir figür geliyor gözlerimin önüne ve
bir türlü gitmek bilmiyor.
İsterseniz Murphy kurallarını -kimisi de kanun diyor- anımsatayım da ne demek istediğimi daha iyi anlasın birileri:
-Ters gitme olasılığı yüksek her şey siz ne kadar çabalasınız da ters gidecektir.
-Eğer bir beladan kurtulmak için birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri felaket getirecekse, kesinlikle o en kötü olasılık gerçekleşir.
-Bir şeyin ters gidebileceği olasılıklarını engelleseniz bile, anında yeni ve daha ters bir olasılıkla karşılaşırsınız…
-Ne kadar beklerseniz bekleyin, olmasını istemediğiniz her ne ise en istenmediği anda gerçekleşecektir.
**
Bunlar Murphy kanunları…
Bir de bu kanunlar doğrultusunda ortaya çıkan pratik örnekler var:
-Bozuk aleti tamir ederken, elinin en fazla yağa bulaştığı anda kaşınır burnun…
-İnsanların seni seyretme olasılığı, düştüğün komik durumla doğru orantılıdır…
-Nedense, duşa girip yüzünü sabunladığın o en ters anda, çalar telefonun..
-Birilerinin sen görmemesini istediğin o en kötü! zaman, karşılaşmayı istemediğin en fazla insanla karşılaşma olasılığının en yüksek olduğu andır…
-Aradığınız şeyi,nedense baktıklarınız arasında en son aklınıza gelen yerde bulursunuz.
Ve kulaklara küpe olacak son örnek:
İstediğiniz kadar plan kurup oyunu mükemmel oynadığınızı zan edin, hayatın gerçeği her tezgahı bozar, ve hayat eninde sonunda, kaçınılmaz biçimde seni yener…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T04:41:24.646-07:00
Kentsel dönüşüm, Hamit Tuna’ nın önerisi…
Kentsel dönüşüm, Hamit Tuna’ nın önerisi…
Kim ne derse desin, Mersin’in birbirini besleyen, çok ciddi iki sorunu var;
-İşsizlik
-Kentsel dönüşüme muhtaç sağlıksız yapılaşma
Türkiye’de neredeyse tüm Büyükşehirler kentsel dönüşümde dev adımlarla ilerleyip, sorunu mümkün olduğunca minimize etmişken, Mersin ne yazık ki, gelişmesinin aynası olacak imajına hayli zarar veren varoşlarına bir türlü çözüm üretemedi.
Yılların ihmaliyle hergün biraz daha büyüyen sorun, bugün artık kangren olmuş durumda.
TOKİ, beş yıldır, özellikle Akdeniz bölgesinden başlayarak; Çay, Çilek gibi mahallelerde çağdaş bir yapılaşmanın önünü açacak işareti bekliyor. Ama o işaret konuyu yakından izleyenlerin çok iyi bildiği bir takım nedenlerle bir türlü gelmedi.
Örneğin Kenan Yücesoy’ un Akdeniz Belediye Başkanlığı döneminde başlatılma aşamasına gelmiş projeler, doğrudan etkilenecek yöre halkının soruna ortak edilmesi bir yana, yapılacak düzenlemeden en çok o mahallelerde oturanların kazançlı çıkacağı konusu yeterince anlatılmayınca bir arpa boyu yol alınamadı.
2009 yerel seçimlerinin ardından o varoşların verdiği oylarla Belediye Başkanlığına Fazıl Türk seçilince bir şeyler değişir umudunu taşıdık hepimiz.
Bu arada TOKİ’ de boş durmadı. Hane hane, parsel parsel, sürdüğü çalışmaları tümüyle bitirerek, projeden uygulama aşamasına geldi.
Ancak gördüğüm kadarıyla, varoşlara halen bu projenin getirecekleri yeterince anlatılamamış. O yöre sakinlerinin yaşamlarını tümüyle değiştirecek bu dönüşümün başta o bölgeler olmak üzere kente sağlayacağı katkının farkında olduklarından çok emin değilim.
Oysa kentsel dönüşüm uygulamalarının yapılacağı varoşlarda oturanların %85’ i bugün kiracı konumunda*. Buna karşın proje hayata geçtiğinde, o insanların hepsi, çağdaş yaşamın gerektirdiği donanıma sahip, üstelik tapusu kendilerine ait konutlarda oturuyor olacaklar.
Bu alanda Fazıl Türk ve arkadaşlarının yeterince çaba içinde olduklarını biliyorum. Ama “herkesin kazanacağı” bu projelerin anlatımı zaman alacak gibi görünüyor…
Olası gecikmelere karşı, benim bir önerim var: İnsanımız bilinmezlerden, sonu belirsiz meçhullerden korkar. Buna karşın somut olarak karşısına çıkacak başarılı örneklerden olumlu yönde etkilenmesi kaçınılmaz.
Öyleyse, Akdeniz varoşlarına benzer konumda olsa da, uygulamanın daha rahat yapılacağı Toroslar ilçesinde bir bölgenin kentsel dönüşüm alanı ilan edilip, model olarak hayat geçirilmesi düşünülemez mi?
Sorunun hayli doyurucu yanıtını Toroslar Belediye Başkanı Hamit Tuna veriyor aslında: “Kentsel dönüşüme en hazır ilçe biziz. TOKİ ile birlikte 612 konutluk bir projeyi zaten hayata geçirdik. Bu projede sağladığımız arsa katkısı nedeniyle Belediyemize 46 konut verildi. Bunu sermaye yaparak, tamamen kaçak olduğu belirlenen bir adayı TOKİ ile birlikte ele alalım. O ada üzerinde yer alan konutların değer tespitini yapalım. Belirlenen değer karşılığında ev sahibi vatandaşlarımıza bitmiş olan 46 konutu devredelim. Böylece o ada üzerindeki tüm kaçak yapıları yıkarak ortaya çıkacak arsa üzerinde yeşili bol, her türlü sosyal tesisin yer aldığı yeni konutların yapılması sağlansın. Bu konutları da benzer gecekondu sakinlerine vererek, hızlanan ve büyüyen bir örnek kentsel dönüşümü gerçekleştirelim.”**
Hamit Tuna; somut, basit ve hemen hayata geçme şansı hayli yüksek bir projeyi öneriyor. Böylesi bir uygulama Akdeniz’ e de ilham verebilecek ve yıllardır bir türlü ifade edemediğimiz gerçekleri ete, kemiğe bürünmüş olması nedeniyle çok daha etkili biçimde anlatacak.
*Mersin’de göç, kentleşme ve sosyal problemler adlı araştırma (Doç. Dr. Yaşar Erjem)
**Dünya gazetesi 7.5.2010 Mersin eki
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-05-12T04:38:52.395-07:00
Caddelere isimler verilirken.. Vefa, vefasızlık… Unutulan Kadri Şaman…
Caddelere isimler verilirken.. Vefa, vefasızlık… Unutulan Kadri Şaman…
Büyükşehir Belediye Meclisinin son toplantısında duygu yüklü bir öneri geldi..
Kemal Sığırcıklıoğlu’ nun komisyona gönderilen ve sanırım bir sonraki Meclis’te kesinleşecek teklifiyle Mersin’ e emeği geçmiş üç kadının adı kentin uygun bulunacak cadde, sokaklarına verilecek.
Atılan adım olumlu ama eksik.
Böylesi anlamlı girişimleri önemseyenlerdenim.
Bu nedenle kimse çıkıp yazdıklarıma farklı anlamlar yüklemesin.
Ancak öneriyi benimsemek, olumlu anlamda eleştirmeye engel değil, olmamalı…
Öncelikle böylesi önemde ve tüm kenti ilgilendiren bir iş tek kişinin insiyatifine bırakılmamalı.
Keşke cadde, sokak ve meydanlara ismi verilecek “Mersin’e emeği geçmiş insanlar” daha geniş bir çalışmayla ve kamuoyunun katılımıyla belirlenseydi.
eminim, tek kişinin aklına gelenlerin dışında, büyük çoğunluğun üzerinde mütabık kalacağı başka isimler de çıkardı ortaya…
**
Aslında dünyanın her yerinde asırlardır sürdürülen bir uygulama bu cadde, sokak ve meydanlara isim verme işi.
Vefa, tarih bilinci veya ülkeye, kente damgasını vurmuş ünlüleri unutmama, unutturmama çabaları diyelim, fark etmiyor. Bilinçli tercihler yapıldığı sürece bilinenlerin dışında göze görünmeyen yararları da var bu türden girişimlerin.
Birincisi akılda daha kolay kalması nedeniyle önemli caddelere numara vermekten çok daha mantıklı.
Örneğin Geleceğin Mersin’inde hepimizin daha da fazla etkileneceği 13. ve 18. caddeler…
Hepimiz bu caddelerden etkileniyoruz ama tariflerde zorlanıyoruz.
Oysa bir isim verilse tanımlamak çok daha kolay olacak.
Bugün herkes Okan Merzeci bulvarını biliyor ama numaralarla anılan hiç bir caddenin -ne kadar önemli olursa olsun- böyle bir şansı yok.
Daha da önemlisi günümüzde dünyadaki tüm kentler, artık digital haritalarla ve arabalarda, ceplerde taşıdığımız inigation cihazlarıyla kalıcı biçimde tanımlanmış durumda.
Mersin olarak bizim de elimizi çabuk tutmamız ve “yap-boz” tahtasına çevirmeden bu kentin cadde, sokak haritasını bir daha kolay kolay değiştirilmeyecek biçimde hazırlamamız ve kalıcı biçimde dünyaya sunmamız gerekiyor.
Yıllardır bu alanda çok başarılı sınav veren Gaziantep aslında iyi bir model olarak örnek alınabilir.
Gaziantep; Kurtuluş savaşına emek veren tüm kahramanlarınınn, eski yeni tüm Valilierinin, siyasi kimliklerine bakılmadan dünden bugüne Bakanlık yapmış tüm Milletvekillerinin , kente katkı yapan iş adamlarının, hatta eğitime katkı yapmış efsane öğretmenlerinin adını, geleceğe taşıma adına uygun bulunan cadde ve sokaklara vermiş durumda.
Kentin, bizim Kuzey Mersin’i andıran gelişmekte olan yeni bölgedeki tüm büyük caddeleri; Abdulkadir Aksu, Mehmet Battalı, Kürşat Tüzmen, Muammer Güler, Ömer Köylüoğlu gibi isimlerle anılıyor.
**
Celal Doğan ve Asım Güzelbey…
Eskilerin CHP, bugünün AK Partili iki Belediye Meclisi…
İki ayrı uçta iki ayrı siyasi kimliğe sahip yönetimleri…
Ama vefa adına sergilenen çizgi değişmiyor.
Oysa biz Kemal Sığırcıklıoğlu’ nun önerdiği üç ismi -cadde, sokak her neyse- henüz ölmeden ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz ama, en az bu isimler kadar önemli üstelik ebediyete intikal etmiş nice isim akıllara düşmüyor.
Örnek diyenlere, benim bile şu satırları yazarken bir çırpıda sıralayacağım, gerçekten Mersin’de bir caddeye isminin verilmesini hak eden nice sima düşüyor aklıma.
Atıf Yılmaz gibi Türk sinemasına damgasını vurmuş birine Valiliğin karşısındaki Kongre Merkezinin veya Forum AVM’ nin yer aldığı caddelerden birinin adını vermenin bırakın ahde vefayı, ülke çapında kentin tanıtımına sağlayacağı katkıyı kim yadsıyabilir?
Ümit Yaşar Oğuzcan gibi bu kentin topraklarında yoğrulmuş şairimizin ölümsüzlüğünü neden bir meydan veya caddeye adını vererek pekiştirmeyiz?
Doğan Akça’ yı yitirdik, ismini çocuklarımızın anımsaması adına atacağımız bir adım yok mu?
Nice Vali, Bakan, eğitime katkı vermiş, kente bir dönem de olsa damgasını vurmuş nice kişilik.
Bunu tek başına bir iki kişinin aklına estikçe vereceği önergelere mahkum etmeden…
Tüm kent dinamiklerinin bir araya geleceği, siyasi tercihlerden çok objektif kriterlerle belirleyecek bir komite oluşturulmalı.
Bu komite 120 yıllık tarihi tarayarak, Mersin’e katkı yapmış, emek vermiş isimleri, diline, dinine, ırkına bakmadan belirleyip Büyükşehir Belediye Meclisine sunmalı..
**
Ve son söz, son öneri …
Kadri Şaman’ ı yitireli iki yıl oldu.
Mersin’e onca emek vermiş bir adamı ölümsüzleştirmek için ne bekliyoruz.
Hadi Büyükşehir Belediye Başkanı ve yanındakilerin aklına gelmedi…
Başkanlığını yaptığı MTSO, adını iki organize Sanayi Bölgesinden birine vermek için ne bekler?
Can alıcı soruya hepimizin verecek bir yanıtı vardır sanırım…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-01-17T12:09:27.555-08:00
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin gerçek yüzü 3
Tevfik Sırrı Gür, Halkevi efsanesinin gerçek yüzü 3
Tevfik Sırrı Gür daha önce Valilik yaptığı Elazığ ve Muş’ ta da tüm kaynakları zorlayarak bir takım işler yapmaya çalışan biriydi ama kıt kanaat geçinen iki ilde de olanaklar sınırlıydı.
Oysa geldiği Mersin çok farklı, deyim yerindeyse çok bereketliydi.
Özellikle savaşın yarattığı karaborsa, ithalat ihracata dayalı liman kentini daha bir zengin kılmış, bu zenginlikten nemalanan iş adamları yeni varlık vergilerinin başlarına gaileler açmasındansa, kazançlarının büyükçe bölümünü adına kim ne derse desin, şehrin en güçlü isminin parmağını şaklatması halinde vermeye hazırlardı…
Bağış, dershane yapımı, Kızılay’a yardım, Stadyum yapımına destek, özellikle de Sırrı Gür’ün ve o dönem CHP’ sinin her şeyden önde tuttuğu Halkevi’ nin yapımı…
Tevfik Sırrı Gür Mersin bir yana tüm ülkeyi etkileyecek kalıcı eser yaratma hedefi doğru belirlemişti. Kaynak konusunda yokluğu çekilen ürünlere ek vergiler, ithalat üzerinden devletin aldığı vergiler ötesinde narh koyma, varlık vergisi nedeniyle titreyen iş adamları emre amade duruyordu nasılsa…
Kendisinden önce yeni Halkevi binasının yapımı kararlaştırılmıştı ama, üç yıl boyunca toplanan para 4 bin liradan ibaretti…
İşte bu ruh haliyle çıkar yola…
Öncelikle dönemin CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal’ ın kapısını çalar.
Kendilerinden yardım almadan, projesi dahil her şeyiyle yapımını üstleneceğini söyleyen gözü pek Vali’ ye istediği desteği fazlasıyla verir…
Şimdi sıra söz verdiği biçimde ve parti ile devletten para almadan mucizeyi gerçekleştirmeye gelmiştir…
Şöyle anlatır durumu:
“Teknik sorumluluğu göze alarak projeleri hazırlamak ve bu şekilde yapılmasına karar vermek; muhiti, alakadarları bu karara inandırmak mümkün olabilirdi. Ancak, emsali inşaata göre işin muhtaç olduğu milyonları temin etmek mevzuun en hayati tarafı idi.”
Kısaca para dışında diğer mevzuların teferruattan ibaret olduğunu çok iyi bilmektedir..
Detay olmasına detay ama yine de bazı konular daha başta canını sıkar…
Örneğin Arap Ortodoks cemaatine ait kilise ile girdiği mücadele…
Bugünlerin İstiklal Caddesi üzerinde, İleri İlkokulunun karşısındaki mekanda yer alan Halkevi binasının yetersizliği yeni ve modern Halkevi yapımını gündeme getirdiğine göre öncelikle yeni bir alan bulunmasının farkındadır.
En uygun yer olarak o günlerin Çardak mahallesi olarak ta adlandırılan gecekondu bölgesini keşfeder.
Zaten bir bölümüne daha önce Vali Konağının yapıldığı bölgeyi gecekondulardan temizlemek istimlak gibi para isteyen uygulamalardan çok daha kolaydır.
Ancak Gür’ün tasarladığı Halkevi binası için yeterli değildir belirlenen alan.
Gayri Müslimlerin oturduğu teneke barakalardan oluşan parsele komşu Arap Ortodoks kilisesini katma fikri gelir aklına.
Cemaate kendince geri çevrilmeyecek bir teklif götürür.
Nader ailesince kiliseye bağışlanan 2 bin m2 lik arsanın Halkevine katılmasına rıza gösterilmesi halinde, kendilerine şimdi ki Bit pazarının kalbinde yer alan Rum Ortodoks kilisesini vermeyi önerir…
Bir zamanların Mersin’ inine damgasını vuran Mavromati ve Bodossaki gibi zenginlerin katkısıyla yapılan ve mermerleriyle, taşları bile yurt dışından getirilen bu kilise 1. dünya savaşının ardından çekip gitmek zorunda kalan Rumların tükenmesiyle! Zaten kullanılmamakta, her gün biraz daha yıpranmakta, özellikle de yıpratılmaktadır.
Teklifi değerlendiren Arap Ortodokslar biraz da Lozan’ ın verdiği güvencenin cesaretiyle geri çevirir. Aslında cazip gibi görünen öneriyi ret etmelerinin çok haklı bir nedeni daha vardır.
Devlet adına verdiğini söylediği söze inanmamaktadırlar çünkü…
Daha önce kendisinden yedikleri kazığı unutmaları mümkün değildir.
Tevfik Sırrı Gür’ ün Mersin’deki ilk işi Vali konağı ile şimdinin Çamlıbel’i –o günlerin Kışla Caddesi- arasında kalan yolu genişletmektir…
Genişletirken kiliseye ait yolun bir kısmını yola katar ama istimlak falan bir yana izin bile istemez kimseden.
Kilisenin hayli önemli bir kısmını kendilerinden habersiz yola katan ve en küçük özrü bile aklına getirmeyen Valiyi asla bağışlamazlar.
Kiliseyi Halkevine katma önerisini o nedenle tereddütsüz geri çevirirler…
Gür ise intikamını Rumlara ait Ortodoks Kilisesini taş üstünde taş bırakmayacak biçimde söküp, yaptırmakta olduğu unutulmaz esere malzeme yapar.
Tüm dış cephesi dünyanın en kaliteli mermerleriyle kaplı, çift çan kulesine sahip, bir zamanlar Mavromati’ nin her dönüşünü çan çalarak kutlayan bu kilise tarih sahnesinden bir daha izine rastlanmayacak biçimde silinir…
Taşları ve mermerleri Rumlara ait Ortodoks Kilisesinden alınan Halkevi binasının kiremitleri de kaderin garip cilvesi olsa gerek Yunanlılara ait batan bir gemiden sağlanır.
Balkan savaşı sırasında Anamur kıyılarında Marsilya cinsi kiremit dolu bir Yunan gemisinin batırıldığı ve batağın Gilindere açıklarında bulunduğu o dönemin öykülerindendir.
Birkaç dalgıçla anlaşır Vali, gemiden çıkardıkları 200 bin kiremit Halkevi binasının çatısını örter…
O günlerin maliyetleriyle 2 milyon Liraya çıkacağı hesaplanan ancak bu türden ince ayarlarla 1 milyon 28 bin liraya mal edilen Halkevinin taş, mermer, kiremit dışındaki nakit para ihtiyacı nereden sağlandı derseniz…
Asıl anlatılması gereken de işin o yanı…
Ekmek bulamayan halkın süpürge sapındaki tohuma talim ettiği günlerde aynı halk opera dinlesin diye yola koyulan Valinin ilk işlerinden biri, geniş kesimlerin temel ihtiyaç maddelerine zam yapmak olur.
Gaz, tuz, bez diye adlandırılan üçlü…
Tüm petrol ürünleri, demir mamulleri, çimento, yiyecek maddelerinden belli oranda para alınır..
Yetmez…
Deli Dumrul’un köprüden geçenden iki, geçmeyenden bir akçe alma misali, Mersin Limanından ihraç edilen ve limana gelen her türlü emtiadan da Halkevine katkı ayağına para toplar…
İş o boyutlara ulaşır ki, yoksul halkın kuyruğa girerek ve nüfus cüzdanını ibraz ederek Sümerbank’tan satın aldığı üç beş metre bezden bile –sinekten yağ misali- katkı payı alır.
2 yıl 8 ay süren inşaatın ardından açılışta topladığı paralarla ilgili bizzat şunları söyler:
Bu milli mabedin yapılmasına ve tamamlanması için ne dedimse, ne istedimse inanarak verdiniz. Bazılarınızdan doğrudan doğruya mal ve para teberru istendi. Sevinerek verdiniz. Birçoklarınızdan muhtaç olduğumuz Petrol, Benzin, otomobil, kamyon lastiği, şu ve bu malı alırken bir teberru dileğinde bulunduk. Az ve çok demeden ödediniz.
Varlık vergisi korkusunun yürekleri sardığı o belalı dönemde iş adamlarının da elini cebini atmasını ister efsane Vali…
Bağış yapan isimleri de anar açılış konuşması sırasında:
Mustafa Gazioğlu, Nazım Miskavi, Muhittin Aynaz, Gandur kardeşler, Şefik Kabaş, Arel Şirketi şeriklerinden Emrullah, Ahmet Gönen, Şadi Eliyeşil, Mustafa Erdiş, Hamit Demirel, Şefik Hariri, Necati Hancıoğlu, Kadri Sabuncu, Fuat Barbur…
Az, çok demeden 10 bin-40 bin lira arasında değişen miktarlardaki bağışlara teşekkürlerini sunar…
Yine kendi ifadesiyle köylülerden bile yararlanılmıştır ‘kudsi mekan’ ın tamamlanması için.
Efsane Valinin zulme varan uygulamalarından yaka silken halk durmadan Ankara’ ya şikayetler yağdırır ama sonradan hakkında 1 soruşturmanın açıldığı öğrenilecek olan Gür’ e Ankara dokunmaz…
Aksine, para vererek yapılması düşünülen Halkevi’ nin beleşe çıkarılmasından memnun kalan CHP Genel Merkezi mefruşat için 89 bin lira bağışta bulunur…
1944 Şubatında başlayan inşaat, büyük hızla tamamlanır.
Türkiye’ nin döner sahneli üçüncü salonuna sahip yapısının açılışı 29 Ekim 1946 günü yine Tevfik Sırrı Gür’ün konuşmasıyla hizmete açılır…
Ya sonra…
Halkevi binasının tamamlanmasının birinci yıl dönümünü kutlamaya hazırlandığı günlerde Kastamonu’ ya atandığı haberiyle sarsılır.
Mersin’den Kastamonu’ ya tayin bal gibi sürgün deyim yerindeyse tenzili rütbedir aslında…
Orada da rahat durmaz.
Uğradığı soruşturmalar nedeniyle durmadan maaşının bir kısmı kesilen Gür, 1950 seçimlerinin ardından iktidara gelen Demokrat Parti tarafından ilk Valiler kararnamesiyle görevden alınıp emekliye sevk edilir…
Valinin diğer uygulamaları…
Gözne yolunun yapılması sırasında köylülerin çalıştırılma yöntemine karşı isyanı andıran tepkiler…
Onu efsane olarak lanse edenlerin kendisine mal ettikleri, Çocuk Esirgeme Kurumu binasının Lozan hükümlerini hiçe sayılarak gerçek sahiplerinden alınışı, kiliseye ait kız okuluna, mezarlığa, bahçeye vs. el koyuluşu…
Söyleyeceklerimiz, yazacaklarımız bitmedi…
Devam edeceğiz elbette…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-01-17T12:08:22.613-08:00
Tevfik Sırrı Gür efsane balonunun gerçek yüzü (2)
Tevfik Sırrı Gür efsane balonunun gerçek yüzü (2)
Yıllardır bu kentte tek yanlı bir efsane balonu şişirildi.
1940’ ların toz dumanı içinde Mersin’de Vali olarak hüküm süren, Türkiye’ nin en büyük Halkevi’ ni konduracağım diye, halkın zaten aynı hükümran sayesinde ancak karaborsadan temin ettiği ekmeğe bile haraç gibi harç salan, saracağı bezi bulamadığı için, halkın ölüsünü kefensiz gömmesine seyirci Tevfik Sırrı Gür’ün gerçek yüzünü anlatmayı kendi adıma namus borcu olarak görüyorum.
Bu nedenle kaldığımız yerden devam edelim.
Darbe sayesinde siyaset sahnesini rakiplerinden temizleyenlerin boş buldukları arenada hayata geçirdikleri uygulamalardan biri de Tevfik Sırrı Gür’ den efsane yaratıp adını Mersin Lisesine ve Şehir Stadyumuna verme yönünde kampanyalar başlatmaktı…
İtiraf etmek gerekirse başardılar da…
Liseyi bir önceki yazıda anlattık ta, Stadyumun Tevfik Sırrı Gür ile bağlantısı çok daha ilginç bir hikayeydi aslında…
Hazineye ait Müftü Deresinin batısında yer alan kumluğu işaretlemekten ibaretti efsane Valinin stadyum üzerindeki HAKKI…
O kadar ki, bırakın Gür’ ü, ondan sonra gelen Valilerin bile stadyum yapımıyla ilgili beş yıl boyunca buldukları tüm kaynak 16 bin lirayı aşmamıştı…
Derken 1950’ de Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle Mersinin şansı bir anda döndü.
1946-50 yılları arasında muhalif partinin kazandığı üç ilden biri olan Mersin’in aforoz edilme süreci Demokrat Partinin iktidara gelişiyle sona erdi.
Mersin’in varlık sebebi ve her şeyi olan limanın yapımı için düğmeye basılmasıyla sınırlı değildir yapılanlar…
Stadyuma da el atılır.
5 yıl boyunca toplam 16 bin lira harcanan stadyuma 1951 yılında 156 bin lira kaynak ayrılır.
Böylece bitirilir stadyum…
19 Mayıs 1952 yılında hizmete açılır…
Tevfik Sırrı Gür’ ün Mersin’den uzaklaştırılmasından tam beş yıl sonra…
O günlerdeki adıyla Mersin Stadyumunun açılışına davet edilen Galatasaray yoğun program nedeniyle olumsuz yanıt verince, o günlerin güçlü İstanbul takımlarından Beykoz ve İstanbulspor’ a teklif götürülür..
5 bin lira karşılığında gelmeyi kabul eden Beykoz* kulübüyle anlaşma imzalanır.
-İstanbul liginin en enerjik ve en uyumlu takımı olarak tanıtılan Beykoz’ un o yıl üç büyüklerin ardından klasmanda dördüncü olduğu yazılmaktadır o günlerdeki gazetelerde-
Mersin gazetelerinde yayınlanan İçel Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü ilanlarında şöyle duyurulur etkinlik:
“Mersin Karması-Beykoz ile 18 Mayıs 1952 Pazar günü saat 16’ da ve 19 Mayıs 1952 pazartesi günü saat (17) de karşılaşıyor.
Yurt ölçüsünde büyük önemi olan bu heyecanlı maçları takip etmek fırsatını kaçırmayalım.”
17 Mayıs günlü nüshasında maçlarla ilgili ilginç detaylara yer verir Yeni Mersin:
“Şehrimiz Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğünün davetlisi olarak iki maç yapmak üzere bugün saat 20’ de Mersin’e gelmesi kuvvetle muhtemel olan Beykoz takımı yarın yeni stadyumdaki ilk maçı takviyeli Demirspor takımı ile yapacaktır”
Sonuç mu?
Hadi onu da söyleyelim:
Takviyeli Demirspor’u 2-1 yenen Beykoz, İdmanyurdu ile 2-2 berabere kalır.
-Türkiye’ nin nefesini tutarak beklediği Fenerbahçe-Galatasaray maçının 2-2 bittiği gün İdmanyurdu’ nun yeni stadyumdaki ilk maçını da aynı skorla sonuçlandırdığını tarihe not düşme adına vurgulamakta yarar var.-
Yıllarca Lise yanındaki derme çatma sahada yapılmaya gayret edilen maçlar, kumluk ta olsa, iyi kötü bir stada kavuşur.
İşte Mersin stadyumunun yapılışının gerçek öyküsü…
Efsane Tevfik Sırrı Gür masalını değneksiz köyde yıllardır başarıyla anlatmayı sürdürenlere umarım ders olur.
Elbette bununla sınırlı değildir Tevfik Sırrı Gür ile ilgili anlatacaklarımız…
Ayrıldığı günlerde Belediye Meclisinde Bahri Ok’ un yaptığı konuşmanın satır araları Halkevi yapacağım diye kentin en güzel parkına kıyan, ağaçlarını kesen, garibim köylüleri taş çekmeğe zorlayan, yandaki kilisenin kanunla korumaya alınmış alanına tecavüz eden, bir başka kilisenin taşlarını söküp bu binaya döşeten bir efsaneyi tüm boyutlarıyla ve bugüne kadar yutturulanın dışındaki yüzüyle anlatacak ibretlikte…
*Tevfik Sırrı Gür’ü efsane olarak anlatan en önemli yazılı doküman Şinasi Develi’ nin kaleminden çıkma…
Gerçekçi bir ifadeyle objektif bir anlatımdan çok “çakma” bir Tevfik Sırrı Gür destanı var elimizde…
Mersin Valiliğinden ayrıldıktan sonra bir dönem Gür’ün avukatlığını da üstlenen Develi’ nin, efsaneyi! Anlattığı kitabına göz attığımda maddi pek çok hataya rastladım.
Örneğin yukarıda bitirilme öyküsünü tümüyle yazılı arşivlere dayanarak verdiğimiz Mersin Şehir Stadyumunun açılışıyla ilgili de yanlış bilgiler içeriyor Şinasi Develi’ nin kitapları…
17.500 kişilik olarak tasarlanan stadyumla ilgili olarak Gür’ün eleştiriler aldığı…
1952 yılında Galatasaray-İdmanyurdu maçıyla açıldığı…
Gibi bilgiler…
Birincisi Tevfik Sırrı Gür dönemini bırakın, 1951 yılına kadar 6 yıl boyunca komik paralar harcanmış ve tribün adına hiçbir şey yapılmamış bir stadyumun gerçek anlamda bugünkü tribünlere kavuşması 1952 resmi açılışının bile çok sonrasına denk geliyor.
Açılış ise yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi 19 Mayıs törenleri de fırsat bilinerek 18 Mayıs günü saat 16’ da yapılan takviyeli Mersin karması-Beykoz maçı ile gerçekleşir.
Zaten o açılışa Galatasaray’ ın gelmesi mümkün değildir. Çünkü aynı gün ezeli rakibi Fenerbahçe ile nefeslerin tutulduğu bir maça çıkmış ve 2-2 berabere kalmıştır Sarı kırmızılılar…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-01-17T12:07:16.613-08:00
Tevfik Sırrı Gür’ün efsane balonu…
Tevfik Sırrı Gür’ün efsane balonu…
Tevfik Sırrı Gür’ü efsane halinde bize anlatan en önemli sözler Şinasi Develi’ nin kaleminden çıkma…
Develi dışında sesini çıkaranlar olmamış mı?
Olmuş ta, ne hikmetse yazıya, kağıda dökememişler…
Üstelik 1960 darbesinin ardından unutulan bu Valiye birileri kendisinin Mersin’den ayrıldığı dönemde bile verilmeyen payeleri layık görmeye başlamışlar…
Örneğin daha kendisi Mersin’e gelmeden yıllar önce biriktirilmeye başlanan ve Valilik emrine verilen İhracatçı Birliklerinin büyük katkısıyla yapılan Lise binası…
Yıllar boyu üst üste koyulan ve sonunda 100 bin lirayı bulan bu paraya ilaveten ithalatçılık yapan ve ithalat izinleri Vali Tevfik Sırrı Gür’ün iki dudağının arasında olan iş adamlarının da payı var elbette.
O iş adamları ki, 2.dünya savaşının toz dumanı içinde bürokrasinin icat ettiği yöntemle ithal ettikleri malları belirlenmiş kâr oranlarını ekleyerek Valilik eliyle devretmek zorunda kalmışlar…
Böyle bir düzende iş adamı kendisinden bağış yapmasını isteyen, astığı astık/kestiği kestik, üstelik gücünü devletten alan, ilin devletle özdeş ismini geri çevirebilir mi?
Hayır deme şansı var mı?
Zaten salınan Varlık Vergisiyle devletin ve onun kentteki gölgesinin nelere kadir olduğunu yaşayarak görmüş…
Miskavi’ ye, Gandur’ a 600 bin lira, Şevket Sümer ile Fuat Morel’ e 500 lira vergi salan bir düzen bu…
Sümer ile Morel’ in özelliği ne derseniz, söyleyeyim.
Tek parti döneminin en güçlü isimleri…
İstanbul’dan Mersin’ e kapağı attığında, manifatura ithalatçısı iş adamlarının tezgahtarı olarak işe başlayanların bir süre sonra köşeyi döndükleri, fırsatlardan yararlanmayı bildikleri bereketli vahanın kahramanları…
Belediye Meclisi, il genel meclisi, Ticaret Odası meclisinin, yönetim kurullarının, Tüccar Kulübünün, aklınıza ne tür güçlü örgüt gelirse oranın hakimleri, değişmez aktörleri, başkanları…
Üstelik başında il Valisinin bulunduğu 5 kişilik “Varlık Vergi miktarlarını belirleme komisyonun da üyeleri, ne hikmetse hep aynı isimler…
Kanun oluşturulacak komisyonda halktan iki kişinin de yer almasını uygun bulmuş ya, tek parti, dönemin ruhuna uygun halk temsilcilerini çıkarmakta gecikmemiş…
Tek partinin Belediye ve Ticaret Odasını oluşturan gücü, Varlık vergisi komisyon üyelerini de Vali marifetiyle atamış oraya…
Vali dediğinizin zaten o günlerde taşıdığı iki şapkası var.
Hem devlet adına her türlü kararı alacak, hem de partinin il başkanı aynı zamanda…
İşte böyle bir dönemin yangın yerine çevirdiği günlerde Tevfik Sırrı Gür Muş’ tan Mersin’e atanmış…
Daha önceki yazılarda tek kalem kalmışların bize anlattığı efsane Valinin marifetlerini anlatmaya başlamıştık. Tek taraflı biçimde yıkanmaya çalışılan beyinleri karıştırma adına yıllardır resmi tarih gibi ezberletilenin dışındaki o bürokratın gerçek yüzünü anlatmayı sürdürmekte yarar var…
Efsane Valinin her şeye hakim olduğu, piyasayı kontrol ettiği, ithal mallarını en uygun koşullarla halka intikal ettirmesi gereken dönemle ilgili en çarpıcı örnekler Mersinin ekmek ve şekerde yaşadıklarıdır.
Mersinli, efsane Valinin bitirmekle övündüğü Halkevi’ nin döner sahnesinden çok farklı yerlerde resmi fiyatın beş katına almaya razı olduğu şeker ve ekmeği aramakla meşguldür.
5 Şubat 1947 günü Yeni Mersin gazetesinin birinci sayfasını iki haber süslemektedir:
“Vagonsuzluk yüzünden, 120 Vagonluk limon ve portakalın çürüyor”
“Piyasada sebebi meçhul bir kriz daha: Karaborsada toz şekerin kilosu 300 kuruşa satılıyor. Piyasada şeker yok. İşin garip tarafı bu yokluğun sebebini izah edecek bir makam da yok” (Karanlık dönemde şeker fiyatlarının 480 kuruşa kadar çıktığına da tanık oldu o dönemde insanlar –aa-)
O günün koşullarında kağıdını da Valinin tahsis ettiği gazetelerin doğrudan Tevfik Sırrı Gür’ ü doğrudan telaffuz etmek ne haddine?
Gazeteler yine de dolaylı biçimde gerçeği ortaya koymaya çalışıyor.
İş adamının durumu çok daha farklı…
O günlerde büyük kısmı karaborsaya bir biçimde yansıyan tatlı kazançlı ithalat var ama bunun yanında Varlık vergisi yaraları da kanamaya devam ediyor.
Yaşanan depremin enkazı daha kalkmamış ki…
Varlık vergisinin ocak söndüren, bir günün içinde insanları bitirip ardından Aşkale’ ye süren acımasız uygulamasının can yakıcı ateşi henüz sıcaklığını korurken, Mersin gibi ithalat cenneti bir yere gelen Valinin hangi talebi geri çevrilebilir ki?
Çevrilmiyor da zaten…
Bir yandan İthalat ve İhracatçıları aynı çatı altında toplayan Birlikler, öte yandan hambezin bile bulunmaması nedeniyle, insanların kefensiz gömüldüğü o günlerde ithal ettikleri her üründen inanılmaz paralar kazanan ve bunların bir kısmını doğal olarak Valinin parmağını oynatması karşısında bağışlayan iş adamları…
Derme çatma biçimde de olsa bitiyor lise binası…
Ama kimsenin aklına gelmiyor “hamiyetli iş adamlarının” bağışlarıyla, yapımı süren binaya Tevfik Sırrı Gür’ ün adını vermek…
Zaten bir biçimde kendisini getiren partinin bile artık göğüsleyemediği uygulamaları ve yoksul halka zulme varan baskıları nedeniyle Mersin’ den uzaklaştırılan Valiyi efsane ilan edip, adını okula verme cesaretini kim gösterebilir ki?
O cesareti gösterecek olanların 27 Mayıs darbesini beklemeleri gerekiyordu…
Darbe sayesinde siyaset sahnesini rakiplerinden temizleyenlerin boş buldukları arenada hayata geçirdikleri uygulamalardan biri de Tevfik Sırrı Gür’ den efsane yaratıp adını Mersin Lisesine ve Şehir Stadyumuna verme yönünde kampanyalar başlatmaktı…
İtiraf etmek gerekirse başardılar da…
Liseyi anlattık ta, Stadyumun Tevfik Sırrı Gür ile bağlantısı çok daha ilginç bir hikayeydi aslında…
Bir sonraki yazı, hiç ilgisi yokken, yıllar sonra adının verildiği şehir stadyum hikayesiyle sürecek birilerince efsane diye şişirilen Valimizin…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-01-17T12:01:25.923-08:00
Belediyelerin sırrı olur mu?.. Şeffaflık, hesap verme..
Belediyelerin sırrı olur mu?.. Şeffaflık, hesap verme..
Temsili demokrasinin yerini katılımcı demokrasinin almasıyla, hükmeden devlet anlayışı yerine, kendini vatandaşına hizmetle sorumlu sayan yönetim anlayışı öne çıkmaya başladı. Emreden, tepeden bakan yönetim yerine vatandaşa amade olması gereken bürokrasi.
Neredeyse gelişmişlikle paralel gelişen şeffaflık ve yönetimlerin vatandaşa hesap verme sorumluluğu.
Türkiye’ nin bu alanla tanışması AB uyum yasaları çerçevesinde hayata giren bilgi edindirme kanunu sayesinde oldu. Başlangıçta pek te kavranmayan, önemi zaman içinde ve uygulamalarla ortaya çıkan bir yasaydı bu.
Bana göre tüm aksaklıklarına rağmen, bireyler açısından Cumhuriyet tarihinin en önemli uygulamalarından biriyle karşı karşıyaydık.
Düşünüyorum da üzerinden neredeyse 7 yıl geçmiş.
Bu 7 yılda, düne kadar kendini ulaşılmaz, erişilmez, dokunulmaz sayan, nice kurumla yasanın tanıdığı hakları kullanalım derken neler yaşamamışız ki.
Başlangıçta hayli zor, çileli bir süreç.
Bürokrasisinin, düne kadar küçümsenen, yeri geldiğinde aşağılanan, bırakın hesap sormayı, sesini yükselttiği anda kapının önüne koyulan vatandaşa kendisini hesap vermek zorunda olduğunu kabullenmesi.
Bir zihniyet anlayışının değişmesi hatta yıkılması. Daha da önemlisi kafalarda gerçekleşmesi hayli güç bir devrimin bu kadar kısa zamanda hayata geçmesi, geçen zamanın ardından bugün kolay görünen olguya ulaşmak sanıldığı kadar kolay olmadı.
Şeffaflık ve hesap sorma gibi 21. Yüzyılın yönetişim anlayışında birey olarak en doğal sayılan haklarımızı kullanırken, olumlu yönde geçirdiğimiz inanılması güç aşamalara rağmen, halen nelerle uğraştığımızı, deyim yerindeyse merak ettiğimiz hususları öğrenmek için, deyim yerindeyse, hangi develeri hangi hendeklerden geçirdiğimizi bir bilseniz.
Örneğin istediğiniz bilgiyi, “sen kimsin, neden soruyorsun” tepkisiyle karşılayanlar vardı ilk zamanlarda. Önce kibar bir dille anlattık yasayla gelen değişimi. Anlamayana cezai müeyyideleri anımsattık.
Anımsıyorum da, tüm çabalara rağmen, bir Belediyenin satın aldığı otobüslerin fiyatını öğrenmek, daha da önemlisi faturasına ulaşmak, tam bir yıllık mücadelenin sonunda mümkün olabildi.
Ama oldu ve sonunda direnen bürokrasi de, istenen bilgiyi vermekle dünyanın yıkılmadığını yaşayarak öğrenmiş oldu.
Oysa sorularımız sayesinde kendilerine çeki düzen vermek, yaptıkları bir takım yanlışları düzeltmek zorunda kalan kurumlar bu uygulamaların aslında kendileri açısından ne kadar yararlı olduğunu keşke daha kolay kabul etselerdi.
Her şey düzeldi mi?
Hayır… Halen bazı soruları gönül rahatlığıyla yanıtlamalarına rağmen, bazı konulara sıra geldiğinde Kanije Kalesi direnişini sergileyenler var.
Oysa vatandaşa bilgi vermeyi, şeffaflığı değişimin gerçeği olarak kabul etseler, direneceklerine, ayak uydursalar onlar kazanacak uzun vadede.
Yolsuzluk olmadıktan sonra, kim neden korkar ki?
**
Aylardır izini sürdüğüm birkaç çalışma var.
Örneğin bir Belediyenin topladığı otopark paralarıyla ilgili araştırma.
Son 10 yılda ne kadar para toplanmış, toplanan paralar yasalara uygun biçimde mi harcanmış? İlgili hesaba yatırılmış mı? Başka yerlerde mi kullanılmış?
Bu konuda hayli çarpıcı sonuçlara ulaştım ama biraz ötesine gitmeye kalkınca o şanlı direniş hemen yüzünü gösterdi.
Oysa çok basit, çok masum bilgilerdi istediğim. Söz konusu Belediye bir Alışveriş merkezine ruhsat verirken otopark bedeli adı altında herhangi bir para almış mıydı?
Aldıysa miktar ne kadardı?
Soru o “sınır noktaya” gelince adı şimdilik bende saklı Belediye hemen kapadı kapılarını.
Hem de yıllardır “en şeffaf, en hesap verebilir kurumu” kendisinin yönettiği iddiasıyla gururlanan Başkanın bizzat imzaladığı cevabi yazıyla.
Gerekçesini merak ediyorsanız söyleyeyim: “Ticari sır”
Devlet sırrının nerede başlayıp, nerede bittiğinin bile tartışıldığı günümüzde bir Belediyenin tahsil ettiği otopark bedelinin “neresi ticari sır?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Ben de öyle düşünüyorum. Düşündüğüm için de, yeri geldiğinde şeffaflığıyla övünen, yeri geldiğinde “bu kadarı da fazla” tavrını sergileyen Başkanın başında olduğu kurumun işlemiyle ilgili yasal hakkımı başka mecraya taşıdım.
Gelişmeleri ve sonuçları günü, yeri geldiğinde paylaşacağım elbette.
Sadece “Bilgi edindirme kanunu” uygulamasında nelerle uğraştığımıza örnek olması açısından paylaşayım istedim.
Örnekler sadece o Belediye ile sınırlı değil.
Tüm olumlu gelişmelere rağmen, olumsuz anlamında da o kadar çok örnek var ki?
**
Yine adı şimdilik bende saklı bir başka kurum…
Kuruma, merkezi Hükümet, yoksullara, muhtaçlara gerek duyulduğunda yardım etsin, şefkat elini uzatsın diye bir kaynak tahsis etmiş…
Yoksullardan, ekmeğe muhtaç insanlara yardımdan söz ediyoruz.
Kurum ne yapmış dersiniz.
Bilgisayar, projeksiyon makinesi, klima almış.
Ve asıl vahimi! Büyükçe LCD televizyon alınmış kurumun başındaki yönetici makam odasında izlesin diye..
Eskiden olsa hangimizin ruhu duyardı.
Verdiğimiz vergilerin nerede, nasıl harcandığını sorma cesaretimiz, daha da önemlisi hakkımız var mıydı?
Ama dünya değişiyor, Türkiye değişiyor.
Zamanın ruhu ne devlet sırrı tanıyor, ne ticari sır.
Keşke kurumları yönetenler bu değişimin farkına varsalar.
Dışarıdan zorlanarak, değişime ayak uyduracaklarına, kendiliklerinden uysalar…
Er veya geç, uyacaklar…
Uyanlar kalacak, uymayanlar gidecek…
En acımasız nehir adındaki zaman, kendisiyle aynı yönde akanları bağrında barındırır, kucaklar, besler, yaşatır…
Direneni savurur, parçalar, yutar…
Tercih kaçınılmaz olarak o nehirde yüzmek zorunda olan, bizlere kalmış…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2010-01-17T12:00:21.762-08:00
Devlet sırrı, şeffaflık, hesap verme…
Devlet sırrı, şeffaflık, hesap verme…
Çok gerilerde kaldı, yönetici elitin ulaşılamaz tepelerdeki Zeus erişilmezliği…
Günümüzde bırakın kurumları, devletlerin en gizli sırları bile uzun süre saklanamıyor.
Elbette bunu yaratan pek çok faktör var.
Örneğin eskilerde kalan temsili demokrasinin kuzu sessizliğindeki toplumları artık çok daha duyarlı.
Özellikle akçalı işlerde verdiği her santimin hesabını soran ve nereye nasıl harcandığını izleyen yeni bir toplumsal anlayış söz konusu…
Daha da önemlisi, devletlerin eskiden gizli saklı koridorlarda hazırladığı senaryoların tümü gösterilen gayretlere rağmen bir biçimde açığa çıkıyor, çıkarılıyor.
Bir zamanlar dünyanın dört bucağında at oynatan istihbarat örgütleri bile zorlanıyor artık.
Anımsayan kaldı mı bilmiyorum ama eskilerin “Görevimiz Tehlike” dizisi ve onun başlangıçtaki ünlü repliği hayli gerilerde kaldı.
Teknoloji geliştikçe, karanlık dehlizlerde iş çevirmeye kalkanlarla, yapılanları izleyenler, araştıranlar arasında gittikçe şiddetlenen meydan savaşları yaşanmakta…
Watergate skandalını açığa çıkarıp ABD yönetimini titreten, Başkan Nikson’un istifa etmesini sağlayan iki gazetecinin yerini bugün dünyanın dört bucağında cep telefonlarıyla, internet ortamına taşıdıkları blog’ larla, youtube’ e servis ettikleri görüntülerle amatör hizmet veren milyonlarca insan var günümüzde…
ABD’ nin Irak’ ta işlediği insanlık suçlarının en utanılası görüntüleri bir cep telefonu sayesinde ortaya çıktı. Ebu Gureyb cezaevindeki işkence görüntülerinden sonra işgal altındaki ülkede hiç bir şey eskisi gibi olmadı.
Bugün İran’da yaşananlar, muhalefetin ortaya koyduğu tepki, gösterilerin nasıl bastırıldığı kısaca her şey, en katı sansüre rağmen anında tüm dünyaya yayılıyor.
İnternet erişimini yasaklama, sansürleme, daha pek çok baskıcı uygulama engelleyemiyor insanlığın bilgilenmesini.
Gelişmiş ülkeler epeyi zamandır vatandaşın bilgiye ulaşmasıyla ilgili düzenlemeler yapmakta.
En gizli bilgilerin bile belli süre sonunda halka açılması söz konusu.
Çok istisnai durumlar dışında 10, 30, 50 yılla sınırlanıp sonrasında topluma sunuluyor bilgiler.
Geçtiğimiz günlerde Başkan Obama çok daha radikal bir adım attı.
Verdiği talimatla 400 milyon belgeye ulaşan soğuk savaş döneminin gizli arşivinin en geç 2013 yılına kadar açılması hedefleniyor.
Nice devlette darbeler düzenlemiş, iktidarlar yıkıp iktidarlar kurmuş bir ülkenin derinlerde dolaşan güçleri adına gerçekleşme hayali bile hayli zor bir karar.
-Dile kolay 400 milyon belge demek, neresinden bakarsanız bakın her biri 400 sayfalık tam 100 bin kitap demek-
ABD derin devleti böyle bir açılıma ne derece izin verir, neyin nereye kadar açıklanmasına izin verir bilinmez ama, niyetin ortaya çıkması bile önemli.
2.dünya savaşının hemen ardından Sovyetlere karşı oluşturulan bloğun başına geçen ve zaman içinde tek başına götüren ABD’ den söz ediyoruz.
1948 yılında Güney Amerika’dan orta doğuya, İtalya’dan Belçika’ ya, Yunanistan’dan Türkiye’ ye pek çok ülkede Gladyo benzeri örgütlenmeleri organize eden, darbeler yapan/yaptıran bir ülkenin 1960’larda, 70’lerde hangi darbeleri planladığı, gerçekleştirdiği, bunları kimlerle yaptığı açıklansa bir gün.
Hani ünlü tekerlemedeki gibi; 40 küpü üst üste bir dizseler, sonra da en alttakini bir çekseler, seyreyle sen gümbürtüyü…
1960 darbesine giden yolu hazırlayan bir avuç albay, binbaşı, yüzbaşılardan oluşan o kadroyla ABD’ nin herhangi bir teması olmuş muydu?
ABD talimatıyla İMF kredilerinin kısılması karşısında farklı arayışlara giren Menderes’in devrilmesinde Pentagon’un, Beyaz sarayın nasıl bir rolü olmuştu?
Olmuş muydu? olmamış mıydı?
Hayli zor ve kimi çevrelere bugün bile soğuk terler döktüren o günkü yapılanmayı bir yana bırakıp, bizdeki Kozmik Oda’ lara girilmesiyle alevlenen devlet sırrı tartışmalarına dönecek olursak…
Karşımızda uzun süre finansmanı bile ABD tarafından sağlanan, çoğu ülke istihbaratı için hiç bir zaman sır olmamış, bir takım bilgi ve belgelerin açığa çıkıp çıkmamasıdır aslında istenen…
Başka devletlerin istihbaratlarının bildiği ama halktan gizlenen sırlar…
Çok güzel bir Arapça deyimin ifadesiyle:
“Komşudan gizli, ama divana açık…”
Büyük kulakla dünyadaki her gelişmeyi, en kozmik bilgileri, kriptolu konuşmaları, uydudan kolunuza taktığınız saatin kadranını okuyan süreç bile tamamlanmak üzere…
Elektronikte emekleme dönemi sona ermekte.
Her gün nefes kesen yeni buluşlar, akıl durduran yazılımlar, aygıtlar giriyor hayatımıza.
Kimisinin farkındayız, kimisinden haberimiz bile yok.
Bugün bırakın askeri alanları ordu evlerini çevreleyen tel örgülerin üzerinde “yaklaşılmaz, fotoğraf çekmek yasaktır” gibisinden kırmızı yazılarla uyarı tabelalarına bakarken bizler ve aksine hareket edenler pek çok maddeden yargılanabilirken, tepemizde dolaşıp duran binlerce uydu, o tesislerdeki telefon tuşlarını bile canının istediği ölçü ve zamanda gözetliyor.
Kısaca gök kubbe altında hiç bir şeyin saklanmayacağı bir dönemdeyiz.
Devletlerin bugüne kadar gizlediği bilgi/belgelerle ilgili hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı açık.
Peki, aynı devlete bağlı kurumların halktan topladığı paralarla ilgili; kendilerince kurallar koyduğu, sınırlar çizdiği, vatandaşına bilgi vermekten kaçındığı bir dönemin sürmesi mümkün mü?
Tüm Bakanlıklara bağlı genel müdürlüklerin, il müdürlüklerinin vakıfları, döner sermaye uygulamaları…
Bayındırlıktan karayollarına, çevreden ormana, Milli Eğitime, Gümrüğe, Tarım İl Müdürlüklerine…
Hayatın her aşamasında her gün vatandaş olarak almak zorunda olduğumuz en doğal hakkımız olan hizmeti vermekle yükümlü olanların dolaylı yollardan ve bıkmadan usanmadan topladığı paralar…
Gözünüzü bir kapatın ve düşünün.
Gariban vatandaşın gittiği devlet kapısından, iş yapan ihracatçının, ithalatçının, girişimcinin karşısına çıkan bürokrasinin ekonomik ayağı…
Bir başka yazıda da, şeffaflığın hesap verebilirlik açısından ekonomik boyutunu, bu alanda bilgi edinme kanunuyla ortaya çıkan ancak bir türlü değerlendiremediğimiz altın fırsatı ele alalım…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-30T20:44:23.159-08:00
Değişimin gecikmiş medya ayağı…
Değişimin gecikmiş medya ayağı…
28 Şubat süreciyle “şeriat geliyor” korkusunu yüreklere salanlar…
Demokratik yolla gelmiş iktidarı, zorlama yöntemlerle uzaklaştıranlar..
28 Şubatla başlayan o örtülü müdahale döneminin ömrünü “Bin yıl sürecek” diye müjdeleyen bol yıldızlı generaller…
Gidenlerin ardından gelen zorlama siyasi iktidarlar.
“Kendisine altın tepside” sunulan iktidar gücünü, halkın değil bir avuç çevre ve bir avuç yandaş iş adamı için kullananlar.
ABD’ den getirttiği güzel danışmanların yanına Enerji Bakanlarını katıp, iş adamının uçağıyla Rusya’ya götüren siyasi parti liderleri…
Soğuk Rusya’da imzalanan sıcaklığı sağlayacak doğal gaz anlaşmaları…
Tüm ülke “bin yıl sürecek 28 şubat sürecine” kilitlenmişken, “cambaza bak” misali bankaları soyma, içlerini boşaltma operasyonları…
Yönettikleri bankaları bakkal dükkanı sanıp, kasalardaki nakit paraları çuvallara dolduranlar…
O ilginç dönemi, bin yıl sürecek iddialarını, halk 3 Kasım 2002 günü sandığa gömdü.
İlk faturayı siyasetçiler ödedi.
Bir seçim önce %22 alanlara, üç yılın sonunda %2’ yi çok gördü, sonradan “göbeğini kaşıyan adam” olarak hakarete uğrayan, her şeyin farkındaki halkım.
Özal’ ın tek parti iktidarına sahip partisini baraj altında bırakanlar, bir adım sonra Yüce Divan karşısına çıkarıldılar.
Herkes bir biçimde ödedi halka “cambazı” gösterip, ceplerin boşaltıldığı o dönemin faturasını.
Ülkenin 80 milyar dolarının çalınmasının siyasi hesabı sandıkta görüldü.
Ya bankaları boşaltanlar?
Bir biçimde onlar da, hapishanelere koyularak, batarak/batırılarak, şirketlerini satarak, en yükseklerden en çukurlara inerek yaptıklarının faturasını iyi kötü ödediler.
Oysa o dönem dört ayaktan oluşuyordu.
Siyasetçi, iş adamı, asker/sivil bürokrat ve medya…
Epeyi uzun zaman aldı medyanın o dönemle ilgili bedeli ödemesi.
Bugün bile faturanın tam anlamıyla tahsil edildiği söylenemez.
Ahmet Kaya’ ya yargısız infaz uygulayanlar.
“Yaratık” diye tanımlayıp, hedef haline getirenler…
Çalışma arkadaşlarını andıç belgeleriyle linç edenler.
40 yıldır işgal ettikleri köşe başlarını işgal etmeyi sürdürüyorlar hala…
Amiral gemisi Hürriyet’ in kaptan köşkünden ayrılacağı duyurulan Ertuğrul Özkök gecikmiş bir değişim sürecinin ara duraklarından biridir sadece.
Daha onun gemisinde ve başka gemilere kapağı atmış nice köşkte öylesine isimler oturuyor ki, bedel ödemeden fütursuzca yazıp çizen…
Siyah kod adını taşıyan olgunluk dönemindeki ajan artıklarından, 60 darbesinin hazırlayıp sahaya sürdüğü, koltuğunu terk etmemekte kararlı nice isim…
Bin yıl sürecek 28 Şubat süreci 2001 kriziyle duvara tosladı.
Döneme hizmet eden siyasetçiler sandığa gömülerek iyi kötü ödediler faturayı.
“Şeriat geliyor” korkusuyla gözlerimizi bağlayanların bankaları soydurduğu iş adamları da öyle…
Peki ya medya?
Aslında hayli gecikmiş bir adımdır Özkök’ün amiral gemisinin kaptan köşkünden inmesi, indirilmesi…
Ama süreç onun gidişiyle de noktalanacak gibi değildir.
Dünkü maskelerini bir yerlerde bırakıp, yeni yüzlerle aynı misyona hizmet etmek üzere yola çıkanlar.
O maskelerin dayandığı eski zamanlarda kalmış güce güvenip, onların sağladığı desteğe dayanarak enerji işlerini medya üzerinden yürütmeye çalışanlar.
Gazetecilik dışında her işi gazetecilik sayesinde sürdürenler.
Koca Meclisin aldığı kararı “411 el kaosa kalktı” diye karambole sürükleyenler penceresinden bakıldığında bugün itibariyle, “iniş başlamıştır”…
O acımasız dönemi unutup, bugün Özkök’e ağıt dökenlere inat, iniş süreci hızlanarak devam edecektir.
Tarih boyunca hiçbir düzen halka rağmen varlığını uzun zaman sürdüremedi.
Korkuları öne sürüp, perde arkasında düzenlerini sürdürmek isteyenlere de geçit vermeyecektir.
Yeter ki, sandıkla simgelenen demokrasi yaşasın.
Yeter ki, eninde sonunda sandık gelsin önüne…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-29T18:22:02.731-08:00
Otomotivin geleceği…
Otomotivin geleceği…
Küresel kriz eğer sadece ekonomiden ibaret olsaydı, sona ermekte olduğunu söyleyebilirdik.
Bu alanda ABD, Türkiye’ nin 2001’ de yaptığını yaptı.
Batması gereken finans kurumları batırıldı, kurtarılması gerekenler kurtarıldı.
İşin büyük kısmı sonuçlandı bile.
Ama sorun çok daha karmaşık ve ekonomi işin yalnızca bir boyutu.
Bundan sonra çözülmesi gereken asıl mesele bekliyor dünyayı.
Reel sektör dediğimiz, istihdamı sağlayan insanların işsizlik ve aşsızlığına deva olacak reçeteler.
Ne yazık ki, bu alanda dünyayı nasıl bir geleceğin beklediği, kendini müneccim olarak görenlerin bile yanıtlaması olanaksı meçhullerle dolu.
Yaşayarak hep birlikte göreceğimiz, öğreneceğimiz bir süreç söz konusu.
Bu konuda en önemli gelişmeler otomotivde yaşanacak ve 2010 yılı otomotiv üzerinden yaşanacak değişimin diğer sektörlere yansıması açısından da belirleyici olacak.
Örneğin otomotivde son aylarda hızlanan pek çok gelişme oldu, olmakta…
ABD’li şirketler son yıllarda pek çok üretim tesisini yanı başlarındaki Kanada’ ya kaydırdılar.
Bunun da sebebi çalışanlara ödemek zorunda oldukları sosyal güvenlik primleri arasında iki ülke arasındaki uçurumdu.
Bir işçinin Michigan yerine yanı başındaki Ontario arasında istihdamında sadece sigorta primlerinden kaynaklanan maliyet farkı 6 bin dolar civarında çünkü.
Ama bu maliyet düşürme girişimlerinin bile uzun vadede işe yaramadığı çıktı ortaya.
2009 ortalarında batma noktasına gelen General Motors’ un ilk hareketi Kanada tesislerini kapatmak oldu.
On milyarlarca dolarlık kurtarma operasyonlarının ABD’ li devlere ne ölçüde yarayacağı, daha doğrusu oksijen çadırından çıkıp çıkmayacakları 2010 yılında çok daha iyi anlaşılacak.
İşin temeline inmeyen, işe yaramaz uzuvları kesip atma yerine, geçici çözümlerle günü kurtarma girişimleri olduğunu hasta da, ilaç veren de çok iyi biliyor.
Bu nedenle 2010 ABD’ li dünya devlerinin geleceği açısından ölüm kalım yılı olacak.
2009 yılında hisselerinin bir kısmını Fiat’a satan Chrysler…
Amerika ve Kanada hazinelerinin batmaması için 40 milyar dolar kaynağı aktardığı General Motors.
Sadece on milyarlarca doların akıtılması da yetmedi devlerin tedavisine.
Örneğin GM’ nin %15 hissesi devlet kararıyla İşçi Sendikasına devredilirken sendikanın 2015 yılına kadar greve gitmeyeceği taahhüdünde bulunma koşuluna boyun eğmesi sağlanmıştır.
Şirkete yapılan yardımlar sonunda; %60’ ı ABD, %15’i Kanada hazinesine, %15’i ise Sendikaya ait ucube bir yapı çıkmıştır ortaya.
Böyle bir yapılanmanın dünyadaki acımasız rekabete ve çok daha esnek hareket eden, ucuz maliyetlerle boy göstermeye başlayan dünyanın öbür ucundaki yeni yetme rakiplerle baş edip etmeyeceği aslında yanıtı bilinen ama yine de ölümcül hastaya son umut niyetine verilmek zorunda kalınan ilaçlardan farklı değil.
Gerçekten otomotivde 2009 yılında başlayan büyük depremin nerede nasıl sonuçlanacağı bilinmiyor ama bilinen bir şey var:
Gelişmeler ve değişim nefes kesen hızda ve izlemekte bile zorlanıyor insan.
Örneğin bugüne kadar yerinden kıpırdamayan Mercedes, artık pabucun ne kadar pahalı olduğunun farkına vardı.
Sadece araba pazarlamakla yetindiği ABD’ ye fabrika açmaya hazırlanıyor.
Amaç doların değer kaybıyla düşen ABD maliyetlerinden yararlanmak…
Gecikmiş ve beyhude çaba ama ayakta kalmak için denemek zorunda.
ABD böyle de Avrupa farklı mı?
Mercedes yeni arayışlara yönelirken Opel devlet desteğiyle bir süre daha ağır aksak yaşamayı sürdürecek.
Sendikalar sayesinde işçi cenneti olarak yıllarca altın çağa örnek gösterilen İsveç ise iki inanılmaz şoku yaşadı son günlerde.
Önce SAAB kepenk kapattığını açıkladı.
Ardından bir zamanlar Ford’un nikahındaki Volvo Çin’li Geely’ e gitti.
1999 yılında 7 milyar başlık parasıyla aldığı Volvo’ yu, bu yoklukta 2 milyar dolara satmak zorunda kaldı can derdindeki Ford…
En büyük yanılgı, yaşanan süreci şirketlerin el değiştirmesinden ibaret sanmak veya krizin sona ermesiyle ortalığın süt liman olmasını beklemek.
Sanayi çağının devletleri sınırları içine hapseden, ürettiği malı fiyatına bakmaksızın halkına kazıklayanların dönemi sona erdi.
Küreselleşme ile birlikte sınırlar kalktı, en iyiyi en ucuza kim üretiyorsa onun borusu ötüyor şimdi.
Bu alanda ucuz emek gücünü arkasına alan Çin ve Hindistan gibi ülkelerin topraklarına kaydı üretim üsleri.
Görünen o ki, bir süre daha da böyle devam edecek.
ABD ve diğer gelişmişlerin yapacağı tek şey var.
Araştırma, geliştirme merkezlerinin yaratacağı yeniliklerle, farklıyı ortaya koymak.
Bir başka deyimle, bilinenin ötesinde yeni hikayeler yazmak gerekiyor.
Elektrik pilleriyle çalışan, belki bir adım sonrasında güneş enerjisi veya suyla çalışan motorlar.
Türkiye olarak bu sürecin neresindeyiz?
Dünya böyle bir değişim ve dönüşümden geçerken biz nelerle uğraşıyoruz.
Piri Reis gemisini üretip altımıza çeken ülkeler hangi sorunlarla boğuşurken biz o gemilerin güvertesinde hangi nutukları dinliyoruz?
O soruların yanıtı da başka yazıya kalsın şimdilik…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-29T18:19:50.372-08:00
İlaç kavgası.. Yine sapla samanı karıştırıyoruz…
İlaç kavgası.. Yine sapla samanı karıştırıyoruz…
Eczanelerle SGK arasında süren kavga, Başbakanın son açıklamasıyla yeni bir aşamaya geldi.
Hani Erdoğan’ ın “İlacın ABD’ de olduğu gibi marketlerde de satıldığı bir modele hazırlanıyoruz” cümlesiyle ip uçlarını verdiği bir yeni aşama…
Aşama bizim için yeni de, özellikle ABD yıllardır bu modelle tanışmış durumda.
Konuyu yine gerçek boyutlarıyla değil, işimize geldiği biçimde ele aldığımız ve “vatan-millet, sömüren yabancılar” sloganlarıyla kısır hale indirgediğimiz için işin anasını kaçırıp, detaylarında boğuluyoruz.
Önce bir anı:
Üç dört yıl önce, çok değer verdiğim, sözüne güvendiğim bir dostum yarı şikayet bir sorunu paylaşmıştı benimle.
Kentin birinde –dileyen dilediği kente adapte edebilir, sonuç değişmez- önce sağlık ocaklarına uygun yer ayarlanıyor, ardından o ocağın yakınlarına eczaneler konduruluyordu.
Konduruluyor dememi küçümsemeyin.
O sağlık ocağının yerini belirleyenler, aslında yanı başına konuşlanacak eczanenin rantının peşindeydiler.
O günlerde söylenen rakamları duyduğumda benim bile aklım karışmıştı.
500-750 milyarlık paralardan söz ediliyordu.
İyi de eczacıların sürekli ağladığı bir ülkede nasıl olurdu da, kimi girişimci böylesi rakamları göze alıp, eczane açabiliyordu.
Dostum da işte işin can alıcı sorusunun yanıtını veriyordu örnekleriyle.
Örneğin o ilin iktidar partisinin önde gelenleri, sağlık ocağının yerine ve dolayısıyla eczanenin yerine karar Sağlık Müdürlüğü, o alanda yatırım yapacak paralı bir yatırımcı hep birlikte oturup projeyi hazırlıyor, duayı bitirdikten sonra da fatihayı okuyorlardı.
Sağlık ocağında yazılan reçeteler, yanı başındaki eczanede ilaca daha doğrusu paraya dönüştürülüyor ve tatlı kazancın pastası uygun biçimde paylaşılıyordu.
Bunu anlatma sebebim son yıllarda Hükümetin yaşayan herkese sağlık hizmetini vermeye başlamasıyla ortaya çıkan ülkeme özgü soygun düzeninin en alttan başlayarak tepelere doğru gelişen boyutları…
Son kavgada sattığı ilaçtan belli oranda kâr alan eczacıların yıllık kayıplarının 2 milyar dolar civarında olduğu konuşuluyorsa başka söze gerek var mı? Bilmiyorum…
Türkiye sağlıkta, dünyada eşi benzeri olmayan ve bu haliyle uzun zaman taşınması olanaksız yüklerle dolu bir sistemi uygulamaya çalışıyor…
Dünyada eşi benzeri yok derken abartmıyorum.
ABD’ de Obama, bizdekine benzer, yoksulları da sağlık şemsiyesi altına almaya kalkıştı diye topa tutuluyor aylardır.
Cumhuriyetçi muhalifleri en hafifinden komünist diye suçluyorlar başkanı.
Kapitalist Amerika böyle de Çin farklı mı?
Çin’ de de sağlık hizmeti almak isteyen vatandaşın belini büken “katkı payı” uygulaması var yıllardır.
Kısaca tüm dünya yeni düzene uygun “ideali” bulmuş değil ve sürekli arayış içinde.
Ama abartmıyorum tüm dünyaya ilham verecek iki model var şu anda:
Biri Türkiye diğeri Küba’ da uygulanıyor…
Küba’ nın Türkiye’den farkı hem ülke küçük, hem de her şey acımasız bir devletçilik denetiminde olduğu için suıstimali neredeyse imkansız.
Türkiye’ de ise yalnızca 2009 yılında sistemin gerektirdiği kaynağın 40 milyar doları aştığını bilmemiz, sistemin sürdürülebilirliği konusunda hepimize düşen görevler konusunda da sorumluluklarımızı anımsatır sanırım…
Gelelim şu Başbakanın eczaneleri marketlere taşıma projesine ve onunla ilgili koparılan fırtınalara…
ABD’ de ilaçlar üç ayrı mekanda satılıyor.
Bildiğimiz biçimde eczaneler, büyük alışveriş merkezleri ve mağazaların belli bölümlerinde yer alan ve sırf sağlık ürünleri ve ilaç satılan alanlar…
Bu ikisi de reçeteli ilaçları uzman eczacıların denetiminde sunabiliyor müşterilerine…
Bir de sağlık ürünleri, özellikle vitamin vesaire satan marketler var.
Rekabetçi koşullarda her biri dilediği fiyata, Amerikalıların leblebi çekirdek gibi hergün tükettiği yüzlerce binlerce vitamin ve benzeri ilaçları, bitkisellerden, organik doğal ürünlere kadar inanılmaz çok çeşitte ürünü pazarlıyor.
Reçeteli ilaç satan eczane standlarının çok büyük marketlerin bir bölümünde yer alması şu anda gelişmiş ülkelerde uygulanan, kaçınılmaz olarak ta ülkemizin tanışacağı bir yöntem.
Bunu kahraman bakkalların marketlere karşı şanlı direnişi biçimde algılamayan, kaçınılmaz bir süreç olarak değerlendirenler ayakta kalacak uzun dönemde.
Dünyanın yaşadığı baş döndüren değişimin, küçük bir ayrıntısını oturup aklı başında ve çağdaş yöntemlerle çözersek ne ala…
Yoksa sonunda ve geciktikçe çok daha sancılı ve çok daha can acıtıcı biçimde çözmek zorunda kalacağız…
Benden söylemesi..
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-29T18:18:58.101-08:00
Amerika mektubu…
Amerika mektubu…
Gündemi nefes kesse de, aslında gecikmiş bir süreci, gecikmiş bir doğumu sancılı biçimde yaşamaya sonuca erdirmeye çalışıyor ülke.
Benim için aslında sürpriz değil tanık olduğumuz çoğu gelişme.
Türkiye yıllardır ölümüne de olsa, başarması halinde ayakta kalacağı bu nedenle akıllı biçimde uygun seçimi yapması gereken bir yol ayrımındaydı zaten.
Dünyanın 17. ekonomisine sahip ve birinci ligde oynamaya aday bir ülke, ikinci sınıf demokrasiyle sosyal ve siyasal anlamda ilkellik kokan yapıyla bunu sürdüremezdi, sürdüremez, sürdürmemeli…
Gelinen noktada yapılacak tercih budur ve bu seçim sırasında çıkarlarının bozulacağından korkanlar, hesap veremeyenler, şeffaflaşamayanların uzun süre ayakta kalmaları olanaksız.
Dünya sanayi çağından bilgi çağına geçerken faz değiştirdi.
Bütün üretim araçları değişti, değişiyor.
Marks’ın dediği gibi ekonomi gibi alt yapı siyaset denilen üst yapıyı etkiler şekillendirir.
Pazarlama yöntemleri değişiyor, çalışma biçimleri değişiyor.
Amerika’da bir markete girdiğin vakit küreselleşmenin günlük hayatı nasıl etkilediğini dokunduğun her üründe yaşıyorsun zaten.
60 bin ürün satan Wall Mart’ ta 55 bin Çin ürününün satıldığını geçen yıl bir araştırma yaparken okumuş ta inanmamıştım.
Ama işin ulaştığı boyutları görmek için gelip burada günlük hayata girmek kısaca yaşamak gerekiyormuş.
Domates Meksika’dan, portakal Brezilya’dan, dondurulmuş karides Vietnam’dan, mercimek bulgur Karaman’dan, temizlenmiş yıkanmış pişirmeye hazır ıspanak Kaliforniya’dan, çilek kiraz Şili’den..
Listeyi uzatmak, yüzlerce binlerce ürün örneğiyle doldurmak mümkün.
Tekstilde ise mağazalar Birleşmiş Milletler binasının vestiyeri gibi…
Hindistan, Çin, Vietnam, Bengaldeş, Mısır, Ürdün, Guetemala, Kenya…
Eline aldığın her ürünün içindeki etikete bakarken şaşkınlık dolu duygular…
ABD üretim işini başka ülkelere bırakmış, hizmetler sektörüne, araştırma geliştirmeye yoğunlaşmış durumda.
i-Phone telefonlar burda da Türkiye ve diğer ülkelerde olduğu gibi bin dolar civarında.
Çin’ de de son üç ayda 3 milyon i-phone satılmış ve satış fiyatları ortalama bin dolar.
Ama aynı i-phone lerin arkasında China yazıyor.
10 dolara Çin’e ürettirdikleri telefonu aynı ülkeye yazılım, tasarım, AR-GE sayesinde bin dolara satıyorlar.
Tabii bunun getirdiği sancılar da var ve Türkiye’de yıllardır kıvrandığımız işsizlik buraları da alabildiğine kasıp kavuruyor.
Dünya üretim modeli olarak başka bir faza geçerken, eski çağın düzeninin yeni çağa nasıl entegre olacağı hayli ciddi bir soru.
Dostlarım Noel ve ardından gelen yeni yıl sırasında ilk kez ABD alışveriş merkezlerinin böylesine boş olduğuna tanık olduklarını söylüyor ve gördüklerine açıkçası inanamıyorlar.
Ama aynı günlerde açıklanan sanal alışveriş rakamları ise patlama gösteriyor.
Demek ki alışveriş alışkanlıkları da değişiyor, bugün burada yarın bizde aynı şeylere tanık olacağız.
Herkes bu değişime göre bugünden pozisyon alırsa daha az canı yanar diye düşünüyorum.
Gelelim en temel ve yadsınamaz gerçeğe:
Çok uzun süre daha Çin ve Hindistan başta olmak üzere Güneydoğu Asya üretecek ve Amerika tüketecek.
Fabrikalar, üretim merkezleri artık bu arka bahçelerde.
Yıllardır Mersin ile ilgili önerdiğimiz ticaret, hizmetler sektörü ve nitelikli tarım -belki ileride turizm- ağırlıklı gelişme modeli konusunda aslında ABD çok iyi bir başarı örneği..
Konuşulacak, tartışılacak, yazılıp çizilecek daha epeyi şey var aslında.
Ama fotoğrafı tamamlamak için önümüzdeki günlerde bir de Çin’i gidip görmek, görmekle de kalmayıp bir süre yaşamak gerekiyor diye düşünüyorum.
Bu nedenle yeni hedefim en kısa zamanda Çin ve Hindistan…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-29T18:15:26.925-08:00
Değişimin gecikmiş medya ayağı…
Değişimin gecikmiş medya ayağı…
28 Şubat süreciyle “şeriat geliyor” korkusunu yüreklere salanlar…
Demokratik yolla gelmiş iktidarı, zorlama yöntemlerle uzaklaştıranlar..
28 Şubatla başlayan o örtülü müdahale döneminin ömrünü “Bin yıl sürecek” diye müjdeleyen bol yıldızlı generaller…
Gidenlerin ardından gelen zorlama siyasi iktidarlar.
“Kendisine altın tepside” sunulan iktidar gücünü, halkın değil bir avuç çevre ve bir avuç yandaş iş adamı için kullananlar.
ABD’ den getirttiği güzel danışmanların yanına Enerji Bakanlarını katıp, iş adamının uçağıyla Rusya’ya götüren siyasi parti liderleri…
Soğuk Rusya’da imzalanan sıcaklığı sağlayacak doğal gaz anlaşmaları…
Tüm ülke “bin yıl sürecek 28 şubat sürecine” kilitlenmişken, “cambaza bak” misali bankaları soyma, içlerini boşaltma operasyonları…
Yönettikleri bankaları bakkal dükkanı sanıp, kasalardaki nakit paraları çuvallara dolduranlar…
O ilginç dönemi, bin yıl sürecek iddialarını, halk 3 Kasım 2002 günü sandığa gömdü.
İlk faturayı siyasetçiler ödedi.
Bir seçim önce %22 alanlara, üç yılın sonunda %2’ yi çok gördü, sonradan “göbeğini kaşıyan adam” olarak hakarete uğrayan, her şeyin farkındaki halkım.
Özal’ ın tek parti iktidarına sahip partisini baraj altında bırakanlar, bir adım sonra Yüce Divan karşısına çıkarıldılar.
Herkes bir biçimde ödedi halka “cambazı” gösterip, ceplerin boşaltıldığı o dönemin faturasını.
Ülkenin 80 milyar dolarının çalınmasının siyasi hesabı sandıkta görüldü.
Ya bankaları boşaltanlar?
Bir biçimde onlar da, hapishanelere koyularak, batarak/batırılarak, şirketlerini satarak, en yükseklerden en çukurlara inerek yaptıklarının faturasını iyi kötü ödediler.
Oysa o dönem dört ayaktan oluşuyordu.
Siyasetçi, iş adamı, asker/sivil bürokrat ve medya…
Epeyi uzun zaman aldı medyanın o dönemle ilgili bedeli ödemesi.
Bugün bile faturanın tam anlamıyla tahsil edildiği söylenemez.
Ahmet Kaya’ ya yargısız infaz uygulayanlar.
“Yaratık” diye tanımlayıp, hedef haline getirenler…
Çalışma arkadaşlarını andıç belgeleriyle linç edenler.
40 yıldır işgal ettikleri köşe başlarını işgal etmeyi sürdürüyorlar hala…
Amiral gemisi Hürriyet’ in kaptan köşkünden ayrılacağı duyurulan Ertuğrul Özkök gecikmiş bir değişim sürecinin ara duraklarından biridir sadece.
Daha onun gemisinde ve başka gemilere kapağı atmış nice köşkte öylesine isimler oturuyor ki, bedel ödemeden fütursuzca yazıp çizen…
Siyah kod adını taşıyan olgunluk dönemindeki ajan artıklarından, 60 darbesinin hazırlayıp sahaya sürdüğü, koltuğunu terk etmemekte kararlı nice isim…
Bin yıl sürecek 28 Şubat süreci 2001 kriziyle duvara tosladı.
Döneme hizmet eden siyasetçiler sandığa gömülerek iyi kötü ödediler faturayı.
“Şeriat geliyor” korkusuyla gözlerimizi bağlayanların bankaları soydurduğu iş adamları da öyle…
Peki ya medya?
Aslında hayli gecikmiş bir adımdır Özkök’ün amiral gemisinin kaptan köşkünden inmesi, indirilmesi…
Ama süreç onun gidişiyle de noktalanacak gibi değildir.
Dünkü maskelerini bir yerlerde bırakıp, yeni yüzlerle aynı misyona hizmet etmek üzere yola çıkanlar.
O maskelerin dayandığı eski zamanlarda kalmış güce güvenip, onların sağladığı desteğe dayanarak enerji işlerini medya üzerinden yürütmeye çalışanlar.
Gazetecilik dışında her işi gazetecilik sayesinde sürdürenler.
Koca Meclisin aldığı kararı “411 el kaosa kalktı” diye karambole sürükleyenler penceresinden bakıldığında bugün itibariyle, “iniş başlamıştır”…
O acımasız dönemi unutup, bugün Özkök’e ağıt dökenlere inat, iniş süreci hızlanarak devam edecektir.
Tarih boyunca hiçbir düzen halka rağmen varlığını uzun zaman sürdüremedi.
Korkuları öne sürüp, perde arkasında düzenlerini sürdürmek isteyenlere de geçit vermeyecektir.
Yeter ki, sandıkla simgelenen demokrasi yaşasın.
Yeter ki, eninde sonunda sandık gelsin önüne…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:32:28.121-08:00
AK Parti Büyük kongresinin ardından ilk izlenimler
AK Parti Büyük kongresinin ardından ilk izlenimler…
Öncelikle Erdoğan’ ın bazen duygusal, bazen kararlı ama her yanıyla değişim kokan konuşması..
Ahmet Kaya’ yı anması…
Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ a hak ettikleri değeri; hiçbir komplekse kapılmadan, ideolojik dalgalara sürüklenmeden vermeye çalışması, vefa anlamında zamanın acımasızlığından sıyrılarak, bugünkü konumları itibariyle toplumdaki yerlerini de göz ardı etmeden gerçek yerlerine koyması…
Sembolik te olsa çok önemliydi ve elbette duygusal…
Açılım süreciyle de ilgili çok önemli işaret fişeklerini çaktı Erdoğan…
Korkuya kapılmadan, kararlı biçimde…
Kongrelere genellikle liderlerin konuşmaları damgasını vurur…
Elbette Kürt sorunuyla, demokratikleşme ile ilgili Cumhurbaşkanının 1 Ekim 2009 günü Mecliste ortaya koyduğu görüşlerin hemen ardından Erdoğan’ ın AK Parti kongresi nedeniyle söyledikleri…
Alışık olmadığımız çarpıcılıkta, duymayı özlediğimiz, hukuku öne çıkaran, bireyi her değerin üstüne koyan yeni ve farklı bir vizyon bu.
Üst üste gelen iki konuşma farklı platformlarda seslendirilse de, temelinde aynı hedeflere yönelmesi, ortak değerleri aynı frekansta yansıtması açısından önemli ve önümüzdeki günlerde epeyi konuşma, irdeleme fırsatımız olacaktır.
Gelelim liderin konuşması dışında bu kongrenin en önemli diğer yansımasına…
Yeni MKYK’ da yer alan isimlere…
Elbette gerçek anlamda demokratik bir seçim değil bu…
Başbakan ve AK Parti lideri Erdoğan’ ın tek başına belirlediği, katılımcılıktan çok Türkiye’ ye özgü ve ne yazık ki çağdaş demokrasilerde örneği olmayan bir yöntemle ortaya çıktı yeni kadro…
Gelişmiş demokrasilerde benzeri kalmayan, Türkiye’ye özgü bir model bu.
Tabandan beslenen, partiye gönül vermiş, siyasi görüşlerini benimsemiş tüm bireylerin oyuyla belirlenen delegelik sistemi yok ki, alttan yukarıya doğru tüm kademeler demokratik biçimde şekillensin…
Sorun AK Partiye özgü de değil.
Ne yazık ki, çok eskilerde kalan temsili demokrasiyi bir yana bırakıp, gelişmiş ülke standartlarındaki katılımcı demokrasiye bir türlü geçemiyoruz.
AK Parti, CHP, MHP ve diğerleri…
Hepsinin sorunu aynı ve ne yazık ki liderlik sultasına dayalı sistem yönetim kadrolarının işine geldiği için hiçbir parti en azından kendi içinde bile olsa değiştirmeye yanaşmıyor.
Bu gerçeği saptadıktan sonra gelelim AK Partinin önümüzdeki günlerde yeni genel merkez yapılanmasını ortaya koyacak Merkez Karar Yürütme Kurulunun nasıl oluştuğuna?
50 kişiden oluşan yeni MKYK, birkaç açıdan önemli…
Örneğin siyasetin mevcut haliyle alternatifi olmayan AK Parti iktidarını en geç 2011’ de yapılacak seçimlere bu kadro hazırlayacak…
Elbette bu 50 kişilik kadronun kendi içinde ve yine Erdoğan’ ın tek başına damgasını vuracağı yeni görev dağılımı çok önemli…
Abdulkadir Aksu, Cemil Çiçek, Necati Çetinkaya gibi AK Parti’den önce ANAP’ ta siyaset yapan ve siyaset sahnesinde yaşanan pek çok depreme rağmen, sahnede yer almaya devam eden üç isim, ortaya atılan iddialara rağmen, 50 kişi arasına girmeyi başardılar.
Elbette bundan sonrası ve 50 kişi içinden belirlenecek asıl 12 kişilik çekirdek yönetim kadrosu önemli…
Çiçek dışındaki iki isim yıllardır partinin en önemli iki koltuğunda…
Siyasi işlerden sorumlu genel başkan yardımcılığını Geçtiğimiz yıl Mir Dengir Fırat’tan alan Aksu’ nun geriye çekileceği ve oraya Hüseyin Çelik gibi AB, Küreselleşme konularında daha açılımcı birinin oturması değişime uygun önemli bir adım olur.
Seçim işlerinden sorumlu başkan yardımcılığı koltuğunda oturan Çetinkaya’ nın artık uzatmaları oynadığı bundan böyle çok aktif görevler verilmeyeceği de sürpriz olmaz.
Partinin en önemli organlarından biri sayılan ve tüm yapıyı belirleyen teşkilattan sorumlu Genel Başkan yardımcılığının da değişime ayak uydurması gerekiyor.
Hayati Yazıcı’ nın yerine orayı yedekten gelip dolduran Haluk İpek’in o görevden alınması ve yeni bir isimle en geç 2011 bahar aylarında yapılacak seçimlere partinin hazırlanması daha da önemli hale gelmiş durumda.
Partinin 2. adamlığı anlamına gelen Siyasi işlerden sorumlu genel başkan yardımcılığı…
Teşkilattan sorumlu genel başkan yardımcılığı…
Seçimlerden sorumlu Genel Başkanlığı ve benzer diğer üst düzey yönetim kadroları..
Tüzüğünde 3 dönemden fazla Milletvekilliğinin bile olmayacağını ilke olarak koyan bir siyasi hareketin, 2011 seçimlerinden önce eski isimleri gönüllerini hoş tutarak, yavaş yavaş cephe gerisine çekmesinden daha doğal ne olabilir.
Bu nedenle Aksu, Çetinkaya’nın 50 kişilik MKYK’ a girseler de, aktif rol üstleneceklerinden emin değilim.
İki eski ANAVATAN kökenli kurt politikacının, Erdoğan’ ın vefa duygusuyla yeniden listeye alınmasıyla, aktif siyasetten yavaşça çekilmeleri aynı süreç içinde gerçekleştirilecek sanıyorum.
MKYK ile ilgili diğer gözlemlerime gelince.
Siyaseten yasaklı olduğu günlerden beri yanında tuttuğu Hayati Yazıcı, kabinede de yer verdiği Bülent Arınç, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Beşir Atalay…
Eski MKYK’ da önemli konumlarda yer alan Bülent Gedikli, Edibe Sözen, Ayşe Böhürler, Haluk İpek, İdris Naim Şahin, Nükhet Hotar yeni listede de yerlerini korudular…
Asıl ilginci yerel seçimlerin faturasını Bakanlığı kaybederek ödeyen Hüseyin Çelik ve Kürşad Tüzmen’in, kısa bir aradan sonra ve Erdoğan tarafından çizildikleri söylentilerine inat partinin bu en önemli listesinde yer almaları…
Hüseyin Çelik’in daha da önemli konuma getirileceği ve Abdulkadir Aksu’ nun yerine parti yönetimi açısından 2. adamlık anlamına gelen siyasi işlerden sorumlu genel başkan yardımcısı olacağı da yüksek sesle ifade ediliyor ki, böylesi bir gelişme Erdoğan gibi sürprizleri seven bir lider için bile önemli mesajlar içerecektir diye düşünüyorum.
Gidenler, gelenler, yerlerini koruyanlar…
Örneğin kısa zaman öncesine kadar partinin ikinci adamı konumundaki Mir Dengir Fırat artık MKYK’ de bile yok…
Buna karşın hayli ağır faturasını ödemek zorunda kaldığı Mersin yerel seçimlerinin ardından Bakanlık koltuğunu kaybeden Kürşad Tüzmen’ in iade-i itibarı anlamına gelen listeye dahil edilmesi.
Elbette Tüzmen açısından bundan sonrası çok daha önemli…
50 kişi arasına dahil edilerek küskünlüğü mü giderilecek yoksa daha önemli görevlere getirilerek, inanılmaz enerji ve performansından mı yararlanılacak?
Bu sorular Tüzmen kadar Mersin açısından da çok önemli…
AK Parti tarafından silindiği izlenimine karşın bu kente iktidarın bakışını da yansıtacak Tüzmen’ in geleceği –getirileceği- yeni yer…
Bu arada Ali Er’in son bir bir gayretle Tüzmen’ i harcamak için yerelde sergilediği son atraksiyonların ters tepmesini kendi adına siyasi tükeniş olarak adlandırmak yanlış olmaz sanırım…
Ve kongrede şekillenen 50 kişilik MKYK’ ya ilişkin birkaç not daha…
Örneğin 12 kadının görev alması, hayli anlamlı ve önemli…
Benim açımdan asıl sevindirici sürprize gelince…
Mersin’de son iki yıl içinde düzenlediğimiz çeşitli etkinliklere katılan, “Genç Siviller” hareketini gönülden destekleyen, liberal çizgideki Mahzar Bağlı’ nın MKYK’ da yer alması..
Dicle Üniversitesinde önemli pek çok araştırmaya imza atan Mahzar, demokratik açılım sürecine hayli katkı sağlayacak kişiliğiyle partiye sanılandan da çok heyecan ve dinamizm kazandıracaktır.
Kimi partilerin silindiği Diyarbakır’ dan hem de Mahzar Bağlı gibi bir ismin AK Parti’ de 50 kişilik MKYK’ da yer bulması, başlayan değişimi de çok güzel anlatıyor…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:30:15.489-08:00
Kıyı kanunu Mersin’i kapsamıyor mu? Yasalar ve ayrıcalıklılar…
Kıyı kanunu Mersin’i kapsamıyor mu? Yasalar ve ayrıcalıklılar…
Türkiye’ de beğenelim beğenmeyelim şu anda geçerli bir anayasamız var mı?
Var…
Bu anayasanın 43. maddesi halen yürürlükte mi?
Yürürlükte…
Bilmeyenlere ve unutanlara bir kez daha anımsatalım…
Ne diyor 43.madde?
“Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.”
Kafalar karışmasın, birileri çıkıp farklı yorumlamasın kaygısıyla anlatmaya devam ediyor anayasanın aynı maddesi:
“Kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkân ve şartları kanunla düzenlenir.”
Buraya kadar anlaşılmayan bir şey yoktur sanırım.
Peki, Anayasanın 43. maddesinde müjdesi verilen kıyılarla, sahil şeritlerinin derinliğini, kişilerin buralardan yararlanma olanak ve koşullarını belirleyen kanun Meclis iradesiyle yasalaşıp, yürürlüğe girmiş mi?
Hem de günün koşullarına uygun biçimde değişikliklerle ve son kez 4 Nisan 1990 tarihinde…
Kıyıların derinliği denilen kıyı kenar çizgisinin nerede başlayıp nerede biteceğini de tanımlamış mı, bu 3621 sayılı kanun?
Evet herkesin anlayacağı bir dille hem de…
“Kıyı kenar çizgisinden itibaren kara yönünde yatay olara en az 100 metre genişliğindeki alan..”
Neymiş?
Deniz kıyısından başlayarak, kara yönüne doğru 100 metre ölçeceksiniz, karada ulaşacağınız noktayı kıyı kenar çizgisi olarak işaretleyeceksiniz…
Anlaşılmayan bir yanı var mı?
Çok basit değil mi?
Buraya kadar anlaşılmayan bir şey yoksa, anlatmaya ve 100 metrelik alan içinde kalan şeridin ne anlama geldiğini aynı 3621 sayılı kanundan alıntılarla sürdürelim…
-Bu kıyılar herkesin kullanımına açıktır…
-Kıyılardan yararlanmada vatandaşlık koşulu bile aranmaz. Çünkü deniz sahilleri tüm insanlığa aittir…
-Kıyılardan yararlanmanın genelliğinden amaç, kıyıların belli kişilere kullandırılmayacağı hükmüdür ve özel yararlanma istisnası bile kamu yararı ile sınırlandırılmıştır.
-Kıyılardan yararlanma belli bir süre için de olsa yasaklanamaz ve izin alma şartına bağlanamaz.
-Kanundaki tek istisna askeri yasak bölgelerle güvenlik alanları için tanınmıştır.
Ancak bu istisnanın da çok önemli ve Mersin’i yakından ilgilendiren istisnası vardır:
Türk Silahlı Kuvvetlerine ait harekat ve savunma amaçlı yerler vurgusu yapılırken parantez içinde konut ve sosyal tesisler hariç hükmü çok açık biçimde belirtilmiştir…
Anayasal ve yasal hükümleri, kuralları, tanımları, istisnaları ve o istisnalara dahil edilmeyecek yapıları bilmeyenlere anlattıktan, bilip te unutmuş olanlara anımsattıktan sonra gelelim Mersin’deki fiili duruma:
Hayır, Orduevinden, o orduevinin son on yılda genişletip Müftü deresinin denize karıştığı noktaya kadar yayılmasından söz edecek değilim.
Bu tür büyük konular beni aşar…
Asıl derdim başka…
Aynı Müftü deresini geçtikten sonra bir zamanlar İhracatçı Birlikleri başta olmak üzere pek çok kurumun parasıyla yapıp Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfına devrettiğimiz, sonradan benzeri askeri vakıfların Mehmetçik Vakfı adı altında birleşmeleriyle Mehmetçik Vakfına geçen Stadyumun karşısındaki deniz sahilinde yer alan tesisler mevcut haliyle anayasaya ve yasalara aykırılık teşkil etmiyor mu?
Birileri o yasalar var ama Türkiye gerçekleri de var diyorsa, vereceğimiz cevap bellidir:
Keşke o yasalar yapılırken, bu türden tesislere dokunulamaz hükmü koyulsaydı.
Oysa yasa öyle dememiş…
Aksine askeri alanları belirlerken sosyal tesisleri bu alanların dışında tutmuş…
Bu durumda 100 metrelik sahil şeridinin tam kalbinde, bitimden vazgeçtik başlangıç noktasında yer alan ve özel işletmecisinin kendi kafasınca sınırlar belirleyip, halka kapattığı o tesisler yasaya aykırı değil mi?
Soru çok yalın ve acımasız…
Üstelik o sahilde yaşanan fiili durum bununla da sınırlı değil…
Son zamanlarda söz konusu tesisleri kiralayan işletmeci, o tartışmalı tesislerle yetinmemiş olmalı ki, sınırlarını alabildiğine genişleterek, alakasız yerlere doğru yayılmakta mahzur görmemiş…
Hadi kendisi çıkarını düşünür, gidebildiği yere kadar gider, diyelim…
İyi de bu kentin o ve benzer nice alanından sorumlu makamları, anayasa ve yasanın açık hükmüne rağmen neden tepkisiz seyirci konumunu tercih ederler?
Yenişehir İlçe Belediyesi, Büyükşehir Belediyesi, Milli Emlak Müdürlüğü, Bayındırlık Müdürlüğü ve elbette İl Valiliği…
Bulvardan sahile inecek vatandaşın önünü kesen , utanç parmaklıklarıyla, yalnızca Mersinlilere değil tüm dünya vatandaşlarına açık olması gereken alanı babasının malı zan eden, fütursuzca parselleyenlere dur diyecek kimse yok mu?
Belediyesi, İl Özel İdaresi, Valiliği, daha bir sürü etkili, yetkili kurum ve kuruluş…
Onlardan geçtik, bu kentin Mühendis, Mimar, Şehircilik, Çevreci Odaları…
Yaşamanın hava almaktan ibaret olmadığının bilinciyle hareket etmesi gereken nice dernek…
Mersin’in sahipsizliği 150 yıldır süregelen bir sorun elbette…
Ama bu kadarını en vurdumduymazın bile kaldırması olanaksız…
Deprem yıkıntısı altındakilere seslenen o insanın feryadıyla inliyorum:
“Kimse var mı?”
Yoksa hepimiz mi kaldık, bu yıkımın altında?
Kıyılar herkesin kullanımına açıktır. Vatandaşlık şartı aranmaz. Kıyılardan yararlanmanın genelliğinden maksat bu yararlanmanın belli kişilere özgülenemeyeceğidir.Buralarda özel yaralanma kamu yararı ile sınırlandırılmıştır.Kimse, kıyılardan toplumun yararlanmasına engel olacak bir yararlanmanın hak olduğunu iddia edemez.
Kıyılardan yaralanma belli bir süre de olsa yasaklanamaz ve izin alma şartına bağlanamaz. Bunun istisnası Askeri yasak bölgeler ve Güvenlik bölgeleridir. Kıyı kanunu zaten bu bölgeleri kapsamı dışında tutmuş ve bunlara ilişkin konularda özel kanunlarına uyulacağını belirtmiştir.
Ancak burada da önemli ve asla gözden ırak edilmeyecek istisnaları herkesin anlayacağı biçimde tanımlamıştır yasayı yapan Meclis iradesi:
Kanuna göre Türk Silahlı Kuvvetlerine ait harekat ve savunma amaçlı yerlerde (konut ve sosyal tesisler hariç) özel kanun hükümlerine, diğer özel kanunlar uyarınca belirlenmiş veya belirlenecek yerlerde ise özel kanunların bu kanuna aykırı olmayan hükümlerine uyulur.
Kıyı Kanunu’nun 5. maddesine göre ; “ Kıyılar herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır.” İdare bu kanun ve Anayasa’nın ilgili hükümleri karşısında kıyılardan yararlanmada eşitlik prensibine aykırı işlem tesis edemez.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:29:29.010-08:00
Bilinmeyen Müfide İlhan…
Bilinmeyen Müfide İlhan…
1946’ da kocasının memleketi Mersin’e kim bilir, hangi beklentilerle gelmişti?
Hangi hayallerle düşmüştü yolu, bu Akdeniz’in kıyısındaki kente?
Kendisine ulaşamayacağımıza göre, soruların somut yanıtı yok.
Ama bildiğim bir şey var.
Müfide İlhan Mersin’i, Mersin’ de bu ne yaptığını bilen akıllı, kararlı, güçlü kadını çok sevdi.
Aslında farklı biriydi…
Doğduğu gün bile ayrıcalıklarıyla merhaba demişti dünyaya…
Başarılı bir teğmenin kızıydı, çok daha önemli ismin de yeğeni…
Babası Nafiz, Mustafa Kemal komutasında savaştığı Conkbayırı muharebesinde şehit düşünce, dört yaşında yetim kalan kızın yaşamı, amcası Fevzi Çakmak’ a emanetti artık.
Yeğenini İstanbul’a zaten hayli geniş ailenin arasına aldırdı, kurtuluş savaşında Mareşal olarak anılacak ve 1920’ de pay-ı tahtı terk edip Ankara’ ya gidecek Osmanlının ünlü paşası.
– Amca, çocuklarıyla bir tuttu yetimi…-
Müfide kuzenleriyle birlikte gider ilk mektebe…
Sonrasında o günlerin en prestijli okullarından Kandilli Kız Lisesini ardından da Muallim Okulunu başarıyla bitirir.
Eğitime aç, ülke çocuklarının yeni harflerle tanıştığı yıllarda Öğretmenliğe başlar.
Tam da o günlerde iyi eğitim almış ve tıbbiyeyi bitirmiş, aslen Mersin’li Doktor Faruk İlhan*’ la tanışır ve evlenirler…
6 çocukları olur.
Doktor Faruk’ un mesleği gereği pek çok kentte bulunur, o çileli yılların zor koşullarında her gün büyüyen ailenin sorumluluğu omuzlarında, dolaşır dururlar Anadolu’ yu…
-Bu arada karı kocanın sık sık yurt dışına çıktıklarını, dünyanın pek ülkesini ve önemli kentlerini inceleme şansını yakaladıklarını da öğreneceğiz Müfide İlhan’ ın 1946’ dan itibaren Mersin’ de yazıp çizdiklerinden.-
Doğdukları toprağın özlemiyle gelip yerleştikleri günlerde, Türkiye gibi Mersin’ de siyasi depremlerle çalkalanmaktadır.
2.dünya savaşının bitişiyle ortaya çıkan dış koşullar ve İngiltere’ nin yerini alan ABD’ nin öngörüleri doğrultusunda CHP’ nin tek parti dayatmasından kurtulması en çok Mersin’ i etkilemiş. Özellikle Tevfik Sırrı Gür döneminde milleti yok sayan yönetim anlayışı, 1946 seçimlerinde Mersin’i Demokrat Partinin kazandığı üç il arasına sokmuştur.
Demokrat partinin zaferini ceza olarak göğüslemek zorunda kalan Mersin’in, seçimlerin ardından yaşamaya başladığı haksızlıklar zaten içinde büyüyüp duran ateşi daha da körükler Müfide İlhan’ ın…
Bugünkü Sanat Sokağında açtığı muayenehanede kocasını hastalarıyla baş başa bırakıp, Demokrat Partide aktif rol üstlenir.
Kendisinden önce eşi Faruk’a yapılan aktif siyasete girme önerisini gözünü kırpmadan benimser.
Önce İl Yönetimine girer, derken ana muhalefet partisinin bir erkeğin bile altından kalkmakta zorlanacağı Umumi Katiplik denilen ateşten gömleği giydirirler partili arkadaşları kendisine.
Genel Sekreterlik görevine getirilmesi tesadüf değildir.
O günlerde Mersin Valiliğinden alınan ve Kastamonu’ ya gönderilen Tevfik Sırrı Gür’ ün eşi Saadet Gür’ ün fahri başkanlığını yaptığı Çocuk Esirgeme Kurumuyla ilgili yolsuzluk iddialarını kent gündemine taşımakta, daha fazla şimşek çekmemek için Gür’ün eşini bir yana bırakıp, kurumun fiili Başkanlığını yürüten ve akçalı işlerinden sorumlu dönemin Mersin Milli Eğitim Müdürü Şefik Ergündüz’e yöneltmektedir oklarını…
Hem de, Kurumun Yönetim Kurulu Üyesi olmasına rağmen…
Ancak karşısındaki grup, hayli dişli ve Milli Eğitim Müdürüne bağlı pek çok öğretmen nedeniyle oldukça organizedir.
İlhan’ ın suçlamaları ve Ergündüz’ ü savunanların karşılıklı açıklamalarıyla çalkalanır Mersin.
Dile getirdiği iddialar,Müfide İlhan’ı tek başına bırakmıştır…
Tam da o günlerde Konya Milli Eğitim Müdürlüğüne atanmış bulunan Şefik Ergündüz’ün kendisiyle yakın çevresindeki öğretmenlerin organize ettiği cevapları yer alır gazetelerde.
İlhan’ın suçlamalarına yanıt 5 Mart 1948 günkü Yeni Mersin gazetesinde;
“Bn. İlhan’a yanıt.. 23 Öğretmenin imzalı açıklamaları”
başlığıyla yayınlanır.
Özetle Ergündüz’ün kendilerince ne kadar yetenekli, iyi bir yönetici olduğunun anlatıldığı açıklamada doğrudan Müfide İlhan hedef alınmakta, hatta kendisine, ‘aba altından sopa’ anlamına gelecek inceden uyarılar da yapılmaktadır.
Yeni Mersin gazetesinden okumaya devam edelim, 23 Öğretmen imzasıyla yer alan isimsiz bildiriye.
“Sayın Milli Eğitim Müdürümüzü biz öğretmenler kadar yakından ve içten tanımadan ve meziyetlerini bilmeden dil uzatmanıza kültür ailesi asla müsaade etmeyecektir.
Konya’ ya nakli dolasıyla gazetelerde ondan sitayişle bahseden yazılar ne kadar isabetli ve yerindedir.
Kaldı ki, biz onun her sahadaki başarılarını, şeref taşıyan çalışmalarını tam manasıyla ifade eden yazıları kısa ve az görmüştük.
Oysa siz daha üç günlük Mersin’ e gelmekle onu tanıyamazsınız. (cümle düşüklükleri dahil tüm metin o günkü gazetelerden derlenmiştir –aa-)
..
Biz öğretmenler ailesi on yıldır Sayın büyüğümüzü bu vasıflarda gördük, onu böyle tanıdık, içten bağlılığımızın ifadesi olarak ta sizi aydınlatmağa karar verdik.
..
Ayrılışlarından üzüntü duyduğumuz ve kendilerine daima bağlı kalmakla teselli bulduğumuz değerli büyüğümüze karşı yazdıklarınız hepimizi üzmüştür.”
Bu minval üzere uzayıp gider açıklama…
Belli ki bir yerlerde pişirilip kaleme alınan ve Müfide İlhan’ ı “dağdan gelip, bağdakini kovmaya kalkan kadın” konumunda gören açıklamanın altındaki imza bölümü de hayli ilginçtir:
“Mersin Öğretmenleri (23 imza)”
**
Tam da Demokrat Parti İl Sekreterliğine partinin tüm üyelerinin oy birliğiyle seçildiği gün gelen ve buram buram ‘yağ’ kokan ifadelerin Müfide İlhan’ ı korkutacağını düşünenler ertesi gün gazetelerde yer alan açıklamalarını görünce, nice erkekten çok daha cesur kadın karşısında bir kez daha sarsılırlar.
“Sıra bana mı geldi? Bu telaş neden?”
Başlığıyla yayınlanan açıklamasında şu görüşleri dile getirir:
“Evvela şunu söylemek isterim ki, yapılan hücumlar beni iddialarımdan uzaklaştırmayacağı gibi, cevap olmaktan da çok uzaktır.
Mersin umumi efkarı 30 kişi değildir. Hele onların da hakiki varlıkları açıkça bilinmezse hiçbir kıymet taşımaz.
Büyüklüğüne inandığım memleket işinin böyle kuru gürültüyle kapatılacağına inananlar yanılıyorlar. Buna asla göz yumamam. Bununla beraber tek bir vatandaşımın bile iddialarımı kanun ve nizama dayanarak çürütebilmesi karşısında bu işte yanıldığımı gazetelere bildirmeye ve ilgililerden beni hoş görmelerini dilemeye hazırım.
Kurum işinde sorumlu gördüklerim yayınladıkları müfettiş raporlarıyla işi değiştiremezler. Ben iddialarımı dile getirirken zaten o Müfettiş raporlarını okumuş bulunuyordum.
Umumi efkar önünde bu işin açıklanması gerek sorumlu olanların ve gerekse türlü sebeplerle onları savunanların, genel merkezden çağrıldığı bildirilen Müfettişi beklemeden bu işi aralarında kırıp sarmaya çalışmalarının hikmeti nedir acaba?
İddialar elbet ispat edilecektir. İleride mahcup olmamaları için sipariş yazı yazanlara biraz beklemelerini tavsiye ederim.
Esasen 3 Mart 1948 Çarşamba günü yapılan Çocuk E.K. merkez heyeti toplantısında iddialarımı kısmen açıkladım. Kurum Başkanı Ergündüz bu ihmallerinden dolayı merkez heyet üyelerinden tekrar tekrar özür diledi. Benim kimsenin şahsına diyeceğim yoktur.
Yapılan işlerin usulsüzlüğünden şikayetçiyim. Bana verilecek cevapların açık adresle, kanun ve nizamlara dayanılarak yapılmasını bilhassa rica ederim.
Müfide İlhan”
**
1946 yılında döndüğü Mersin’de sakin bir emeklilik hayali kurarken, haksızlıklara dayanmaz kişiliğiyle, o günlerde filizlenmeye çalışan demokrasinin havarisi, sembolü halinde bulur…
Siyasetin ateşten gömleğini giymekten de çekinmez…
Her sivri insanın yadsınamaz kaderi onu da bulur…
Taparcasına sevenleri, yok etmek isteyecek derecede düşmanları vardır.
Ayağına çizmelerini çeker, Gözne’ den Fındıkpınarı yaylasına kadar harmanlar Mersin’in kuş uçmaz kervan geçmez her köşesini…
Bazen eşek sırtında, bazen yayan, denk gelirse eski bir kamyonun arkasında…
1950 seçimlerine hazırlanan, Aslanköy köylülerine sahip çıkarak iktidara ders veren, Demokrat partinin kazandığı üç il içinde yer alan Mersin’ in yükselen muhalif sesidir o…
Dinleyenleri büyüleyen, kendi yazdığı şiirleri okuyarak kitleleri coşturan müthiş bir hatip…
Karşısına çıkan rakiplerini adeta ezen bir polemik ustası…
Dilden dile, kulaktan kulağa yayılır hakkında bilinenler.
Demokrat partinin Mersin örgütü böylesine bir hitabet ustasının katkısı ve kitlelere ulaşma konusundaki yeteneğiyle, zaferden emin 1950 seçimlerine hazırlanmaktadır artık…
*Müfide İlhan’ ın kocası Faruk İlhan’ ın babası Galip beyin Cumhuriyetten önce Mersin Belediye Başkanlığı yaptığını iddia edenler de var. Ancak araştırdığım kaynaklarda böyle bir bilgiye, ize rastlamadım.
Meraklısına bir not daha: Faruk İlhan’ın Mersin’de hastalarına hizmet verdiği muayenehanesi, günümüzün Sanat Kulübünün yer aldığı, o günlerdeki Askerlik şubesinin yanındaydı.
Bir sonraki bölümde girdiği polemiklerden başlayarak, parlayan yıldız gibi basamakları hızla çıkan, 1950’ de Belediye Başkanı seçilen ve “yemeyip, yedirmediği” için en yakınlarının ayak oyunlarıyla bir yıl sonra devrilen bu ilginç insanın hiç bilinmeyen yanlarını anlatmayı sürdüreceğiz..
Gün gelir yeni nesillere; ders olur, rehber olur, ışık olur umuduyla…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:24:44.029-08:00
Bilinmeyen Müfide İlhan…
Bilinmeyen Müfide İlhan…
1946’ da kocasının memleketi Mersin’e kim bilir, hangi beklentilerle gelmişti?
Hangi hayallerle düşmüştü yolu, bu Akdeniz’in kıyısındaki kente?
Kendisine ulaşamayacağımıza göre, soruların somut yanıtı yok.
Ama bildiğim bir şey var.
Müfide İlhan Mersin’i, Mersin’ de bu deli fişek kadını çok sevdi.
Aslında farklı biriydi…
Doğduğu gün bile ayrıcalıklarıyla merhaba demişti dünyaya…
Başarılı bir teğmenin kızıydı, çok daha önemli ismin de yeğeni…
Babası Nafiz, Mustafa Kemal komutasında savaştığı Conkbayırı muharebesinde şehit düşünce, dört yaşında yetim kalan kızın yaşamı, amcası Fevzi Çakmak’ a emanetti artık.
Yeğenini İstanbul’a zaten hayli geniş ailenin arasına aldırdı, kurtuluş savaşında Mareşal olarak anılacak ve 1920’ de pay-ı tahtı terk edip Ankara’ ya gidecek Osmanlının ünlü paşası.
-Allah için Amca, çocuklarıyla bir tuttu yetimi…-
Müfide kuzenleriyle birlikte gider ilk mektebe…
Ardından da o günlerin en prestijli okullarından Kandilli Kız Lisesini ardından da Muallim Okulunu başarıyla bitirir.
Eğitime aç, ülke çocuklarının yeni harflerle tanıştığı yıllarda Öğretmenliğe başlar.
Tam da o günlerde iyi eğitim almış ve tıbbiyeyi bitirmiş, aslen Mersin’li Doktor Faruk İlhan*’ la tanışır ve evlenirler…
Tam 6 çocukları olur.
Doktor Faruk’ un mesleği gereği pek çok kentte bulunur, o çileli yılların zor koşullarında her gün büyüyen ailenin sorumluluğu omuzlarında dolaşır dururlar Anadolu’ yu…
-Bu arada karı kocanın sık sık yurt dışına çıktıklarını, dünyanın pek ülkesini ve önemli kentlerini inceleme şansını yakaladıklarını da öğreneceğiz Müfide İlhan’ ın 1946’ dan itibaren Mersin’ de yazıp çizdiklerinden.-
Doğdukları toprağın özlemiyle gelip yerleştikleri günlerde, Türkiye gibi Mersin’ de siyasi depremlerle çalkalanmaktadır.
2.dünya savaşının bitişiyle ortaya çıkan dış koşullar ve İngiltere’ nin yerini alan ABD’ nin öngörüleri doğrultusunda CHP’ nin tek parti dayatmasından kurtulması en çok Mersin’ i etkilemiş, özellikle Tevfik Sırrı Gür döneminde milletin cebinden çıkmayan yönetim anlayışı, 1946 seçimlerinde Mersin’i Demokrat Partinin kazandığı üç il arasına sokmuştur.
Demokrat partinin zaferini ceza olarak göğüslemek zorunda kalan Mersin’in seçimlerin ardından yaşamaya başladığı haksızlıklar zaten içinde büyüyüp duran ateşi daha da körükler Müfide İlhan’ ın…
Bugünkü Sanat Sokağında açtığı muayenehanede kocasını hastalarıyla baş başa bırakıp, Demokrat Partide aktif rol üstlenir.
Kendisinden önce eşi Faruk’a yapılan aktif siyasete girme önerisini gözünü kırpmadan benimser.
Önce İl Yönetimine girer, derken ana muhalefet partisinin bir erkeğin bile altından kalkmakta zorlanacağı Umumi Katiplik denilen ateşten gömleği giydirirler partili arkadaşları kendisine.
Genel Sekreterlik görevine getirilmesi tesadüf değildir.
O günlerde Mersin Valiliğinden alınan ve Kastamonu’ ya gönderilen Tevfik Sırrı Gür’ ün eşi Saadet Gür’ ün fahri başkanlığını yaptığı Çocuk Esirgeme Kurumuyla ilgili yolsuzluk iddialarını kent gündemine taşımakta, daha fazla şimşek çekmemek için Gür’ün eşini bir yana bırakıp, kurumun fiili Başkanlığını yürüten ve akçalı işlerinden sorumlu dönemin Mersin Milli Eğitim Müdürü Şefik Ergündüz’e yöneltmektedir oklarını…
Hem de, Kurumun Yönetim Kurulu Üyesi olmasına rağmen…
Ancak karşısındaki grup hayli dişli ve Milli Eğitim Müdürüne bağlı pek çok öğretmen nedeniyle oldukça organizedir.
İlhan’ ın suçlamaları ve Ergündüz’ ü savunanların karşılıklı açıklamalarıyla çalkalanır Mersin.
Tek başına kalmış, Müfide İlhan’ ın dile getirdiği iddialar..
Tam da o günlerde Konya Milli Eğitim Müdürlüğüne atanmış bulunan Şefik Ergündüz’ün kendisiyle yakın çevresindeki öğretmenlerin organize ettiği cevap niteliğindeki açıklamalar.
İlhan’ın suçlamalarına yanıt 5 Mart 1948 günkü Mersin gazetelerinde “Bn. İlhan’a yanıt.. 23 Öğretmenin imzalı açıklamaları” başlığıyla yayınlanır.
Özetle Ergündüz’ün ne kadar yetenekli, iyi bir yönetici olduğu anlatıldığı açıklamada doğrudan Müfide İlhan hedef alınmakta, hatta kendisine, ‘aba altından sopa’ anlamına gelecek inceden uyarılar da yapılmaktadır.
Örneğin Yeni Mersin gazetesinde 23 Öğretmen imzasıyla yer alan açıklama:
“Sayın Milli Eğitim Müdürümüzü biz öğretmenler kadar yakından ve içten tanımadan ve meziyetlerini bilmeden dil uzatmanıza kültür ailesi asla müsaade etmeyecektir.
Konya’ ya nakli dolasıyla gazetelerde ondan sitayişle bahseden yazılar ne kadar isabetli ve yerindedir.
Kaldı ki, biz onun her sahadaki başarılarını, şeref taşıyan çalışmalarını tam manasıyla ifade eden yazıları kısa ve az görmüştük.
Oysa siz daha üç günlük Mersin’ e gelmekle onu tanıyamazsınız. (cümle düşüklükleri dahil tüm metin o günkü gazetelerden derlenmiştir –aa-)
..
Biz öğretmenler ailesi on yıldır Sayın büyüğümüzü bu vasıflarda gördük, onu böyle tanıdık, içten bağlılığımızın ifadesi olarak ta sizi aydınlatmağa karar verdik.
..
Ayrılışlarından üzüntü duyduğumuz ve kendilerine daima bağlı kalmakla teselli bulduğumuz değerli büyüğümüze karşı yazdıklarınız hepimizi üzmüştür.”
Bu minval üzere uzayıp gider açıklama…
Belli ki bir yerlerde pişirilip kaleme alınan ve Müfide İlhan’ ı “dağdan gelip, bağdakini kovmaya kalkan kadın” konumunda gören açıklamanın altındaki imza bölümü de hayli ilginçtir:
“Mersin Öğretmenleri (23 imza)”
**
Tam da Demokrat Parti İl Sekreterliğine partinin tüm üyelerinin oy birliğiyle seçildiği gün gelen ve buram buram ‘yağ’ kokan ifadelerin Müfide İlhan’ ı korkutacağını düşünenler ertesi gün gazetelerde yer alan açıklamalarını görünce, nice erkekten çok daha cesur kadın karşısında bir kez daha sarsılırlar.
“Sıra bana mı geldi? Bu telaş neden?”
Başlığıyla yayınlanan açıklamasında şu görüşleri dile getirir:
“Evvela şunu söylemek isterim ki, yapılan hücumlar beni iddialarımdan uzaklaştırmayacağı gibi, cevap olmaktan da çok uzaktır.
Mersin umumi efkarı 30 kişi değildir. Hele onların da hakiki varlıkları açıkça bilinmezse hiçbir kıymet taşımaz.
Büyüklüğüne inandığım memleket işinin böyle kuru gürültüyle kapatılacağına inananlar yanılıyorlar. Buna asla göz yumamam. Bununla beraber tek bir vatandaşımın bile iddialarımı kanun ve nizama dayanarak çürütebilmesi karşısında bu işte yanıldığımı gazetelere bildirmeye ve ilgililerden beni hoş görmelerini dilemeye hazırım.
Kurum işinde sorumlu gördüklerim yayınladıkları müfettiş raporlarıyla işi değiştiremezler. Ben iddialarımı dile getirirken zaten o Müfettiş raporlarını okumuş bulunuyordum.
Umumi efkar önünde bu işin açıklanması gerek sorumlu olanların ve gerekse türlü sebeplerle onları savunanların, genel merkezden çağrıldığı bildirilen Müfettişi beklemeden bu işi aralarında kırıp sarmaya çalışmalarının hikmeti nedir acaba?
İddialar elbet ispat edilecektir. İleride mahcup olmamaları için sipariş yazı yazanlara biraz beklemelerini tavsiye ederim.
Esasen 3 Mart 1948 Çarşamba günü yapılan Çocuk E.K. merkez heyeti toplantısında iddialarımı kısmen açıkladım. Kurum Başkanı Ergündüz bu ihmallerinden dolayı merkez heyet üyelerinden tekrar tekrar özür diledi. Benim kimsenin şahsına diyeceğim yoktur.
Yapılan işlerin usulsüzlüğünden şikayetçiyim. Bana verilecek cevapların açık adresle, kanun ve nizamlara dayanılarak yapılmasını bilhassa rica ederim.
Müfide İlhan”
**
1946 yılında döndüğü Mersin’de sakin bir emeklilik hayali kurarken, haksızlıklara dayanmaz kişiliğiyle, o günlerde filizlenmeye çalışan demokrasinin havarisi, sembolü halinde bulur…
Siyasetin ateşten gömleğini giymekten de çekinmez…
Her sivri insanın yadsınamaz kaderi onu da bulur…
Taparcasına sevenleri, düşmanlık derecesinde düşmanları vardır.
Ayağına çizmelerini çeker, Gözne’ den Fındıkpınarı yaylasına kadar harmanlar Mersin’in kuş uçmaz kervan geçmez her köşesini…
Bazen eşek sırtında, bazen yayan, denk gelirse eski bir kamyonun arkasında…
1950 seçimlerine hazırlanan, Aslanköy köylülerine sahip çıkarak iktidara ders veren, Demokrat partinin kazandığı üç il içinde yer alan Mersin’ in yükselen muhalif sesidir o…
Dinleyenleri büyüleyen, kendi yazdığı şiirleri okuyarak kitleleri coşturan müthiş bir hatip…
Karşısına çıkan rakiplerini adeta ezen bir polemik ustası…
Dilden dile, kulaktan kulağa yayılır hakkında bilinenler.
Demokrat partinin Mersin örgütü böylesine bir hitabet ustasının katkısı ve kitlelere ulaşma konusundaki yeteneğiyle, zaferden emin 1950 seçimlerine hazırlanmaktadır artık…
*Müfide İlhan’ ın kocası Faruk İlhan’ ın babası Galip beyin Cumhuriyetten önce Mersin Belediye Başkanlığı yaptığını iddia edenler de var. Ancak araştırdığım hiçbir kaynakta böyle bir ize rastlamadım.
Meraklısına bir not daha: Faruk İlhan’ın Mersin’de hastalarına hizmet verdiği muayenehanesi, günümüzün Sanat Kulübünün yer aldığı, o günlerin Askerlik şubesinin yanındaydı.
Bir sonraki bölümde girdiği polemiklerden başlayarak, parlayan yıldız gibi basamakları hızla çıkan, 1950’ de Belediye Başkanı seçilen ve “yemeyip, yedirmediği” için en yakınlarının ayak oyunlarıyla bir yıl sonra devrilen bu ilginç insanın hiç bilinmeyen yanlarını anlatmayı sürdüreceğiz..
Gün gelir yeni nesillere; ders olur, rehber olur, ışık olur umuduyla…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:23:48.298-08:00
Bir zamanlar gazeteler, gazeteciler..
Bir zamanlar gazeteler, gazeteciler…
Gazetelerin ilk kez Turgut Özal döneminde teşviklerle, ucuz faizli kredilerle kafaya alınmaya çalışıldığı iddiası kamuoyunda yaygın bir kanaattir.
Bir yanıyla da doğrudur da…
Özellikle 1987 den başlayarak, ANAP zorlanmaya başladıkça, Özal?ın medya ilgisi artmıştır.
12 Eylül darbecilerinin 2,5 siyasi parti ile ülkeyi yönetme hedefine benzer biçimde, Özal’ın güçlü, teknolojik ve fiziki mekan bakımından gelişmiş dünyaya ayak uyduran 2,5 gazete yaratma arayışlarını göz ardı etmek mümkün değildir.
Türkiye’yi dünyayla entegre etmeyi hedefleyen Özal’ın en büyük yanılgılarından birinin medya konusundaki bu anlayıştan kaynaklandığı ve sürecin zaman içinde kartelleşmeyi getirdiği tartışılmaz biçimde ortaya çıkmıştır.
Medya patronlarına bankaların peşkeş çekilmesi, ödenmeyecek boyutlara ulaşan kredilerle o gün için geri dönüşü olanaksız yatırımlarla daha baştan zora sokulduğu gerçeği çok konuşulur da, Özal’a kadar devlete midesinden bağlı basının asıl hortumlarının 24 Ocak kararlarıyla kesildiği nedense göz ardı edilir…
Peki 24 Ocak gününe kadar devlet basını nasıl beslemiştir?
Ne olmuştur da, o güne kadar kamuoyunun bilmediği destekler bir gecede ortadan kalkmıştır…
Türkiye Cumhuriyet tarihi boyunca kağıt sıkıntısı çekilen bir ülkedir.
1936 yılında üretime başlayan İzmit SEKA fabrikası matbaaların ihtiyaç duyduğu kağıdı tam anlamıyla karşılamaktan uzak olduğu için, ucuz dövizle ithalat aynı kuruluş eliyle yapılmış ve gazetelere kağıt 1980 yılına kadar dünya fiyatlarının altında verilmiştir.
Karaborsa dolar fiyatlarına bağlı olarak kağıt fiyatları zaman zaman, karaborsada devletten alınan değerin on katına çıkmıştır.
Matbaada basılan gazetenin miktarı, sayfa adedi gibi özellikleri nedeniyle ihtiyaç duyduğu kağıt miktarını devlet belirlemiş, kendisine yakın gazetelere bol tahsis verirken, muhalifleri susturmanın en kestirme yolunu böylece bulmuştur.
Göstermelik basılan birkaç yüz gazeteye dayanarak, devletten kamyonlar dolusu kağıdı almak, bugünkü resmi ilanları paylaşmaya benzer yöntemlerle gerçekleşiyordu.
İllerde Valiliklere bağlı komisyonların verdiği belgeler, Ankara?da başbakanlığa bağlı genel müdürlükçe onaylanıyor, o tahsis permileriyle SEKA? nın kapısına dayanılıyordu.
Medya açısından, 1950′ ler top top kağıtların daha kamyonun üstüne yüklendiği anda birkaç katına satıldığı, devlet eliyle alınan tahsis belgelerini devreden iktidar yanlısı zenginlerin ortaya çıktığı bir dönem olarak tarihe geçti.
Yalnız 1950 ler mi?
1960 larda da, 70 lerde de, iktidarlar SEKA’ nın kendi üretiminin yetmediği yerde, yurt dışından ithal ettiği kağıdı maliyetinin çok altında gazete sahiplerine vermeyi silah olarak kullandılar…
Gazete patronları da bu hayli büyük rant kapısının kapanmaması için ellerinden geleni artlarına koymadılar açıkçası…
Durumu anlatacak en anlamlı vecizeyi Hürriyet’i çıkarırken Sedat Simavi dillendirmiştir:
“Bir gazete ya devlete satılır, ya halka.. Ben halka satılacak bir gazete çıkaracağım”
Kağıt tahsisi ve resmi ilan yoluyla devlete “daha doğru bir deyimle siyasi iktidarlara- mahkum gazetecilik Sedat Simavi” nin iddiasına rağmen zaman içinde şekil değiştirerek ve çağa uygun araçlardan yararlanarak hep var oldu…
Bir zamanlar gazete kağıdı karaborsasından yolunu bulanların yerini zaman içinde bankaların için boşaltacak kadar büyüyen, televizyonculuğa da el atarak medyayı iktidarlar üzerindeki en büyük baskı aracı olarak kullananlar aldı…
En iyisi yazıyı 1950 lerde besleme basın yaratma yöntemleri devamlı tartışılan Demokrat Parti iktidarının kağıt dağıtımı konusundaki bir uygulama ile bitirmek..
Türkiye’ nin yıllar içinde aldığı mesafeyi anlamamız bakımından tartışılmaz öneme sahip, ‘sıkıyönetim bildirilerini’ andırır kararname yeterince fikir verecektir…
7 Şubat 1956 günü daha önce yürürlükte olan kararnameye aşağıdaki hükümler eklenir:
-Gazete ve dergiler her ayın baskı sayısını ve iade miktarıyla, oranlarını bir sonraki ay sonuna kadar Devlet Bakanlığı ile Türkiye Gazete sahipleri Sendikasına pulsuz birer beyanname ile bildirmek zorundadırlar.
-Kağıt bobinlerinin zedelenmesi vesaire nedenlerle hasar görmesi dolayısıyla gazete ve dergi baskısında kullanılamayan ve patlak adı ile satılan basılmamış gazete kâğıtları, tüketicilere hiçbir suret ve bahane ile kilosu 90 kuruştan yukarı fiyatla satılamaz.
-Basılmış gazete ve dergiler her ne şekilde ve suretle olursa olsun ambalaj için kullanılmak üzere satıldığı takdirde, bunların da kilosu 100 kuruştan yukarı fiyatla satılamaz.Bir gün önceki nüshalar dahi olsa, eski tarihli gazetelerle günü geçmiş dergilerin tane ile satışı yasaktır. Koleksiyon eksiğini tamamlamak isteyenlere eski tarihli gazete ve dergiler, üzerlerinde yazılı fiyatın bir mislinden fazlasına satılamaz. Bu satışlar kopyalı bir fatura ile yapılır. Satılan gazete ve dergilerin tarih ve numaralan kaydolunur ve aynı güne ait nüshalardan beş taneden fazlasını satmak yasaktır. Resmi daire ve müesseselerin muamelât ve koleksiyonlarını alâkalandıran satışlar yukarıdaki miktarla sınırlı değildir.
-Basılmamış kâğıtlarla, basılmış gazete ve dergileri kararnamenin tespit ettiği fiyattan yükseğe tüketiciye satanlar hakkında millî korunma kanunu hükümleri dairesinde takibat yapılır.
-Gazete ve dergilerin ikinci baskı yapmaları yasaktır.
-Baskı sayıları yirmi bine kadar olan gazete ve dergiler %25, kırk bine kadar olan gazete ve dergiler %20 ve kırk binden yukarı olan gazete ve dergiler ise %15 ten fazla iade kabulü esasına göre baskı ve satış yapamazlar.
-Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası, sahip ve yayıncıları veya temsilcileri üyesi olsa da olmasa da, bütün gazete ve dergilerin, günlük baskı sayılarını, bozuklarını, kabul ettikleri iade miktarlarını tespite memurdur. Sendika, her iki ayda bir veya lüzum gördükçe bu incelemeleri yapar ve yukarda işaret edilen hususları tespit ederek neticeyi bir raporla Devlet Bakanlığına bildirir. Sendikanın göstereceği lüzuma göre, kanaat verecek bütün belge ve defterlerini ibraz etmeyen gazete ve dergiye, Türkiye Kâğıt ve Selüloz Sanayi Müessesesi üretiminden kâğıt tahsis edilmez. Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası tarafından uygun görülecek fiyatlarla ithal edilecek olan gazete kâğıdı ve gene sendika vasıtasıyla dağıtılacak mukarrer malzeme için ithal lisansları verilemez ve millî korunma kanununa aykırı hareketlerinden dolayı takibat açılır.
-Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası Yönetim Kurulu bu vazifelerini karar hükümlerine uygun olarak ifa ile mükellef olup hilafı takdirinde millî korunma kanunu hükümlerine göre takibe uğrar.
İkinci baskının bile yasaklandığı, iade miktar oranlarının, eski tarihli gazete ve dergilerin satış fiyatlarının bile kararnamelerle belirlendiği yıllardan günümüze…
Daha da önemlisi kağıdın ortadan kalkacağı yakın geleceğe…
Nereden nereye geldi dünya…
Kağıt bobinlerinin kara borsada satıldığı yıllardan, havada uçuşan bir televizyon frekansının yüz milyonlarca dolara satıldığı bugüne…
Geçen 50 yılda yaşananların çok daha fazlasını, bazı akılların alamayacağı bir sürecin aylara sığacağı bir çağdayız…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:21:04.809-08:00
Son korsan da gitti…
Son korsan da gitti…
Kaç kişinin haberi oldu bilmiyorum…
Yeni nesil ihracatçılarımızın adını bildiğinden bile emin değilim..
Ama bir zamanların bakliyat piyasasına damgasını vuran önemli bir insanı kaybettik.
İnsanların kenti terkettiği, sessiz, sarı sıcak bir Cumartesi ikindisinde son yolculuğuna uğurladık kendisini.
Azakhan’ la ve korsanla ilk tanışıklığım 1968 yazı…
Rahmetli babam Kıbrıs’ a küşne dediğimiz bir çeşit hayvan yemi satmış…
Okulumun tatil olmasından istifade malın Mersin’ de gemiye yüklenmesi bana düştü.
Geminin acentesi o günlerde yeni vefat etmiş olan Abdulkadir Hadra’ nın işlerini üstlenen oğlu Mustafa…
Mustafa babasından devraldığı Azakhan’ daki dükkanın kirasını ödemekte zorlanmış olmalı ki, korsanla ortak kullanıyor…
Ön taraf Hadra’ nın mekanı, arkadaki depomsu bölüm de korsana düşmüş…
Zaten korsanın dükkan merakı yok, tek derdi tüm iletişimini sağladığı telefonun koyulacağı bir adres…
Hiçbir zaman oturmadığı, üzeri toz yüklü masa, kolu kırık bir döner sandalye…
Dükkanda oturmuyor ama, Azakhan’ ın tüm açık alanı, özellikle süs havuzunun çevresi kendisinin…
Gölgesi havuza düşen dut ağacının altı ve oranın Mersin’in nemli sarı sıcağına inat serinliği…
Yabancısı olduğum o hana ayak attığımda dikkatimi ilk çeken de korsan oldu…
Tabii o günlerde korsan olarak değil gerçek adıyla çağrılan Mehmet Cömert…
İlgimi çekmesinin birkaç nedeni var…
Öncelikle bağıra, çağıra konuşuyor…
Küfürlü ama çevresindekileri rahatsız etmeyen aksine neşelendiren argo ağırlıklı bir konuşma tarzı…
Küfürlerin ağırlıkta olduğu, çok hatta abartılı bir neşe karışıyor birbirine ve ortalık kahkahalardan geçilmiyor.
Etrafında biraz da kendisinin yarattığı hiperaktif bir telaş…
Unutulması imkansız asıl özelliğine gelince; tek kolu yok Mehmet’ in…
-Sonradan bu kolun bir trafik kazasında kaybedildiğini öğrenecek, daha da önemlisi kendisini yakından tanıdıkça, o neşenin altında acıları unutma gayreti yattığını keşfedecektim…-
Ama o 68 yazında Mehmet’in dikkatimi çekmesinin asıl nedeni, tavla oynama stili ve tek kolla ortaya koyduğu performanstı!.
Zar sallar, karşısındaki gazeteci Kazım’ ı (Kazım Erbil veya Edvar amcayı ( Edvard Dumani) kızdırmak için pul çalar, bir yandan da çayını karıştırıp, yarısını kırdığı sigarayı tellendirirdi…
Ve tüm bunları tek koluyla yapan, karşısındakini kızdırıp, küfürler havaya uçuştuğunda kahkahaların kendisini ilgi durağı haline getirmesinden memnun bir adam…
Gemiyi yükledik, işim bitti, ileride bir gün Mersin’ e bir daha gelir miyim sorusunun bile yanıtını merak etmeden ayrıldım…
Okul bittiğinde babam artık Antep’ in yerine limanı olan Mersin’ e gitme vaktinin geldiğini söylemeye başladı.
Gerçekten de o günlerin Antep’i ihracatçı için sadece Suriye pazarı demekti…
Oysa Mersin?
Tüm dünyaya açılan bir kapı…
Gemi trafiğinin gittikçe hız kazandığı, özellikle de bir süre sonra patlayan Lübnan iç savaşı nedeniyle Beyrut’ un yerine adaylığının konuşulacağı bir dönemin arifesinde geldik Mersin’ e…
1972/73 yılları…
Özellikle ihracatımızın ana kalemi olan bakliyatın kalbi yine Azakhan’ da atıyordu…
Güneş doğarken, hanın ortasında Mersin’in bu sektördeki tüm iş adamları, kamyon şoföründen üreticisine, komisyoncusundan ihracatçısına Azakhan’ da bir araya gelir, o gün için geçerli olacak fiyatlar oluşturulur, Anadolunun dört yanından kamyonlarla gelen mallar yeni sahiplerinin depolarına doğru yola çıkardı…
Tüm işlemler de sabah 8’ e kadar bitmiş olurdu…
Adı koyulmamış ta olsa Türkiye’ nin bu en büyük fiziki bakliyat borsasındaki yerimizi aldık kısa zamanda…
Bu arada bir takım yabancısı olduğumuz terimleri de öğrendik…
Örneğin Borsa Ajanlığı…
Üniversite yıllarında çevremize sızan yabancıların ajan olup olmadığı muhabbetiyle epeyi vakit geçirmiş benim gibi biri için, içinde Borsa lafı da geçse ajanlık, en azından soğuktu benim için…
Ajanlık, komisyonculuk…
-Sonradan ajanlığın Ticaret Borsasından alım satım yapmaya ve borsa beyannamesi düzenlemeye yetkili aracılık anlamına geldiğini, komisyoncuların ise bu resmi sıfata sahip olmasalar da, üretici ile ihracatçıyı bir araya getiren insanlar olduğunu öğrendik-
Mersin’ de bakliyat işi yapacaksanız, hoşlanmasanız da, her sabah güneş doğarken Azakhan’ da bulunmak ve yukarıda adı geçen aracılarla iyi geçinmek zorundaydınız…
Biz de ortama uyduk.
Azakhan’ ın kurallarını ve başlangıçta ajan/komisyoncuların belirlediği çerçevedeki oyunu kabul ettik…
O dönemde Azakhan’ da Ferit Hanna ve Ziya Coşar afili ajan tabelalarına sahip…
Bizim Mehmet Cömert ise ajanlarla dalga geçen, çarıklı erkan-ı harp misali kafasına göre düzen kurmaya kalkan komisyoncu…
Bir başka deyimle mekteplilere karşı alaylı…
Ne Borsa takıyor, ne alım satım beyannamesi…
Anadolu’ nun çok önemli tedarikçilerinden oluşan portföyü var…
O insanların da hoşuna gidiyor Mehmet Cömert’ le çalışmak…
Öncelikle dürüst biri ve başka isimler gibi komisyonculuk yanında ticaret yapmaya kalkmıyor.
Tercih edilmesinde bunun payı var ama asıl önemlisi, cana yakın, yemeyi/yedirmeyi, eğlenmeyi/eğlendirmeyi seviyor…
Bölgesinin mallarını toplayıp Mersin’e sevk eden tedarikçiler, Mersin’e geldiklerinde Mehmet onları akşam yemeğine çıkarıyor, yediriyor, içiriyor, gezdiriyor…
İşte 1968’ den sonraki ikinci tanıma döneminde Cömert’ e o unutulmaz lakabını takıyor babam.
Korsan Mehmet…
Korsanlığının tek koluyla ilgisi var ama komisyonculuğun resmi prosedürden yoksun olması kısaca o konudaki korsanlıkla ilgisi var mıydı? Üzerinde çok fazla kafa yormadık…
Lakabı takan babama da sormadık…
İrdeleme yerine gönülden benimsedik Cömert’in üzerine cuk oturan o şık elbiseden farksız korsan tamlamasını…
Bir zamanlar keyiften gözlerimi yaşartan o kadar çok anım var ki korsanla…
***
Mersin’e ilk geldiğimiz günlerde –özellikle yaz mevsiminde- şehir hafta sonları tek kelimeyle ölüyor…
Kimisi sahillere, kimisi yaylalara…
Babamla can sıkıntısından patlayacağız…
Mehmet tek koluyla korsan biçimde kullandığı beyaz Renault Toros (uzun süre polislerin simgesiydi o arabalar) ile geldi yazıhanenin önüne…
-Zeki baba hazırlan gidiyoruz. (Tanıdığı andan itibaren babama baba diyecekti)
-Nereye?
-Sizi serin derelerin aktığı, söğütlerin serinliğinde bir yere götüreceğim.
Babam ikimizin de sıkıntıdan patladığının farkında..
-Tamam korsan gidelim.
Gözne yoluna saptık, Dalakderesi’ ne gidiyoruz…
Yol yeterince virajlı, yeterince bozuk, karşıdan serseri mayın gibi fırlayıp üzerimize gelen araçlar nedeniyle yeterince tehlikeli…
Mehmet tek koluyla direksiyon sallıyor, sürekli büyütüp küçülterek vites değiştiriyor, babama kıyak olsun diye radyodan Arapça bir istasyon arıyor…
Arkada oturan babam, biraz şaşkın, biraz kızgın Mehmed’ in yaptıklarını büyüyen gözlerle izliyor..
Ama Mehmet durmuyor, yetmezmiş gibi elini gömleğinin cebine atıyor, bir sigara çıkarıyor ve yakıyor.
Farkındayım, Babam patladı, patlayacak…
Sadece zamanını merak ediyorum.
Gecikmedi beklediğim sağanak kasırga gibi geldi…
Direksiyon sallayan, vites değiştiren, radyoyu kurcalayan, sigara yakan Mehmet karşıdan sollayan bir arabayı görünce, camı açıp koluyla bir hareket çekmesin mi!
İşte o an film koptu…
Babam birden gürledi…
-Çek ulan sağa!
-Ne oldu ki Zeki baba?
-Ne oldusu mu var?.. Kabahat sende değil, seninle yola düşende… Adama bak…
Tek kolunla araba kullandın, vites değiştirdin, radyoyla uğraştın, sigara yaktın. Yetmedi bir de karşıdan gelene el kol hareketi yapıyorsun. Bir kolla becerdin hepsini, ya iki kolun olsa neler yaparmışsın?
Sağa çek, ineceğim…
Yalvar, yakar…
Korsan, sigara içmeyeceğine, radyoyla uğraşmayacağına söz verdi de, yolumuza devam ettik…
***
Mersin’ deyiz ama Antep’ ten kopmamışız.
Evimiz, düzenimiz hepsinden önemlisi annem orada…
Antep’ te o günlerde ortopedik uzuv konusunda epeyi ünlenmiş bir adam var…
Takma kol, bacak yapıyor, sorduk, soruşturduk deneyenler memnun..
Şakayla karışık “Gel sana bir takma kol yaptıralım” önerisine balıklama atladı, korsan…
Adam ölçtü, biçti, kalıp aldı..
-Yaparım ama her hafta provaya gelinecek…
“Tamam” dedi Mehmet…
Canına minnet, her hafta sonu prova bahanesiyle Antep’ e gelecek, annemin o efsaneleşen yemekleri…
Salt o nedenlerle uzadı da kolun yerine takılması.
Neyse sonunda takma da olsa bir kola kavuştu Mehmet…
Bir süre kullandı da…
Sonra günün birinde geldi başına gelenleri anlattı ki, gülmekten krizler geçirtti hepimize..
Mehmet günün birinde Çamlıbel’ de bir pastaneye giriyor.
Mersin’in sosyetik kadınları da orda.
Her gelen vestiyere şapkasını, kürkünü, mantosunu bırakıp geçiyor içeri…
Korsan’ da bunalmış, takma kolun yorması, terletmesi…
Vestiyere yaklaşıyor. Palto, manto uzatanların arasında o da takma kolunu söküp, uzatıyor…
Kadınlar, Mehmed’ in bağlarından söküp çıkardığı protezi inanılmaz gözlerle izlerken o gayet sakin yürüyor masaya…
Tepkilere güldü geçti ama sanırım ağır gelmişti sentetik protez, çıkardı attı bir süre sonra, bir daha görmedik taktığını…
***
Koluyla ilgili en çarpıcı öyküyü ise bir akşam hepimizin kafaları dumanlıyken anlatıverdi…
Kolun kopmasının üzerinden birkaç yıl geçmiştir.
Bir gün Mehmed, Nedim Sabah ile birlikte İstanbul’ a gider…
Altlarında Sabah’ ın gemiyi andıran Amerikan heyulası..
Beşiktaş’ tan Kabataş’ a doğru ilerlerken Dolmabahçe meydanının ortasında, yukarıdan Gümüşsuyu istikametinden kopup gelen bir araç gelir bunlara bindirir…
Araba bir yana, bunlar başka yanlara savrulurlar…
Kendinden geçen Mehmed bir süre sonra gözlerini açar, tepesinde bir polis yerde yatmasına aldırmadan sağı solu kolaçan etmekte…
“Hemşerim, kaldırıp hastaneye götürsene beni” diye seslenir polise…
Polis acır gibi bakar bizimkine, aramaya devam ederken de söylenir:
-Kolun kopmuş kardeşim, onu bulalım da öyle gidelim, bakarsın dikilir, mikilir…
Mehmet acı içinde can havliyle bağırır:
-Yahu ne kolu o aradığın kol, yıllar önce kayboldu, sen beni bir önce acile yetiştirmezsen koldan vazgeçtim, candan olacağım…
***
Korsanımız Azakhan ile özdeşleşmişti.
Hanın yıkılmasıyla zaten bir süredir gerileyen işler tümüyle dibe vurdu.
Bir süre sağa sola takıldı… Baktı ki olmuyor, göçtü Istanbul’ a…(O dönemde ben de İstanbul’daydım)
Saksısından koparılmış bir gül gibi, her gün Mersin’i, eski günleri anarak, yaşamaya, ayakta kalmaya çalıştı bir süre…
Dedim ya, dalından kopmuştu bir kere…
Dokusu uyuşmadı, havası/suyu uymadı..
Ne derseniz deyin, o canlı 24 saati dolu dolu yaşayan insanın kalan enerjisini de emdi, bitirdi İstanbul…
Yaklaşık 10 yıl önce, tesadüf bu ya, neredeyse aynı günlerde Mersin’ e geri döndük…
Sonra…
Sonrası yürek burkan gelişmelerdi…
Azakhan’ ın yıkılmasıyla bozulan büyü, o dönemin dostluklarını da uçurup götürmüştü. Her an birbirini gören nice dost tesadüf eseri karşılaşır olmuştuk…
Günün birinde sevgili eşini, Nihal’ ini kaybettiğini duydum…
Onun gidişiyle kendisini dünyaya bağlayan en önemli yaşam destek ünitesi de eridi gitti sanki…
Ağustoslardan bir ağustos, cumartesilerden bir cumartesi…
Minarelerden yükselen Selanın sonunda adını duyduğumda elim kolum boşaldı…
Bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçen 35 yıla sığdırılmış, sıkıştırılmış nice anı…
Doğan 99’ lar, liman lokantası, Türkmen otelinin havuzu ve Kel Hasan’ nın Lagos’ u…
Biraz Soli, çokça Narlıkuyu…
Dile gelse de anlatsa o tek kola sığdırılmış yaşam sevincini, her sanatçıya eşlik eden kıpır kıpır yüreği…
Çoğunuz için bir şey ifade etmediğini bilirim Mehmet Cömert’ in ölümünün…
Oysa Mersin bir daha geri gelmez son korsanını yitirdi…
Güle güle git kalbi en temiz korsan…
Güzel insan..
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:20:15.235-08:00
FIBA 2010.. Antalya’ nın yerine Kayseri…
FIBA 2010.. Antalya’ nın yerine Kayseri…
Önce, “Anadolu’ nun yerini biliyor musun? Yüksekova’ yı haritada bulur musun” saçmalıklarıyla Baykal’ın eleştirilerinden nasibini alan Costner ile ilgili çarpıcı haber:
“AK Parti seni bu işler için kaç paraya bağladı” anlamındaki cümleyle suçlanan garibim aktör, meğer Menderes Türel’in koltuğuna oturan Mustafa Ayaydın döneminde Büyükşehir Belediyesinin onur konuğu olarak Altın portakal film festivaline davet edilmiş…
Haber malum ekibin, yandaş medyası! dışındaki tarafsız köşelerde yer aldı da, detaylarını öğrendik:
“Demokratik açılımı desteklediği için CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın hışmına uğrayan Costner’ ın, CHP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi’nce düzenlenecek 46. Altın Portakal Film Festivali’ne getirilmek istendiği ortaya çıktı. ‘Demokratik açılımı candan destekliyorum’ dedikten sonra Baykal tarafından ?Sen git artistliğini yap’ diye eleştirilen ünlü yıldızın 150 bin Euro ücretinin festival komitesine çok gelmesi nedeniyle teklifi red ettiği öğrenildi.”
150 bin dolar yüzünden 150 milyon dolarla ölçülmeyecek tanıtımdan yoksun kalan Antalya…
Aslında bu bir Belediye Başkanının tek başına becerdiği cinsten bir şey değil.
Eski dönemlerde kalması, iflas etmesi gereken bir kez daha duvara toslayışı….
Sorun bir Büyükşehir Belediyesince Altın Portakal festivaline davet edilen bir aktörün, o belediye başkanının mensup olduğu parti genel başkanınca yerden yere vurulmasıyla da sınırlı değil…
Keşke öyle olsa, ama değil…
2004 seçimleriyle beklenmedik biçimde CHP’ nin yerine AK Parti kimlikli bir Belediye Başkanına kucak açan Antalya, 2009’ da Menderes Türel’in yerine ulusalcılığıyla ünlü eski Akdeniz Üniversitesi Rektörü Mustafa Akaydın’ ı Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturtmakla –iyi veya kötü kararını zaman ve halk söyleyecek- kararını verdi…
Seçim döneminde ben herkesle çalışırım, siyasi tercihlerimi kendime saklarım diyen ünlü Rektör 29 Martın ardından Atatürkçü dünürlerini ve yakın çevreyi önemli koltuklara oturttu…
Kimsenin bunlara da fazla diyecek sözü olamazdı aslında…
Olmadı da, zaten…
Ama iş, işsiz yakın çevreye istihdam yaratmakla sınırlı kalmadı…
Çok daha önemli tercihlerde genlere işlemiş tavır ve tepkiler ortaya çıktı…
Örnek mi?
FIBA 2010- Dünya Basketbol şampiyonası…
Yıllar önce sabık Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’ in alın teri göz nuruyla Antalya’ yı içine hatta merkezine dahil etmeye çalıştığı büyük organizasyon…
İş kendi haline bırakılsa, Belediye Başkanının değişmesi bile süreci çok fazla etkilemeyecekti.
Öyle olmadı.
29 Mart seçimleriyle iş başına gelen aslan sosyal demokratımız öncelikle yeni tercihlerini ortaya koydu.
Atatürkçü dünürler, onların çocukları, Üniversitede mücadelelerin verildiği tanıdıklar, yakınlar, vs.. vs…
Sonrasını hep birlikte izledik…
15 bin kişilik kapalı spor salonunun zamanında bitirilip bitirilmeyeceğini araştırmak üzere Antalya’ ya gelen Uluslar arası Basketbol Federasyonu FIBA yetkilileri değişen Belediye Başkanlarıyla birlikte nelerin nasıl değişebileceğini şaşkınlık içinde izlediler.
Tanık oldukları çok ta umurlarında değildi.
Sahilleri, kumsalları, dünyaya parmak ısırtan 5 yıldızlı otelleri, tatil köyleriyle tüm dünyanın gelmek için hayaller kurduğu kentteki anlayış değişimini acımasız biçimde cezalandırdılar.
Daha doğrusu ne eksik ne fazla, onlar gerekeni, daha doğrusu görevlerini yaptılar…
Bitmesi şüpheli, özellikle de dünyadaki gelişmelerden habersiz ve ‘çarşı her şeye karşı’ anlayışındaki yönetimi ve başındaki Akaydın’ ı kaderine terk edip, Antalya yerine önerilen dünya standartlarına uygun, aranan tüm koşulları karşılayan Kayseri’ deki 15 bin kişilik kapalı spor salonunu 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası için en uygun tesis olarak kabul ettiler.
Böylece Kayseri, 28 Ağustos – 12 Eylül 2010 tarihleri arasında düzenlenecek olan 2010 FIBA Dünya Şampiyonası, grup maçlarının oynanacağı 4. kent olarak ilan edildi.
Türkiye Basketbol Federasyon Başkanı Turgay Demirel, Antalya’ nın değişen Belediye Başkanlığına bağlı olumsuzluğu, diplomatik dilin kibarlığına rağmen şu sözlerle izah etmeye çalışırken şunları söylüyordu:
, “Eminiz ki Kayseri bu önemli organizasyona en mükemmel şekilde ev sahipliği yapacak. Kayseri birçok açıdan böylesine önemli bir şampiyonaya evsahipliği yapabilecek bir konumda. Gerek yeni ve FIBA’nın her türlü şartını karşılayabilen KH Spor Salonu gerek uluslararası bir havaalanına sahip olması gerekse de şehirde bulunan birçok beş yıldızlı otel Kayseri’yi bizim için önemli bir konuma taşıyor. Kayseri’deki yerel yetkililer de bize her konuda büyük destek sağlıyor ve hem basketbolun hem de sporun şehirde belli bir yere gelmesi için çabalıyorlar. Antalya ile ilgili olarak Antalya Büyükşehir Belediyesi ve hükümet yetkilileri ile elimizden gelen her türlü çalışmayı yaptık ancak şu aşamadan sonra son kararımızı Kayseri’den yana kullanmak zorunda kaldık”
450 bin yataklı turizmin başkenti Antalya yerine Kayseri’ yi tercih etmek zorunda kalanlar bile ezilmişti de, asıl sorumluluk sahibi olması gerekenlerin umurunda değildi gelişmeler.
O kadar umurlarında değildi ki, büyük bir pişkinlikle çıkıp suçu iktidara yüklemeyi yeğlediler.
İnandırıcı oldular mı?
Bu konuda en ciddi eleştiriyi, halkla ilişkiler başta olmak üzere bu ve benzeri etkinliklerin önemini ve değerini bilen Ali Saydam dile getirdi.
Kaçırmış olması olasılığına karşı meraklısının göz atması dileğiyle o çok önemsediğim yazının önemli bölümlerini bir kez daha köşeme taşıyorum.
“Armut piş, ağzıma düş” misali, 17. Akdeniz Oyunlarını, parmaklarını kıpırdatmadan Mersin’e getireceğini zan edenlere ders olması amacıyla:
”
İstanbul’un ve 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası maçlarının oynanacağı diğer kentlerin tüm dünyada nasıl bir iletişim olanağı bulacaklarını söylemek için ne iletişimi bilmek gerekir, ne de kahin olmak. Başta ABD olmak üzere turnuvaya katılmaya hak kazanan tüm ülkelerde; sonra da maç yayınlarını izleyecek çeşitli ülkelerdeki milyarların evinin içinde, oturma ve yatak odalarında… Oralara girme fırsatı ne büyük şanstır…
Peki bu şans bir kent olarak nasıl tepilir?..
Akıl alır gibi değil… Böyle bir şans için her türlü maliyet, her türden bedel ödenmez mi?.. Bu şansı tepmek için nasıl bir dünya görüşüne, nasıl bir belediyecilik anlayışına sahip olmak lazımdır?..
Niye soruyoruz bu soruları?..
Çünkü FIBA Genel Sekreteri Patrick Baumann bile dün AKŞAM’da yer alan habere göre demiş ki: ‘Dünya Basketbol Şampiyonası bizim en büyük ve en değerli organizasyonumuz. Adeta bizim elmasımız. Bu elmasın içinde, keşke Antalya da olsaydı. Bunu herkes çok istiyordu. Antalya’nın şampiyona takviminde yer almaması hepimizi üzdü. Bu şehirde çok iyi deneyimler yaşadık. Dünya Şampiyonası için gelecek olanlar da, Antalya’nın güzel sahillerini merak ediyordu…’ vb.
Bilindiği üzere denetçi firma BG-Algoe’nin sunduğu raporlar doğrultusunda Antalya’daki salon inşaatının şampiyona için risk oluşturabileceği görülmüş, onun üzerine o grubunun maçlarının Kayseri’ye alınması kararlaştırılmıştı…
Yetkililere sordum, ‘Nasıl oldu bu iş?’ diye…
Dediler ki, ‘Yeni seçilen Antalya Belediye Başkanı herhalde olaya inanmıyordu; yoksa mutlaka tüm sorunların üstesinden gelirdi…’
İşte beceriksizliğin yeni zaferi.
Ne lüzum var onca yatırıma?
Üç tane maç için 15 bin kişilik kapalı spor salonunun inşasına ne gerek…
O kadar borçlanacağız da ne olacak…
Elini eteğini çekersin bu işlerden olur biter. Hem o salonun inşasından mutlaka birileri para yiyecekti, onu da engellemiş olursun. Hiçbir iş yapmazsan, zaten kimse de eleştirecek bir şeyler bulamaz…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:16:24.683-08:00
Tarsus’a gitme çilesi…
Tarsus’a gitme çilesi…
Hayır, hayır günümüzden söz etmiyorum…
Ama tarih öncesine, Kleopatra dönemine de gidecek değilim…
Anlatacağım yolculuk Cumhuriyet döneminin 1930’ larına, hani şu her fırsatta öğündüğümüz “Anayurdu demir ağlarla ördüğümüz” ama insanların binecek parayı bulamadıkları, o nedenle boş vagonların raylar üzerinde beyhude gidip geldikleri yıllara ait…
-Düz bir memurun 30 Lira maaşa talim ettiği, ama Ankara-Konya tren biletinin 14 lira olduğu o zor dönem-
Demiryoluyla rekabet etmesi açısından hayli önemli bir güzergahtan Mersin-Tarsus karayolundan söz edeceğim.
Mersin’in demiryoluyla tanışması 1886 Yılına dayanıyor…
Önce İngilizler, ardından Fransızlar ve Almanlar…
Haydarpaşa-Bağdat demiryolunun bu en önemli ayağı, Mersin’in gelişmesine önemli katkılar sağlamış ve Cumhuriyetin ilk yıllarında 15 milyonluk genç Türkiye’ nin 5 milyonluk bölümünün dünyaya açılmasını sağlayan en önemli Anadolu damarlarını oluşturmuştur…
Konya, Kayseri ve Gaziantep başta olmak üzere tüm Orta Anadolu ve Doğu ile Güneydoğu demiryolunun sağladığı katkıyla Mersin iskelelerine ve burada bekleyen gemiler sayesinde de tüm dünyaya ulaşma olanağını bulmuşlardır…
Tren yolunun özellikle yolcular için zaman içinde önemini yitirip, sahneyi karayoluna bırakması 1930’ larda başlamıştır ama, ilk yıllarda hayli maceralı, çileli bir yolculuktur bu…
At arabalarının yerini Amerikan Ford otomobillere bıraktığı, 6 saat süren yolculuğun 2 saate indiği 1932’ de Mersin-Tarsus yolu ne durumdaydı?
Nasıl bir yolculuk söz konusuydu?
Bu konuda en canlı anılar o günlerin gerçek tanığı olan yerel gazeteleri…
Yolun kalitesi, Nafia Vekaletine bağlı (Bugünkü adıyla Bayındırlık Bakanlığı) yerel Nafia Müdürlüğüyle söz konusu dönemin Mersin’in gözü, kulağı, dili yayın organı Yeni Mersin gazetesi arasında yaşanan polemikle ortaya çıkıyor…
20 Temmuz 1932 günkü gazetenin dikkat çekmez bir köşesinde küçücük bir haber:
“Tarsus yolunun bazı kısımları tamir edilmektedir. Burayı görenlerin ifadesine göre, tamirat çok basit bir surette taşlar sökülerek üzerine toprak dökülüyor ve tesviyesi de el ile yapılıyormuş!.. Bu şekilde yapılan tamiratın hiçbir kıymeti yoktur. Sarf edilen paralara da yazıktır. Merciin nazarı dikkatini celp ederiz.”
O günlerde bile çok önemli bir güzergah olan Mersin-Tarsus yolu tamiratının uyduruk biçimde yapıldığına ilişkin küçük, küçücük bir haber…
Harcanan paraların boşa gittiğini iddia eden haber üzerine “dikkati çekilen kurum” hemen harekete geçer.
İşin araştırılması, üstlenicinin baştan savma tamirat yaptığının denetlenmesi ve kamuoyunun bilgilendirilmesi yönünde gelişme bekliyorsanız, yanılıyorsunuz…
Gazeteye gönderilen zehir, zemberek bir cevaptır bu…
Hiç vakit geçirmeden, daha gazetedeki haberin harfleri bozulmadan gelir yanıt…
İşte 21.7.1932 tarihli Yeni Mersin gazetesinde “Nafia Dairesi cevap veriyor” başlığıyla yer alan yanıt:
“Yapılan tamirat meydandadır. Bütün gidip gelenler bunu görüyorlar”
Alt başlığının ardından belli ki çok kızmış daire müdürü şöyle sürdürür sözlerini:
“Gazetenizin 20.7.1932 tarihli nüshasının birinci sayfasının son sütununda, ‘Tarsus yolu’ başlıklı yazınızdan bir şey anlaşılmamıştır. Bu nedenle daha açık biçimde yazınız ki cevap verelim. Nafia İdaresi yaptığı işin bilincindedir. Kendisine ayrılan bütçenin olanakları çerçevesinde hizmet vermeğe çalışmaktadır.
Merciin nazarı dikkatini celbe gelince, esasen mercii her vakit ve her an yollar üzerinde ve iş başındadır. Masa başında uyuyan Nafia dönemi çoktan yıkılmıştır.
Keyfiyetin aynı sütunda yayınlanmasını ve haberin düzeltilmesini dilerim, efendim.”
Yazı ve anında gelen cevap aynen böyle…(Elbette anlaşılır olması açısından günümüz Türkçesine uyarlarken öze asla dokunmayan sözcük değiştirmelerim hariç)
Peki, görenlerin ifadesini dile getiren gazete veya zehir zemberek açıklamayı yapan İdare yetkilisi, taraflardan hangisi doğruyu söylüyordu?
Daha doğrusu Mersin’den Tarsus’a gidecek biri hangi koşullarda yolculuk yapıyor, kendisini neler bekliyordu?
O günlerde aynı gazetede yayınlanan bir yazı, kelimenin tam anlamıyla yaşanlara ışık tutacaktır sanırım.
İşte yaptığı işin bilincinde olduğunu iddia eden idarenin tamir ettiği yoldan otomobille Tarsus’a giden bir yolcunun kaleminden ilginç bir otomobil yolculuğu…
Motorlu araçların yeni yeni hayatımıza girdiği o günlerden geriye kalan tatlı bir anı olarak ta okuyabilirsiniz, yakın tarih tanığının yazdıklarını…
Not: Çok az da olsa kimi sözcükler, yazının aslına ve ruhuna dokunmadan, anlaşılması açısından günümüz diline uyarlanmıştır. (aa)
Mersin, Tarsus Belediyelerinin nazarı dikkatine
Otomobil ile yolculuk nasıl oluyor?
Şimendifer varken otomobille yolculuk etmek, kendi hesabıma hiç hatırımdan geçmez.
Fakat bazen ani ve acil işler için tren zamanını beklemek mümkün olamıyor.
Araba veya atla gidecek değilsin ya..
Elbette Mersin ile Tarsus arasında işleyen külüstür otomobillerden birine müracaat…
Otomobil durak mahallindeki kahvemsi yere yaklaşır yaklaşmaz, şoförler güya kendilerine kontratlı imişsin gibi yakana sarılır.
-Buyurun efendi, hazırız işte, gidiyoruz. Müşterilerimiz falanca yerde bekliyor.
Eğer safdillik yapar, inanır ve otomobile binerseniz, yandığınız gündür.
Sizi biraz gezdirir ve herkese teşhir ederler. Yok eğer biraz tecrübeniz varsa, otomobil doluncaya kadar, yani dört kişilik yere altı kişi alıncaya kadar oturur, bir kahve alır ve istirahat edersiniz.
Müşteriler tamam, hareket yakın…
Şimdi; tanıdıklarınız yanınızda ise veda ondan sonra da tövbe ve istiğfar sırası gelir.
Dünya bu… İşini sağlam yap… Ne olur, ne olmaz…
Atalarımız dememiş mi?
Gidip gelmemek, gelip görmemek var…
Otomobile bineceksiniz ya sorarsınız:
-Kuzum otomobilci, lastikler sağlam mı? Yedek lastiğin var mı? Benzinin bizi götürür mü?
Gece ise ilave edersiniz:
-Lambaların yanar mı? Kornan öter mi?
-Hay hay efendi, hepsi tamam.. Hiç merak etmeyin…
Kısmen inanır görünerek, binersiniz…
Otomobil şehri çıkar, biraz ilerlersiniz, derhal durur.
-Hayırdır inşallah, ne oldu?
-Efendim bir şey yok, benzin kapağını açmamışım da!
Bir müddet beklersiniz, o bir şeyler yapar..
Biraz daha ilerlersiniz, bu sefer lastik patlar. Haydi lütfen aşağı ininiz. Gelin görün ki yedek lastik yok. Tamirat yarım saat, bir saat… Güneş altında beklersiniz.
-Buyurun efendiler…
Yine binersiniz, bu kez güzel gidiyorsunuz, şehir karşınızda görünüyor.
Memnunsunuz, fakat bu memnuniyet çok devam etmez.
Yine otomobil durur.
Şoför bu defa daha ciddi söylenir:
-Hay Allah cezasını versin, benzin tükendi.
Tekrar aşağı, tabana kuvvet, ver elini ey şehir…
Bu şekilde yapılan yolculuk kısmen iyidir. Kazasız savuşturulmuş demektir.
Ya maazallah otomobil devrilse, gözünüz kafanız parçalansaydı…
İnsan haline daima şükretmeli, “Allah beterinden saklasın” demeli…
Mersin-Tarsus arasında işleyen otomobillerin sıkı bir kontrole tutulmasını defalarca rica ettik. Ara sıra, Belediyelerin aklına gelir, bu işle alakadar olunur, fakat ne yazıktır ki, çok çabuk unutulur.
Ceza usulleri de halkın lehine değildir. Alınan cezalar yalnız Belediye kasasına gelir gibidir.
Halbuki şoförler meslekten geçici olarak men edilmek şartıyla cezalandırılsa çok daha tesirli olur ve kimse halkın rahat ve sıhhatiyle eğlenmiş olmaz.
Anlatılmak ve öğretilmek lazımdır ki, bunlardan başka vaktin de kıymeti vardır.
Ve bazı saatler, dakikalar olur ki, onların kaybı sahiplerine telafisi imkansız zararlar verir.
Bu hususta Belediyelerimizin tekrar nazarı dikkatini celbederiz…”
***
Saatler süren ve çoğu zaman hüsranla sonuçlanan bir Tarsus yolculuğu günümüz insanına ancak bu kadar anlatılabilir…
İyisi mi aynı yıllarda Nizip’ ten çıkan bir yolcunun o çileli ölüm virajlarından sağ salim kurtulunca duygularını dile getirdiği cümleyle sonlandırmak yazıyı:
Bugünlerde 10 dakikada alınan 30 km lik yola, sabahleyin çıkan adam akşam Antebe varınca sevinç içinde haykırmış:
“İnsan oğlu kuş misali, sabah neredeydim, şimdi neredeyim…”
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-25T20:14:34.359-08:00
Teşvikler ve Mersin… Anlatamadık, anlayamadılar…
Teşvikler ve Mersin…
Anlatamadık, anlayamadılar…
Son yıllarda yürürlüğe koyulan tüm teşvik uygulamalarına Mersin penceresinden bakıldığında söylenecek tek söz vardır:
“Ne biz kendimizi anlatabildik, ne de bizi anladılar!
Anlamak ne kelime, dinleme lütfunda bile bulunmadı, yeri geldiğinde, siyasetçiyi de yönlendiren Ankara bürokrasisi…
36 ili kapsayan 1 Ekim 2003 tarihli teşvik yasasında da Mersin’in adı yoktu.
Ardından 4 Haziran 2005 günü yayınlanan ve mevcut 36 ile yeni 13 ili daha eklemleyerek teşvikli il sayısını 49’ a çıkaran o çok ünlü, çok tartışmalı yeni teşvik uygulamasında da… Her ikisinde de, görünmez bir el Mersin’i gelişmiş iller kategorisine sokarak, teşviklerden mahrum bıraktı.
Doğruydu, yanlıştı tartışmalarının bir anlamı yok artık…
Ama bugünlerde yepyeni anlayışla hazırlandığı söylenen ve adım adım hayata geçirilen son teşvik modeline baktığımızda, bu kentin geçen zaman boyunca yaşadığı sıkıntıları etkili/yetkili hiç kimsenin anlamadığı ortaya çıkıyor…
Gerçeği görmek için öyle derin analizlere gerek yok…
Türkiye’ nin dört ayrı renkle dört ayrı kategoriye ayrıldığı haritaya göz atmak, yeter de artar bile…
Örneğin Kayseri, Konya ve Gaziantep gibi sanayide çağ atlamış iller teşvikten daha çok yararlanan 3. bölgede ama Mersin, Adana ve Antalya daha gelişmiş kabul edilen ve bu nedenle daha az teşvik edilen 2. bölgede…
Ne var bunda, ne güzel bizi de gelişmiş iller arasına sokmuşlar diyenler olabilir…
Ama kazın ayağı öyle değil…
3. ve 4. bölgede yer alan iller işsizliğe çare olacak “emek yoğun” yatırımlar için her türlü teşvikten (vergi indirimi hatta istisnası/sosyal güvenlik kesintilerinin devletçe üstlenilmesi/kredi faizlerinin belli kısmının hazine tarafından karşılanması/bedava arazi tahsisi/daha ucuz enerji temini v.s.) yararlanırken 2.bölgedeki illere tanınan avantajlar çok daha az.
Peki, nasıl oluyor da; Mersin Kayseri, Konya, Gaziantep’ten daha yukarılarda yer alıyor?
Sorunun cevabı 2003 yılında Devlet Planlama Teşkilatınca yayınlanan ve tüm illerin durumunu ortaya koyan sosyo-ekonomik gelişmişlik performans tablosunda gizli…
Aslında tabloyu oluşturan kimi veriler Mersin’in içler acısı durumunu ortaya koyuyor.
Örneğin eğitim göstergelerindeki 22. sıra…
Örneğin 10 bin kişiye düşen hastane yatağı ve doktor sayılarındaki 45. sıra…
Bu rakamlar nedeniyle 1996 sosyo-ekonomik sıralamasında Türkiye 10. su olan Mersin 2003 sıralamasında 17. liğe düşmüş bir kent…
Ülke genelinde -güneydoğu ve doğu Anadolu dâhil- 7 basamak aşağı inen başka il yokken, kelimenin tam anlamıyla dibe vuran Mersin’in, iş teşviklere geldiğinde, nispeten tuzu kuruların yer aldığı 2.bölgeye sokuşturulmasının altında tek bir somut gösterge var:
“Gayri Safi Yurt İçi Hasıla İçindeki Pay” olarak belirlenen rakam ve bu rakamın Türkiye sıralamasındaki 7. liği…
Eğitimde, özellikle de sağlıkta pek çok geri kalmış ilin de altında yer alan Mersin’in milli gelir ortalamasının yüksekliği ne derece sağlıklı?
Can alıcı soru budur ve sorunun yanıtı içinde bulunduğumuz durumun ne kadar çok anlatılmaya ve anlaşılmaya muhtaç olduğunu ortaya koyacak cinsten…
Mersin’i, aslında yer alması gerekenlerin çok üstünde bir yere koyan milli gelir verilerinin yüksek tutan üç ana neden var:
-Liman gelirleri
-Serbest bölge gelirleri
-Sigara ve bazı içecekleri üreten bazı firmaların devlete ödediği ÖTV vergileri Mersin hanesinde yer almakta…
Halka doğrudan yansıması hayli zor bu gelirler Mersin’in hanesine yazılmakta, böylece Mersin ekonomik performans kriterlerinde hak etmediği zirvelerde dolaşmakta…
Sonuçta çok çarpık bir tablo çıkıyor ortaya…
Kişi başına milli gelirde 7. sırada yer alan bir kent iş kamu yatırımları sıralamasına geldiğinde 23. sıraya inmekte, teşvik belgeli yatırımlarda ise ülke genelinde ancak 31. sırada yer alabilmektedir…
Çıkışın yolu, gerçeklerle bağdaşmayan ve bu kente ciddi anlamda katkısı olmayan bazı gelirlerden arındırılmış yeni bir çalışmanın yapılması ve bu sıralama ışığında illerin masaya yatırılmasından geçiyor.
Aslında Mersin son yıllarda kendi göbeğini kendi kesme adına ve yerel dinamiklerin katkısıyla kendisine özgü bir kalkınma stratejisi belirlemiş şanslı kentlerden biri…
Gölge edilmemesi halinde bu kent belirlediği üç lokomotif sektörün öncülüğünde gelişmek, büyümek, kalkınmak istiyor…
Taşımacılık (lojistik), turizm ve 21. yüzyılın yeni paradigmalarına uygun alternatif ürünlerle desteklenmiş, köylülükten işletmeciliğe yükselen bir tarım…
Yürürlüğe koyulan yeni teşvik modeli seçtiğimiz önceliklere ne kadar uygun?
4 bin yataklı Mersin’i, 450 bin yatağa sahip, her yıl 10 milyon turist ağırlayan, ülkenin turizm başkenti Antalya ile aynı kategoriye sokanların yanıtlaması gereken zor sorulardan biri budur…
Hangi yatırımcı eşit teşviklere sahip gelişmiş Antalya dururken, turizm anlamında geri kalmış yöreye –Mersin’e- yatırım yapar?
Bir başka affedilemez yanlışlık lojistik alanında yaşanıyor…
Limanı ve o liman çerçevesinde yer alan alt sektörleriyle Türkiye’ nin yakın gelecekte en önemli dış ticaret alanı özelliğini daha da pekiştirecek Mersin’ in bu alandaki önceliğine cevap verecek tek kelime barındırmıyor yeni teşvik uygulaması…
Gerçek tablo bu iken, Mersin neden meramını yeterince anlatamıyor?
Resmi verilere göre, son yıllarda işsizlik oranlarındaki şampiyonluğu kimseye kaptırmayan bir kent, nasıl oluyor da Kayseri, Konya, Gaziantep’in yer aldığı kategoriye bile giremiyor?…
Çünkü Mersin’in lobi gücü yok…
Söz konusu kentlerin siyasi gücünü, Bakanlıklardaki etkisini bir yana bırakalım.
En basitinden TOBB tepe yönetimine bakmak bile başka söze gerek bırakmıyor…
Meraklısı çiçeği burnunda Türkiye Odalar Borsalar Birliğinin son Yönetim Kuruluna göz atsın…
İstanbul, Ankara, Konya, Kayseri, Gaziantep, Bursa, Antalya…
Hatta Edirne, Trabzon…
Diyarbakır, Antakya var…
Ama Mersin yok…
Hem de yıllardır…
Hem de sosyo ekonomik gelişmişlik sıralamasında düşüşün hızlandığı, dibe doğru yuvarlandığımız 1990’ ların ortalarından bugüne uzanan süreç boyunca…
Her alandaki istikrarsızlığa inat, şaşmaz bir istikrarla…
Son teşvik uygulamasını irdelerken, “neden bize bu elbiseyi uygun buldular” sorusuna yanıt arayan herkesin meseleyi biraz da bu pencereden ele almasında yarar var…
Elbette bizi temsil etsin diye Ankara’ya gönderdiğimiz Milletvekillerinin –siyasi parti farkı gözetmeden- hayal kırıklığı yaşatan performanslarını tartışalım…
Ama kent dinamiklerinin son yıllarda, üst kuruluşlardaki temsil anlamına gelen başarısını –daha doğru tanımla başarısızlığını- göz ardı etmeden…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2009-12-10T05:45:34.564-08:00
Geleceğin dinamikleri… ABD ve Türkiye…
Geleceğin dinamikleri… ABD ve Türkiye…
Küresel krizin gölgesinde dünyanın sürdürdüğü en ciddi tartışma, krizin ne zaman biteceği, V, L, W gibi harflerden hangisine benzeyeceği gibi tartışmalar değildir…
Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla son 20 yıldır tek başına kalan dünyanın tartışılmaz süper gücü ABD’ nin konumunu kaybedip, kaybetmeyeceği, daha açık bir ifadeyle bundan sonraki geleceğidir…
Irak müdahalesiyle su yüzüne çıkan trilyonlarca dolara ve onca asker kaybına rağmen, somut başarı şöyle dursun dünyanın nefretiyle sonuçlanan sürecin de tetiklemesiyle neredeyse iflasın eşiğine gelen dünyanın tek hakiminin gerçekten tahtı sallanıyor mu?
Nerdeyse tüm üretimin uzak doğu Asya ülkelerine kaydığı bir dönem, tüketime dayalı bir toplumla daha ne kadar sürdürülebilir?
Daha da önemlisi sürdürülebilir mi?
Dünya sanayi toplumundan bilgi toplumuna doğru evriliyor.
Savaşın yerini barışın alacağı, yeni bir çağın eşiğindeyiz.
Üretimin rekabete açıldığı, sınırların anlamını yitirdiği “en iyiyi, en ucuza sunanların” ayakta kaldığı bu dönemde ABD neyi nasıl yapacak ta, kral olarak ayakta kalmaya devam edecek?
Amerikalılar bu can alıcı soruların yanıtlarını yıllardır sorguluyorlar.
19. yüzyılın sonlarında İngiltere’ den bayrağı aldıkları günlerde ve simgesel olarak seri araba üretimiyle sembolleşen eski dönemin yavaş yavaş bittiğini, artık yeni şeyler söyleme zamanının geldiğinin farkındalar.
1894 yılından beri dünya otomotiv endüstrisinin merkezi, kalbi, her şeyi sayılan Michigan’ ın 110 yıl oturduğu tahtını 2004’ te Kanada’ daki Ontario’ ya kaptırdığı günden beri, ellerinden kayıp giden bir döneme ağıtlar düzmenin ötesinde yapılacakların hazırlığındalar.
Bir kol işçisinin sağlık giderlerine ABD’ de 6800 dolar ödemek zorunda olan işverenin, aynı işçiye çok daha kaliteli sağlık hizmetini devletin üstlendiği ve patronun işçi başına 800 dolar ödediği Kanada’ ya gitmesinden daha doğal ne olabilirdi ki?
AB’ nin aksine alabildiğine pragmatist ABD girişimcisi, küreselleşmenin ve yeni dönemin alabildiğine farkında.
1929’ un deneyimiyle gümrük duvarlarını yükseltmenin, “gaza gelme, getirme” söylemlerinin de işe yaramayacağını yaşarak öğrenmiş üstelik.
Dünya artık küçük bir köy…
Bu köyde herkes en avantajlı gördüğü ülkeye giderek dilediğini üretebiliyor…
O halde başta ABD’ liler olmak üzere herkesin yanıtı üzerinde kafa patlatacağı soru çok açık:
“Diğerlerinden daha iyi ne yapabilirim?”
Can alıcı soruya gerçekçi cevap bulanlar ayakta kalacak, gerisi ezilecek…
Eskiden küçümsenen, aşağılanan üçüncü dünya ülkeleriyle mevcut koşullarda rekabet etmenin tek yolu tam da bu sorunun cevabında gizli:
“Mevcudu zaten birileri üretiyor, ben daha farklıyı nasıl yaratıp, kimlere hangi yöntemle satacağım?”
Eskinin emek-sermaye kavgasından ibaret yapılanmasının yerini herkesin her ikisini bolca bulduğu bu iki dinamik anlamını yitirdi.
Günümüz dünyasında bu ikiliden bol bir şey yok…
Demek ki, gelişmişlerin avantajlarını yitirmemesi için farklı kulvarlarda koşmaları, daha değişik adımlar atmaları gerekiyor.
Yıllar önce terk ettiği Apple’ e geri dönüp, birkaç yıl içinde önce i-pod ardından i-phone ürünlerini dünya pazarlarına sunan ve enkazın küllerinden yeniden yaratan Steve Jobs gibi…
Pakistan’ ın Vezirabad kasabasında 1 dolara diktirdiği futbol toplarını 15 milyon dünyalıya 130 dolara satan Nike ve Adidas gibi iki dünya markası…
1998 yılının sonlarında üç kuruşa kurulan ve bugünlerdeki piyasa değeri 160 milyar doları aşan Google…
3.doğum yıldönümünde 15 milyar dolarlık değere ulaşan Facebook…
Örnekler o kadar çok ki…
Emek-sermaye temeline oturan eski çağın yerini alan yeni dönemi besleyen en önemli kaynak insan aklı, düşüncesi…
ABD yeni dönemin hakimi olabilir mi?
Yükselen yeni yıldızlar Çin ve Hindistan’ ı nasıl bir gelecek bekliyor?
Sorunun yanıtını rakamlara bakarak yanıtlamak lazım…
ABD’yi 1880’ den beri oturduğu liderlik koltuğundan indirmek sanıldığı gibi kolay değil.
-Ne Almanya, ne İngiltere ne Sovyetler Birliği…
130 yıldır hiçbir ülke ekonomik anlamda ABD’ ye yaklaşamadı bile…
1.dünya savaşının eşiğinde 1913’te yarattığı GSYH itibariyle dünya pastasının %32 sine sahipti.
1940’tan 1950’ ye kadar soluksuz %50’ ye ulaştı…
1960’ ta %26, 1980’ de %22, 2000’ de %27, 2008’ de %25…
-Ne AB ne Japonya…
ABD her şeye rağmen bugün de dünyanın en rekabetçi ekonomisine sahiptir…
Geleceğin endüstrileri oldukları tartışılmaz; nanoteknoloji ve Biyoteknoloji alanlarındaki konumu bu konuda yeterince fikir verecek verilerle dolu:
Örneğin nanoteknolojide kendisini takip eden Almanya, İngiltere ve Çin’in toplamından daha fazla nanoteknoloji araştırma merkezlerini barındırmaktadır.
Bu alandaki patent sayısı tüm dünyanın toplamından fazladır.
Tıp, tarım, endüstriyel biyoteknolojilerine ayrılan araştırma bütçelerine gelince:
50 milyar dolarlık kaynakla bu alanda Avrupa’nın 5 katına ve dünya toplamının %76’sına ulaşmış durumda…
Bir başka ifadeyle biyoteknoloji araştırmalarına tüm dünya 1 dolar harcarken ABD 3 doları gözden çıkarıyor…
Yeni dönemde Çin başta olmak üzere Uzakdoğu üretim üssü olurken ABD hizmet ekonomisine dönüşecek.
Araştırma, geliştirme, sürekli yenilenen tasarımlar, yılda birkaç kez değiştirilmek zorunda kalınacak ürünler…
Tüm bunları gerçekleştirecek entelektüel birikime gelince…
İşte işin asıl sihirli formülü de burada gizli…
2030’ a doğru tüm gelişmiş ülkeler yaşlanırken ABD alacağı kaliteli göçle dünyanın en cazip vahası olmayı sürdürecek.
Doğurganlık oranı 2,1’in altında kalan her ülke gibi tüm AB ülkeleri, Japonya hatta Çin ve Güney Kore çalışan nüfus bakımından erirken ABD’ nin 2030 yılına kadar yeni 65 milyon göç alacağı tahmin ediliyor.
Japonya sadece 2010 yılında 3 milyon yeni emekliyi, tüketen emekliler ordusuna katarken ve daha önemlisi AB’ de 65 yaş üzeri insan sayısı 15 yaş altındaki yeni nüfusun iki katına ulaşırken gerçekleşecek bu…
2005’ te ortalama 35 yaşa sahip Çin 2050’ de 45 yaş ortalamasıyla yüzleşecek.
AB o kadar da şanslı değil. AB 2030 yılında 49 yaş ortalamasına ulaşacak..
Bugünden 1,4 ortalama doğum oranına Almanya ve 1,3 oranına sahip İtalya’ da en geç yüz yıl sonra Almanya ve İtalya’da “has Alman ve İtalyanlar” azınlığa düşecek. (Üstün ırklarıyla gururlanan Mussolloni ve Hitler’ in kemikleri sızlıyordur!)
-Tarih boyunca ilk kez 2008 yılında Almanya’da doğan bebek sayısı, ölenlerin gerisinde kaldı.-
Ya Türkiye?
Almanların en ciddi ve inanılır araştırmalarına imza atan Deutsche Bank baş analisti Norbert Walter’ e göre, çok fazla beklemeye bile gerek yok…
Bugün 28 yaş ortalamasına sahip Türkiye Cumhuriyetin 100. yılında 32,5 gibi ideale yakın konuma gelirken o günün Almanya’ sı 52 yaş ortalamasında olacak…
Kısaca Almanya’dan 19 yaş daha genç bir Türkiye…
Genç nüfus iyi de, her şeye yeter mi?
Genç ve dinamik bir nüfus refahın en önemli dinamiği ve yüksek büyüme için gerekli ama yeterli değil.
Örneğin bugün Türkiye’ nin nüfus ortalaması bakımından en genç kentleri 17,4 yaş ile Şırnak ve 21 yaş ortalamasındaki Batman…
En yaşlıları ise 35,3 ile Çanakkale, 35 ile Edirne…
İzmir gibi ülkenin en büyük 3. kenti bugünlerde 32 yaş ortalamasının gelecekte karşısına çıkaracağı sorunlar hakkında şimdiden kafa patlatıyor.
-Merak eden olur diye 2008 nüfus sayımından yola çıkarak Mersin’in de il genelindeki yaşını hesapladım: 30,70 gibi Türkiye ortalamasının üzerinde bir nüfus yapısına sahibiz. 825 bin nüfuslu Mersin merkezi ise il geneline oranla 29,78 yaş ortalamasıyla nispeten daha genç ama yine de Türkiye geneline göre daha yaşlı-
Batısı yaşlı, doğusu genç bir ülkemiz var kısaca…
Bugünlerde başlayan açılıma birde bu pencereden baksak…
Geleceğimizi kurtarma kapasitesi en yüksek zenginliğine şimdiden sahip çıksak…
Geleceğini dünyanın dört bucağından akacak 65 milyon göçmene ve bunların enerjisine bağlayan ABD…
Kendi insanının bu önemli potansiyelinden habersiz Türkiye…
Hadi, sanayi çağının önemli trenini kaçırdık…
Bilgi çağını da aymazlıklarımızla ıskalamak zorunda mıyız?
Üzerinde oturduğu zenginlikten habersiz yoksulluğu yaşamak, bu toprakların değişmez kaderi mi?
Ülkemizin yanıtını bulması gereken asıl soru budur ve bu sorunun cevabı tüm açılımlardan daha önemli sonuçlara ulaştıracak önemdedir…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-09-11T06:00:08.826-07:00
AK Parti Mersin Büyükşehir’i kazanmak istiyor mu?
AK Parti Mersin Büyükşehir’i kazanmak istiyor mu?
Bir önceki yazıda 22 Temmuz seçimlerinin Mersin Büyükşehir Belediye sınırları içindeki sonuçlarından yola çıkarak, varoşların desteğiyle CHP’ ye 5 bin fark atan AK Partinin son zamanlarda yapılan anketlerde –Büyükşehir Belediye Başkanlığı kulvarında- üstünlüğü yeniden Macit Özcan’ a kaptırdığını vurgulamıştık.
O anketler Başbakan Erdoğan’a da ulaşmış olmalı ki, dar kapsamlı bir toplantıda Mersin’le ilgili en çarpıcı değerlendirmeyi yapmış ve can alıcı soruyu yöneltmişti karşısındakilere:
“Nasıl oluyor da elle tutulur icraatı olmayan biri, anketlerde birinci çıkar?”
Gerçekten de , dışarıdan bakıldığında anlaşılması zor bir tablo var karşımızda..
Bir yıl içinde AK Parti tüm ülkede oylarını arttırırken, yükseliş grafiği neden Mersin’e yansımıyor?
Ne oldu da, Mersin yerelinde AK Parti 22 Temmuzda yakaladığı şansı büyük oranda törpüledi?
Mersin uzaklardan nabzı zor tutulan, karmaşık, anlaşılması meşakkatli bir kent.
Bu sorunun ise tek bir yanıtı yok…
Ama işe Başbakan Erdoğan’ın bir toplantıda dile getirdiği biraz da sitem ve hayret kokan “nasıl oluyor da, doğru dürüst iş yapmayan bir isim, anketlerde açık ara birinci çıkıyor?” sorusuyla başlamakta yarar var…
Soruyu yönelten Erdoğan’a o dar kapsamlı toplantıda kimin ne yanıt verdiğini –verip vermediğini- bilmiyorum..
Oysa konunun bam teli tam da o sorunun içeriğinde gizli.
AK Partinin 22 Temmuzda elde ettiği ve Türkiye ortalamasının hayli gerisinde kalsa da, Mersin’de elde ettiği kendi çapında başarılı sonucun ardından yapması gereken tek şey vardı.
Yakaladığı rüzgarla yelkenlerini doldurup yola çıkmak…
Abandone olmuş Özcan’ a karşı yarışacak güçlü bir isim çerçevesinde oluşturulacak kadroyla zaman geçirmeden 22 Temmuzun hemen ardından yerel seçim startını vermek.
O kadroların hazırlayacağı geleceğin Mersin’iyle ilgili projeler, partinin Büyükşehir Belediye Başkanınca belli bir strateji doğrultusunda halka anlatılacak, sürekli gündemde yer alacak bu isim ve ekibi kamuoyunca izlenmeye, hafızalarda yer almaya başlayacaktı.
Gölge Büyükşehir Belediye yönetimi olarak tanımlanan ve Büyükşehir Belediye Başkan adayı ile çevresinde yer alan kadro, geleceğin kentini yaratacak projeler yanında Özcan yönetiminin yanlışlarını, özellikle de son dört yılda varoşları dışlayan hatta yok sayan ve kaynakların büyük kısmını sahil boyu düzenlemelere ayıran politikalarını çok daha güçlü biçimde eleştirme şansını elde edecekti.
İnsanları ancak böyle bir strateji heyecanlandırır, gelecekle ilgili umutlandırırdı.
Her türlü yanlışın üstüne giden, bununla da kalmayıp, gelecekle ilgili büyük projeleri ortaya koyan vizyon sahibi bir Büyükşehir Başkan adayı ve çevresinde yer alan kadro…
Buna karşın AK Parti ne yaptı?
İktidarda olduğu İstanbul, Ankara, Bursa, Antalya, Adana, Konya, Gaziantep, Kayseri gibi gördü Mersin’i…
AK Parti genel merkezi açısından söz konusu kentlerde Başkan adayını erken ilan etmek faydadan çok zarar getirirdi o nedenle sıraladığım kentlerde bugünden isim açıklamak, bazen yıkımı büyük depremlere yol açar.
-Parti olarak örneğin Ankara’ da Melih Gökçek’in yerine başka bir isim düşünüyorsanız, yapmanız gereken tek şey bunu son saniyede açıklamanızdır. Aksi takdirde erken açıklanacak bir farklı isim karşısında Gökçek’in neler yapacağını düşünmek bile AK Partiyi ürpertir-
Oysa Mersin öyle mi?
Son günlerde Erdoğan mutlaka alınmasını hedeflediği İzmir, Diyarbakır ve Çankaya Belediyeleri için iktidarda oldukları kentlerden farklı bir strateji izlenerek adayların daha erken açıklanacağını dile getirip duruyor.
Gerçekten yapılması gereken bu.
Ama nedense sıraladığı kentler arasında Mersin yok…
Kafamı karıştıran ve yıllardır somut yanıtını alamadığım can alıcı soru da burada gizli.
Başbakan ve kurmayları acaba gerçek anlamda Mersin’i istiyorlar mı?
“Şimdi bu nasıl soru” diye kızanların, “öyle şey mi olur, neden istemesin?” tepkilerini duysam da yıllardır çözmeye çalıştığım problem gittikçe daha karmaşık hale geliyor…
Son bir yıldır sürekli olarak İzmir, Diyarbakır, Çankaya diyen Erdoğan, unuttuğu için mi Mersin’i anmaz?
Adı sanı bilinmez bir beldeden değil, ülkenin en büyük 6. kentinden ve yakın geleceğin İstanbul-İzmit eksenine rakip olacak Çukurova metropolünün en önemli merkezinden söz ediyoruz…
Önemini ve değerini çok iyi bildiği Mersin’i kazanılacak hedef kentler arasında görmemenin unutkanlıkla açıklanması mümkün mü?
Acaba Erdoğan ve kurmayları
“Türkiye’de yeterince Belediye kazandık, kazanacağız.
İzmir, Diyarbakır ve Çankaya Belediyelerini almanın sanılandan çok daha büyük etkileri sembolik anlamları var. Mersin de CHP’ nin olsun, en azından tablo tek takımlı oyun haline dönüşmesin” diye düşünüyor olabilirler mi?
İzmir’e yönelik seçim hamlesini “siyanürlü su raporlarıyla”başlatan AK Parti, İzmir’den çok daha fazla seçim kazandıracak malzemeye sahip Mersin’de neden dişe dokunur tek hamle yapmaz?
Tam aksine yerel anlamda, Özcan ve yanında yer alan CHP’ den çok muhafazakar kesime yakın ekibin sahneye koyduğu ve AK Parti’ ye dikte ettirmeye çalıştığı (şu ana kadar çok ta başarılı oldular), peşinen seçim kaybettirecek tüm yolların zayıfprofilli bir Başkan adayına yol açacağı bir süreç söz konusu…
Buna son üç yıldır İl Genel ve Büyükşehir Belediye Meclislerinde güçlü biçimde sürdürülen, AK Parti-CHP koalisyonu adındaki AK Partiye zarardan başka bir şey vermeyen mantıksız/hesapsız işbirliğinin kamuoyunda yarattığı olumsuzluk ve tahribat ta eklenince, o zor sorunun yanıtları çıkıyor ortaya…
9 yılda kent kaynaklarını 9 km lik sahil şeridine verip, varoşları yok sayan bir anlayış, Mersin gibi Siyaseten Türkiye’ nin en zor coğrafyasında, iki dönem yetmezmiş gibi üçüncü dönemin en güçlü adayı olabilir mi?
Bu duruma gelinmesinde, AK Parti yerel politikalarının, muhalefet konumunda olması gereken AK Partinin Mersin özelindeki beceriksizliklerinin yarattığı etkinin boyutları neler?
Görülüyor ki, daha uzun zaman bunaltıcı sıcaklardan beter sorulara yanıt aramayı sürdüreceğiz.
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-09-11T05:57:30.169-07:00
AK Parti Mersin’ de Özcan’ ın değirmenine su taşıyor.
AK Parti Mersin’ de Özcan’ ın değirmenine su taşıyor..
AK Parti’nin 2007 genel seçimleri sonuçlarıyla avucunda hissettiği Mersin Büyükşehir Belediye Başkanlığı şansı ne durumda?
Son bir yılda köprülerin altından hangi sular aktı da, Büyükşehir sınırları içinde CHP’ yi geride bırakarak 22 Temmuz seçimlerinden birinci parti olarak çıkan AK Parti zaman içinde bu şansını törpüledi?
-Kaldı ki son bir yıl içinde AK Partinin oy oranı Türkiye genelinde düşmedi, yükseldi.
Soruların yanıtlarını aradığımızda Mersin özelinde pek çok stratejik hatanın yapıldığı bir süreçten söz etmek mümkün…
Konuya girmeden önce 22 Temmuz seçim sonuçlarının açıklandığı günlerden kalma bir anekdot…
Sandıklar açılmış, sonuçlar açıklanmış, 2002 seçimlerinde Mersin’den 7 Milletvekili çıkaran CHP, 4 Milletvekilliğine razı olmuş.
Üstelik aynı CHP, dördüncü Milletvekilliğini de DTP’ nin elinden 300 civarında bir oy farkıyla son anda kapmış..
Mersin’in tüm varoşları özellikle de Kürt mahalleleri o günlerde savaş tamtamları çalan Baykal’ın CHP’ sine değil, AK Partiye yönelmişler.
Özellikle Mersin’den çok umutlu olan CHP’ nin büyük hayal kırıklığı yaşadığı seçimlerin ertesinde bir sabah Macit Özcan’ la karşılaştık.
Deyim yerindeyse üzerinden buldozer geçmiş gibiydi başkanın…
Baykal’ ın o günlerde neredeyse “Kuzey Irak’a savaş ilan edelim” e varan söylemlerinin Mersin sonuçları üzerindeki etkisinin farkındaydı ve bu tavrın yerel seçimlerde kendisini sandığa gömmesinden büyük endişe duyuyordu Özcan…
Sorun bununla da bitmiyordu.
CHP Mersin listesinin son anda değiştirilmesi ve temayül yoklamasında 15. sırada yer alan İsa Gök’ün son anda birinci sıraya oturtulmasından Özcan’ ı sorumlu tutan parti içinde etkin bir grup kendisi aleyhine, ağızlara alınmayacak kadar ağır ifadeler taşıyan el ilanı bastırmış, Mersin’in her noktasında dağıtıyordu.
Üst üste gelen hayal kırıklıkları ve şahsına yönelik söylemler, bir yanıyla duygusal Özcan’ ı kelimenin tam anlamıyla yıkmıştı.
O gün söylediklerini hiç unutmuyorum:
“22 Temmuz sabahına kadar, kesinlikle önümüzdeki yerel seçimlere girme kararındaydım. Ama şimdi karşımdaki tablo beni düşünmeye sevk ediyor. CHP Genel Merkezinin Kürtlere yönelik bu şahin politikaları ve söylemleriyle Mersin’de seçim kazanmanın zorluğu ortada”
Ve çok önemli bir ayrıntıya dikkat çekmişti:
“Üstelik benim oylarım CHP’nin en az 10 puan üstünde olmasına rağmen, adaylıkla ilgili kararımı önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak tablo belirleyecek”
Açıkça itiraf etmeliyim ki, Özcan’ ın partisinden 10 puan fazla oy potansiyeli taşıdığı iddiası o günlerde bana hiç te inandırıcı gelmemişti.
Dokunsanız düşecek, üzerine gitseniz bırakıp kaçacak bir ruh hali vardı üzerinde.
Bir yılı aşkın zaman ülke genelinde CHP’ ye değil ama Mersin’de Özcan’ a yaradı.
Kendisini toparladı, bugün 9 yıldır her nedense çözülmeyen çöp ve arıtma gibi projelerini son bir yılda tamamlamaya koyulan, 10 yıldır oturduğu Büyükşehir Belediye Başkanlığını 5 yıl daha sürdürmeye kararlı bir profil bulunuyor karşımızda..
Zaten son aylarda yapılan tüm anketlerden zaten somut rakibi olmayan Özcan açık ara birinci sırada çıkıyor…
Kısaca 22 Temmuz seçimlerinde CHP’den %5 fazla oy alan AK Parti’nin, son yapılan anketlere bakılırsa, yapılacak yerel seçimlerde Mersin Büyükşehir Belediyesini kazanma olasılığı bugün gelinen nokta itibariyle bir mucize gerçekleşmediği takdirde hayli zora girmiş durumda…
Acıdır ki, anketlerde Özcan öne çıkıyor ama bunu sağlayan hayata geçirdiği projeler, başarılı çalışmaları falan değil.
Tek nedeni Mersin yerelinde muhalefet olan AK Partinin bu muhalefeti bir türlü yapamaması, hatta muhalefet bir yana zaman zaman Özcan’ a arka çıkan tutum sergilemesi.
CHP İl Başkanı Faruk Akar’ın sözleri aslında tabloyu özetliyor:
“Büyükşehir Belediye Başkanımız elbette başarılı, başarısız olsaydı AK Parti eleştirirdi.”
Doğru söze ne denir?
Tüm gücünü ve Mersin’in kaynaklarını 9 yıldır 9 km lik sahil şeridine akıtan bir Belediye Başkanını eleştirecek bir tavır, söylem geliştiremiyorsanız, o konuda sandığa taşınacak bir hesap sorma yönteminiz yoksa, olacağı budur.
O zaman Başbakan Erdoğan Ankara’da dar kapsamlı bir toplantıda Mersin’le ilgili en çarpıcı değerlendirmeyi yapar ve can alıcı soruyu sorar da kimsenin gıkı çıkmaz.
“Nasıl oluyor da elle tutulur icraatı olmayan biri, anketlerde birinci çıkar?”
Kestirme yanıtı “alternatifsizlik ve muhalefet edememe”olan bir soru bu…
Mersin’in gelecekteki kaderini ciddi biçimde etkileyecek bu çok ciddi konuyu tartışmayı sürdüreceğiz..
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-07-25T05:02:23.724-07:00
Adana-Mersin hızlı treni gün sayıyor…
Adana-Mersin hızlı treni gün sayıyor…
Yıllar süren hayalin gerçekleşmesini dünya gözüyle görmek ne güzel…
Nihayet bu kentin makus talihini alt etmesine yönelik adımların biri daha atılıyor…
Son bir yılda peş peşe yaşadığımız olumlu gelişmeleri yeniden anımsamakta yarar var..
Dibe vuran Mersin’de son yıllardaki en önemli sıçrama limanın özelleştirilmesiyle yakalandı.
Mersin bu sayede ekonomik hareketlilik açısından büyük ivme kazandı.
Yılda güç bela 500 bin konteynır elleçleme kapasitesine erişmeye çalışan liman, küresel deneyime sahip yeni işletmecisinin de katkılarıyla bir yıl içinde eskisinin iki katına yakın büyüme istidadını gösterdi…
60 milyon dolarlık alt yapıya ilaveten, makine ve ekipmana harcanan 40 milyon doları da ilave edersek 100 milyon dolarlık yatırım sayesinde, Mersin son bir yıl içinde Türkiye’ nin en fazla gelişen limanı haline geldi..
Günlerce bekleyen gemiler artık bir iki saat içinde yanaşıp tahmil/tahliyelerini yapıyor, yeni rotalarına doğru yola koyuluyorlar…
Bekleme sorunu bitince, ihracatçının son yıllardaki en büyük kabusu olan “süper navlun zammı” da ortadan kalktı.
Özelleştirilmesi beklemeye alınan İzmir’de ihracatçı konteynır başına 60 dolarla/120 dolar arası ilave parayı ekstra bekleme riski olarak gemi acentelerine öderken, Mersin’ de o kabus dolu günler gerilerde kaldı.
Kentte yaşanan olumlu gelişim bu kadarla da sınırlı değil.
Mersin’de liman etkileşim alanları içinde yer alan açık, kapalı depolar, konteynır sahaları yoğun ilgi nedeniyle dolmakla kalmadı, bir yıl içinde 5 ile 10 kat arasında prim yaptı…
Liman ve yan sektörlerinin gösterdiği başarı mucizesinin altında özelleştirme kadar önemli bir etken daha var ki, onun da adı Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen…
22 Temmuz seçimlerine AK Parti Mersin adayı olarak giren ve seçimlerin ardından yeniden Dış Ticaretten sorumlu Bakanlık koltuğuna oturan Tüzmen, ruhunda kendisi gibi dış ticaret genlerini taşıyan bu kentin en önemli dinamiği olan limanın ortaya çıkan sıkıntılarını kendine özgü yöntemlerle çözmeyi başardı…
Özellikle sendikanın ve liman özelleştirmesiyle mağdur olacağına inandırılmış işçilerle, elinde tuttuğu gücü kaybetmeye tahammül edemeyen bürokrasinin devir işlemleri ertesinde takındığı sekter tutum, Tüzmen’ in dirayetli rötuşlarıyla akamete uğradı…
Kendi ifadesiyle gerektiğinde kullanmaktan çekinmediği kılıcı sayesinde gerek yeni işletmecinin gerekse de limandan hizmet alan tüm tarafları uzlaşmaya zorladı.
Herkes üzerine düşen konuda fedakarlık gösterince çok kısa zaman içinde başarı geldi.
Bu kadarla da sınırlı değil muhteşem öykü…
Günler yerine birkaç saate sığdırılan tahmil/tahliye işlemleri sayesinde Mersin limanına sefer düzenleyen armatörler fiyatlarını aşağıya çektiler…
İndirimler Mersin’de faaliyet gösteren ithalat/ihracatçı başta olmak üzere iş yapan tüm sektörlere küresel rekabet alanında avantaj olarak yansıdı…
Şimdi iki olumlu kırılmaya daha tanık olmaya hazırlanıyor Mersin…
Bunlardan biri çok kısa vadede gerçekleşecek olan Mersin-Adana hızlı tren hattı…
Diğeri uzun vadeli ama getirisiyle kent ekonomisine sihirli dokunuş sağlayacak olan Baharlı Uluslararası hava alanı ile çevresinde yer alacak dünya ticaret merkezi, fuar kompleksi, komşu ülkelere ring seferler sağlayacak bağlantılar…
Havaalanını başka bir yazıya bırakıp hızlı tren hattında yaşanan önemli ve yeni gelişmelerle bitirelim yazımızı…
22 Mayıs 2008 günü T.C. Demiryolları Genel Müdürü Süleyman Karaman Güney Kore’ nin başkenti Seul’ de düzenlenen bir törenle 140 km hız yapabilen yeni nesil dizel motorlu tren setlerinden ilk bölümünün teslimat törenine katıldı.
Trenler ilk etapta büyük yolcu kapasitesine sahip, kısa mesafeli kentler arasında hizmete sokulacak…
Belirlenen ilk güzergah Adana-Mersin ardından Denizli-İzmir…
Modern vagonlar eski hantal lokomotiflere inat, hem çok daha hızlı yol alıyor hem de daha kısa zamanda durup, kalkma özelliklerine sahipler…
Aslında bu özellikleriyle trenden çok hızlı ring seferleri yapan otobüsleri andırıyorlar…
Her vagon 72 yolcu taşıyor…
Genel Müdür Karaman binlerce kilometre ötelerden Seul’ den ilk seferlerin Mersin-Adana arasında yapılacağı müjdesini 22 Mayıs günü ilk partiyi teslim alırken açıkladı.
Yolculuk sırasında oturduğumuz yerde TV seyredeceğimiz, internet bağlantısı sayesinde dünya ile iletişimi sürdüreceğimiz bu teknoloji harikası yeni nesil trenlerin her vagonu özel motorlarla donatılmış durumda…
Bu sayede hem hız artıyor, hem de lokomotiflerde yaşanan enerji kayıpları olmadığı için, işletme maliyetlerinde büyük tasarruf sağlanıyor…
Tüzmen’ in uzun zamandır takip ettiği bu projeyle ilgili açıklamayı Mersin’e yapacağı 19 Haziran çıkarmasında müjdeleyeceği duyumları bile heyecan verici…
En geç Eylül ayında devreye alınması halinde bu vagonlar sayesinde Adana-Mersin arası bundan böyle yarım saatten az zamanda kat edilecek…
Adana ve Mersin ister istemez, iki rakip kent olmaktan çıkıp, bir banliyönün iki semti haline gelecekler…
İleride bir gün tamamlanacak Baharlı Uluslararası havaalanına entegre edilecek bu hızlı tren hattı sayesinde iki kent yaşayanlarının uçak terminaline on dakikada gidecek olmaları, rekabetle körlenen pek çok çekişmeyi de sona erdirecek…
Düşüncesi bile insanı heyecanlandıran hayal gibi projeler…
Hayalin asıl sevindirici yanı ise bu kez elimizle dokunacağımız yakınlıkta olması…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/15531567061061048538
2008-06-12T05:32:19.837-07:00
Su zengini Mersin’in susuzluk tehlikesi…
Su zengini Mersin’in susuzluk tehlikesi..
Aylardır Mersin bulvarlarını süsleyen bir afiş dikkatlerden kaçmıyor…
Bill Boardları süsleyen Macit Özcan görüntülerinin altında;
“İkinci isale hattını tamamladık, Mersin’in gelecek 50 yıllık su sorununu çözdük” mealinde bir slogan…
Yoğun gündem nedeniyle çok istememe rağmen ele alamadığım bu “su sorununun çözüldüğü” iddiasını değerlendirmek, son bir hafta içinde peş peşe gelen iki açıklama nedeniyle çok daha fazla önem kazandı…
Birbiriyle doğrudan ilintisiz ama aynı konuya değinen iki açıklama da; Mersin ve Tarsus’un su ihtiyacını sağlayan Berdan’ ın potansiyeli ve son durumuna ilişkin…
Açıklamalardan ilki Mersin Sulama Birliği Başkanı Özgül Sözer’ den geldi..
Mayıs ayı başındaki yağışların nisbi rahatlık yaratsa da kimseyi aldatmaması gerektiğini ifade eden Sözer uyarılarına şöyle devam ediyordu:
“Sulama şansı olmayan yerlerdeki üzüm bağlarından bundan böyle ürün alamayacağız. Bu gidişle önümüzdeki dönemde Mersin’ i içme suyunda da susuzluk tehlikesi bekliyor. Sistemdeki problemler nedeniyle şebekeye verilen suyun %60’ ı kayboluyor. MESKİ dağıtım şebekesini iyileştirmeli. Büyükşehir Belediyesi de bu yörede göletler, barajlar yapılmasına katkıda bulunmalı. Berdan barajının ekonomik ömrü bitmek üzere. Öyle iddia edildiği gibi Mersin’in 40 yıllık suyu yok. Bu bakımdan herkesin elini taşın altına sokması gerekiyor”
Konuyu çok net biçimde özetleyen Sözer’ in sözlerinin mürekkebi kurumadan Elektrik Mühendisleri Odası Mersin Şubesi Kamer Gülbeyaz Berdan havzası ile ilgili ciddi uyarılar yanında yapılması gerekenleri de özetleyen Oda görüşlerini kamuoyuyla paylaştı.
EMO Mersin Şube Başkanına göre;
Yılda 1,3 milyar metreküp suyun aktığı Berdan nehrinde şu anda su tutma kapasitesi 150 milyon m3 olan Berdan barajından başka tesis yok. Bu durumda 1 milyardan fazla su boşuboşuna denize akıyor. Oysa üst havzada yapılacak Pamukluk, Tepeköy v e Çiriştepe barajları sayesinde Berdan’a ilaveten 225 milyon m3 ek su tutma olanağı ortaya çıkar ve böylece Mersin sadece içme suyu değil, susuzluk tehlikesiyle yüz yüze kalan tarımsal sulama sorununu kökünden çözer…
Özetlemeye çalıştığım iki açıklama aylar önce benim el yordamıyla ulaştığım sonucu teyit ediyor…
Mersin’in su konusunda kendisine yettiği, gelecek 50 yıl boyunca sorunlarla karşılaşmayacağı iddiası ciddi hiçbir yanı olmayan, bilimsellikten uzak, kocaman bir masaldır..
Aslında Sulama Birliği Başkanı ve Mersin Elektrik Mühendisleri Odasından çok önce Büyükşehir’e bağlı MESKİ’ nin kendisi de benzer kaygılarla, çözümlere yönelik öneri ve görüşleri ifade etmişti
Aşağıdaki görüşler önsözü Macit Özcan imzasını taşıyan ve MESKİ’ nin 2008/2012 yılları arasındaki yol haritasını ortaya koyan 2007 yılına ait stratejik plandan seçtiğim iki cümle:
**Gelişmiş dünya kentlerinde %15 olan şebeke su kaybı, Gaziantep, Kayseri gibi illerde %30, Mersin’ de ise %65 …
**Mersin’e su sağlayacak ikinci bir kaynak da Pamuklu barajının proje ihalesi olup barajın 2015 yılında bitmesi planlanmaktadır. Pamuklu Barajı projesi sadece içme suyu değil aynı
zamanda sulama suyu ihtiyacı da dikkate alınarak hayata geçirilmesi…
Demek ki önce kaçak oranını önce Gaziantep, Kayseri ardından gelişmiş ülke ortalamalarına düşürmek..
Bunun kadar önemli asıl çözüm ise sularının büyük kısmı boşa akan Berdan nehri üzerinde ek yatırımlar özellikle de Pamuklu barajını yapmak…
Toparlayacak olursak;
Su rezervleri hızla azalan Türkiye sanıldığı gibi su zengini falan değil.
Kişi başına düşen miktarı itibariyle dünya ortalaması 8 bin m3 civarında iken bu rakam Türkiye’de 1040 m3 düzeyinde.
Su yoksulluğu eşik değeri bin m3 olduğuna göre yaklaşan büyük tehlikenin farkında olmak herkesin görevi..
Mersin aslında doğusundaki Berdan ve batısındaki Göksu ırmakları nedeniyle ülkenin şanslı kentlerinden biri.
Ama bu şans etkin biçimde değerlendirilmediği takdirde, yakın zamanda susuzlukla karşılaşmamız kaçınılmaz…
Bir yandan 1,3 milyar m3 suyun bir milyarının boşu boşuna denize aktığı Berdan…
Öte yandan susuzluk tehlikesinin kapıya dayandığı Mersin…
İşin çözümü EMO’ nun işaret ettiği gibi Berdan nehri üzerinde ve mevcut barajın yukarısına kurulacak yeni barajlar..
Özellikle de projesi tamamlanmış, 1999 dan beri start verilmeyi bekleyen Pamuklu Barajı…
Pamuklu’ ya derhal başlanmalı ki, Mersin 2012 de susuzluk diye kıvranmasın…
DSİ zaten yeterince zaman kaybedilen projeyi gün geçirmeden hayata geçirmeli…
Aksi takdirde!
Aksi takdirde Mersin sanılandan da yakın günlerde, en geç 3/5 yıl sonra susuzluk çekmeye başlar..
Macit Özcan’ ın iddia ettiği gibi bu kentin su sorunu öyle 40/50 yıl sonrasına kadar çözülmüş falan değil…
Çözümün yolu merkezi idarenin, il özel idaresi ve Büyükşehir Belediyesine bağlı MESKİ’ nin ele ele vermesinden geçiyor.
Büyükşehir Belediye Başkanı Özcan’ da yaklaşan seçimlere dönük propaganda kokan sloganlardan, söylemlerden kaçınmalı…
Mersin’in gelecek 50 yıllık su sorununu çözdük diyenler, yakın zamanda ortaya çıkabilecek susuzluk tehlikesi karşısında halk önünde mahcup duruma düşebilirler…
Dost acı söyler…
Bizden uyarması…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-06-12T05:30:18.657-07:00
Gidenin ardından…Kadri Şaman’ı yitirmenin kederi..
Gidenin ardından…Kadri Şaman’ı yitirmenin kederi..
2004 yılının son günleri..
İki elim kanda da olsa düzgün biçimde sürdürdüğüm sabah koşuma çıkıyorum..
Rota, tempo hatta yol arkadaşlarının bile istisnalar dışında 20 yılı aşkın süredir değişmediği–günah sayılmasa, ayine benzeteceğim- en keyifli lüksüm bu…
Birden karşıdan gelmekte olan Kadri başkana rastlıyorum…
Heyecanla ikimizin de yıllardır hayalini kurduğu gelişmeyi müjdeliyor…
“Ulaştırma Bakanı aradı, limanı özelleştirme idaresine devretme kararını iletti, en kısa zamanda da ihaleye çıkılacağını söyledi..”
Gerçekten bir sürpriz benim için…
Yıllardır söylense de, siyasi riskini almaktan çekinen politikacılar eliyle ağızda çiğnenen sakızdan farksız hale gelmiş bir konunun hiç beklemediğimiz biçim ve zamanda hal yoluna girmesi ikimizi de heyecanlandırıyor…
Koşuyu falan boşverip başkanla birlikte yürüyor, birkaç yıl içinde büyüyecek limanın Mersin’e getireceklerinin hayalini kuruyoruz…
Gerçekten de 30 Aralık 2004 günü resmi gazetede yayınlanan ilanla limanın 36 yıllığına kiralanması süreci başlıyor, bir yıldan kısa sürede devir işlemleri tamamlanıp, 2005 kasım ayında yeni işletmecisiyle el sıkışılıyor…
-Sonrasında açılan davalar, bir takım engellemelerle süreç geciktirilmeye çalışılsa da, bugün Mersin limanı dünyanın bu alanda en deneyimli şirketinin ortak olduğu bir konsorsiyum eliyle kısa zamanda Türkiye dış ticaretinin dinamizmine uygun hale geliyor…-
Bana göre Kadri Şaman’ ın MTSO Başkanlığı boyunca –kimselerin pek farkına varmadığı- en kalıcı başarısı üzerine ölü toprağı dökülmüş Mersin limanının bugünkü haline kavuşturulması yolunda gösterdiği inanılmaz çabalardır…
Bu çabaların sonunda limanın çizdiği başarılı grafik, yakın gelecekte Mersin’e refah ve zenginlik olarak gelecektir…
Sezar’ ın hakkı Sezar’a bu başarının gölgede kalmış önemli kahramanlarından biriydi Şaman…
**
Ölenin ardından yazmanın zorluğu tarifi imkansız bir duygu benim için…
Hele bu insan Kadri Şaman gibi özellikle de son on yılınızda, kentin her etkinliğinde karşılaştığınız, bazen yan yana saflarda, bazen karşı cephelerde yer aldığınız ama sürekli aynı konular etrafında ve aynı ortamlarda buluştuğunuz , aynı havayı soluduğunuz biriyse…
Örneğin hiç yoktan yere, incir çekirdeğini doldurmaz, ikimizi de ilgilendirmez bir konu yüzünden Mahkemelik bile olmuştuk…
Sonra aynı dili konuşan iki olgun insan olarak oturup konuştuk, el sıkıştık…
Bir zaman sonra baktım ki Şaman ile yakın dost olmuşum, davaya yol açan yazıda savunduğum arkadaşımla ise yollarımız ayrılmış…
-Hayat böylesine de ilginç bilinmezlerle dolu bir yolculuk-
O günden sonra sivri yanlarımı biraz daha törpüledim, yazarken daha dikkatli olmaya, kırıp dökmemeye çalıştım…
Adını ne koyarsanız koyun…
İster olgunlaşma, ister pişme…
Bu konuda Şaman’ın hoşgörüsüne dayalı kazanımlarımı inkar edemem…
**
Gençlik günlerimize dayalı dünya görüşlerimiz zıt kutuplardan beslense de, zaman içinde yonttuğumuz aşırılıklarımızla yola koyulduğumuz nice dostlar, dostluklar…
Tam da bu tarife uyan bir dostluk geliştirdik Kadri Başkan’ la…
İdeolojileri bir yana bırakıp, insanı başta girişim özgürlüğü olmak üzere her alanda merkeze koyan ortak paydada buluştuk…
Örneğin Mersin AB derneğini kurmaya karar verdiğimizde, girişim karşısında duyduğu heyecanla bizi kutlayan, her aşamada manen destekleyen bir tavır sergiledi…
**
Bir Suriye gezisinin ardından heyecanla aradı beni..
“Dr. Rateb Shallah’ ın selamını getirdim sana, madem bu kadar yakın dostsunuz, Mersin’e gelmesine yardımcı olsan..”
Doktor Rateb dediği 20’ yi aşkın Arap Ticaret Odasının ortak başkanı…
Aynı zamanda Suriye Odalar Birliğinin en tepesindeki isim…
Ve benim babamdan kalma40 yılı aşkın dostum, ağabeyim…
“Olur başkanım, bir vesile yaratalım, getirmeye çalışalım kendisini”
Mersin’in gelişmesi, zenginleşmesiyle ilgili hayallerimizi daha fazla dillendirmeye başladığımız bugünlerde onun gidişiyle o projemizin yarım kalmasını düşünmek bile boğazımı düğümlüyor…
**
Son zamanlarda sabah sporuna daha fazla vakit ayırmaya başlamıştı…
Daha sık karşılaşmaya, ülkenin, Mersin’in sorunlarını daha çok konuşmaya, paylaşmaya başlamıştık…
Ani gidişiyle yarım kalan sohbetler…
**
Nice anının düğüm olup boğazda dizilmesi böyle bir şey olsa gerek…
Şu kısacık alana kaç tanesini sığdırabilir ki insan…
Macit Özcan kızdırmaya bayılırdı kendisini..
Birkaç gün önce MTSO büyük salonundaki bir toplantıdan çıkıyoruz..
Arkamdan sesleniyor Macit Başkan:
“Bak kimi esir aldık?”
Döndüm, Özcan’ la Erol Ertan aralarına Şaman’ı almış, kollarına girmişler…
Fısıldar gibi sesi “ayıptır, millete rezil olacağız” sözleri şu an bile kulaklarımda…
**
Albert Camus’nün Ölümünün ardından şöyle demişti Jean Paul Sartre;
“Durmuş her yaşantı, -bu değin genç bir adamınki bile olsa- hem kırılan bir plak, hem de bütün bir hayattır. Bu ölümde, onu sevmiş olanlar için, dayanılmaz bir uyumsuzluk vardır.”
Allah huzuruna varacağım o günden önce şimdi, hemen, itiraf etmeliyim ki, zaman içinde eriyip giden bazı gerginliklere rağmen, Kadri Şaman sevdiğim, yüreği iyilik dolu bir insandı…
Keşke o Sartre’ in tanımladığı anlamıyla güzelim plaklar, bu kadar çabuk, bu kadar ani, bu kadar hoyratça kırılmasa…
Keşke Kadri Şaman son şansını gitmekten yana değil, kalmaktan yana kullansaydı..
Keşke onu yaşatabilseydik…
**
Islak gözler geri getiremeyeceğine göre gideni…
En iyisi Hacı Bektaş-ı Veli ile uğurlamak son yolculuğa…
O yüreklere su serpen, gönülleri serinleten, hepimizin bir gün gireceği o büyük kapıyı daha bir anlamlı kılan sözlerle:
Mana dostu olanlar bu yolda üzülecek değil,
Mana duyan gönüller asla ölecek değil.
Ten fanidir, gönül ölmez, gidenler tekrar gelmez
Ölürse ten ölür, gönüller ölecek değil.”
Gidenlerin geri gelmeyeceğini bilmenin acısını, gönüllerin ölümsüzlüğüyle avutmak, uyutmak..
Kelimeler öylesine yetersiz kalıyor ki bazen…
En iyisi Allahın rahmeti üzerine olsun deyip, hepimizin sonunda varacağı o kapıya uğurlamak..
Varsa hakkım ben helal ettim, sen de hakkını helal et…
Mekanın Cennet olsun…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:14:29.980-07:00
Serbest bölgenin 20. yılı..
Serbest bölgenin 20. yılı..
Serbest bölgenin 20. yılı..
Demek ki 20 yıl olmuş serbest bölge kurulalı…
Bu vesileyle düzenlenen Mersin serbest bölgesinin geleceğinin tartışılacağı toplantıdayım..
Konuşmacıları dinlerken geçmiş yıllar film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden…
1982 de İskenderun’a gidecek, bölgeyi Mersin’e kazandırırken çabalarımızı, neleri hayal ettiğimizi..
Ülkeyi dünyaya ve küresel rekabete açarken, önerdiğimiz serbest şehir projesini bizden daha büyük heyecanla sahiplenen Özal’ın şapka çıkarılacak gayretlerini, önerilerini…
Kafamızda kurguladığımız Singapur benzeri, kambiyo kelepçelerinden, gümrük duvarlarından azade bir özgür ticaret vahasını Türkiye’nin ideal noktası Mersin’de kurmaya hazırlandığımız o heyecanlı günler…
Aslında 1983’ te hayata geçen yasal düzenlemeler de bu modele uygundu.
Sonra ne olduysa oldu, bürokrasi çarkları alabildiğine özgür bir “serbest şehir” yerine deniz kıyısına sıkışmış, kıytırık bir bölgeyi yeterli gördü Mersin’e…
Bu arada olan oldu.
Yakında pasaportla girileceği! söylenen Mersin, bir an önce kapağı atmayı düşünen binlerce işsiz, yoksulun ilk göç dalgasıyla tanıştı. (Sonradan Güneydoğu’daki terörün yol açtığı ikinci dalgayla tanışacaktı kadersiz kent)
1982’ lerde Serbest şehir olamamıştık ama, altın bulma umuduyla vahşi batıyı istila eden Amerikalı göçmenlerin öyküsüne benzer bir öyküye tanıklık ettik onlardan yüz yıl sonra.
1987 yılında limanın yanı başında 700 dönüm arazi üstünde kurulan serbest bölgenin faaliyete geçişini karmaşık duygularla izledim.
Kimisine göre “hiç yoktan iyidir” sevinciyle karşılanan bölge benim açımdan büyük hayallerin sona erdiği, patlayacak hale gelen beklentilerin havasını almaya yönelik bir girişimdi artık…
Yüz binlerce Mersin’linin kabusa dönen Singapur olma rüyaları…
Zaman içinde yerini büyük umutlarla kente yerleşen yoksulların yarattığı varoşların patlamaya hazır bombalarına bıraktı.
Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştu Mersin…
Serbest şehir olayım derken 1979/80 yıllarında keyfini sürdüğü ekonomik mucizenin kırıntılarıyla yetindi bir süre…
Mirasyedi gibi her yıl biraz daha eriyen, biraz daha dibe vuran hastalıklı bir kent vardı karşımızda…
İşin kötüsü kimse hastalığın ne olduğu bir yana –hastalığı kendine yakıştırmadığı için- teşhisine yönelik bir şey de yapmadı…
1980 lerin başında doğu Akdeniz’de yıkılan Beyrut’un yerini almaya hazırlanan altın şehir bir mum gibi eriyerek 1990 larda Filistin görüntüleriyle beyinlere kazındı…
Ülkenin en büyük 7. kenti geçen yıllar içinde sosyo ekonomik gelişmişlik sıralamasına göre tanınmaz haldeydi.
Tam 12 basamak aşağı inerek 1980 lerde ülkenin en zengin 5. kentinin,17. sırada tutunma çabaları…
Başkasını bilmem ama benim adıma kahredici bir öyküydü bu.
1987’ de kurulan serbest bölge ayaklarının üzerinde durmaya çalışırken siyaset ve bürokrasi onu da çok gördü Mersin’e…
Bir süre sonra her ile yüksek okul mantığından beter anlayışla “her ile serbest bölge furyası” yla işlevlesizleştirildi.
Mardin’e, Rize’ye, Erzurum’a …
2004 yılında Türkiye AB ile tam üyelik yolunda en önemli virajı dönmeye hazırlanırken serbest bölgeler konusunda yeni süreçte ortaya çıkacak olası tehlikelere dikkat çeken iki yazı kaleme aldım.
AB’ ye ülkelerde serbest bölge uygulamalarını irdeleyen, uyum sürecinde ve sonrasında yapılması gerekenleri ele alan, benzer durumdaki ülkelerin bölgelerle ilgili uygulamalarını
9 kasım 2004 tarihli yazılarda tam da bugün Mersin’de düzenlenen sempozyumun gerekliliğine dikkat çekiyordum…
Yerelde yazmanın kaderi…
Kimsenin ilgisini çekmeyen o yazıların bir yerinde şunları söylüyordum:
“Bize göre MESBAŞ, MTSO, DTO ve kullanıcı derneğinin öncülüğünde en kısa zamanda “AB ile uyum sürecinde Serbest Bölgelerin geleceği ve Mersin’in durumu” konulu bir sempozyumun düzenlenmesi ve bu platforma konuyu AB ile tartışacak Ankara’daki bürokratik kadrolardan temsilcilerin çağrılması gerekiyor”
10 Nisan 2008 günü MTSO’ daki toplantıyı DTO ve MESBAŞ yönetim kurulu başkanı Cihat Lokmanoğlu ile yan yana izlerken yıllar önce söylediklerim geldi aklıma…
Yerim doldu…
Sempozyumda dile getirdiğim Mersin serbest bölgesinin geleceğiyle ilgili önerilerimi ve bölgeyle, Mersin’le ilgili 2023 hayallerimi bir sonraki yazıda ele alacağım…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:13:49.255-07:00
Hey gidi günler, hey…
Hey gidi günler, hey…
Hey gidi günler, hey…
Selahiddin Akkuş aradı..
Mersin gazetesinin doğumunun 5. yılı nedeniyle bir gece düzenlemişler, mutlaka gelmemi istedi…
Davete icabet etmemek olmaz..
Hele bu yazılarınızın dört yıldır yayınlandığı, kent adına önemli olanların da manşetinde yer aldığı bir gazetenin sahibi tarafından yapılmışsa…
Şöyle bir düşündüm.
Gazetenin 5. yılı ama ben de yazılarımın yayınlandığı köşede dört yılımı doldurmuşum…
Özellikle yerel konuları ele aldığında keskin muhalif tavrıyla çoğu çevreyi rahatsız eden birine dört yıl dayanmanın güçlüğünü bilen bilir…
Zaten Mersin gazetesine kadar süren 4 yıllık yolculuğum da dalgalı denizlerin med cezirleriyle dolu…
2000 Mayıs ayında rahmetli Peyami Safa Maracı ve Tahir Özgür’ün ellerinde doğan ve Mersin’e yeni bir soluk getiren Yeni Gazete’ de bu iki can dostumun ısrarıyla başlamışım yazmaya…
Derken ayrılan yollar, kırgınlıklar, kızgınlıklar…
Ardından bana gazetesini açan insan gibi insan Selman Özipek’in Haberci’ si…
Sonra…
Ali Erdinç ve İbrahim Yalçıner’in o günlerde gerçek anlamda ve özgürce gündemi belirleyen Bugün Mersin gazetesindeki köşe yazıları…
Güzel bir kent kaygısıyla dile getirilen öneriler, eleştiriler..
Şeffaflık adına sorgulayan birey duyarlılığıyla öne çıkan görüşler…
2004 yerel seçimleri arifesinde “Bugün Mersin” ile de ayrılmış yollarımız…
Kısa bir süre Çukurova gazetesinde duyurmuşuz sesimizi…
Dört yılda dört gazete…
Ve 2004 Mayıs ayında Akkuş ile oturup konuşmuş, ön koşulsuz, çıkarsız, birlikte yürümeye karar vermişiz…
İlk yarısı dört ayrı gazetede, son dört yılı ise Mersin gazetesinde geçen tam 8 yıl…
Yerelden Türkiye’ ye, yaşadığımız çevreden tüm dünyaya…
Günlük korkulardan, umut dolu geleceğin işaret fişeklerine…
2 bine yaklaşan yazı…
Dile kolay, içinde yer alan her rakamın, verinin, belge ve bilginin zahmetli araştırmalar sonucunda binbir emekle ortaya çıkmış alın teri, göz nurum ürünlerim…
Buna köşe yazılarıyla aynı günlerde başlayan ve önce Sun TV, ardından Mersin TV, Kanal 33, Kanal 2000 ve İGRT televizyonlarıyla Radyo kentte kent, ülke, dünya gündemini irdelemeye, izleyenlere anlatmaya çalıştığım yüzlerce sohbet programı…
Geçmişin film şeridi gibi gözümün önünde aktığı bugün kendimi sorguladığımda şu soru sürekli beynimi kemiriyor:
“İyi de hiç mi yanlışım olmadı?..”
Şimdi soluklanıp düşünüyorum da, bunca çabayla kaleme alınan yazılar yanında incir çekirdeğini doldurmaz ne kadar çok sorun üzerinden ne kavgalara tutuşmuşum nice dostumla, arkadaşımla…
Bunca telaşın arasında, istemeden de olsa, gönlünü kırdığım herkesten özür dileme vesilesi olsun 8 yıllık soluksuz koşunun bugünkü mola anı…
Son dört yılımda hiçbir sansür uygulamadan, yazdıklarımla ilgili en küçük sitemde bulunmadan, günlük çıkar kaygılarına düşmeden yazılarıma yer veren, kamuoyunun paylaşması gereken önemde bulduklarını ‘Mersin’ in manşetine taşıyan Selahiddin Akkuş’ a teşekkür vesilesi de olmalı bu aynaya bakma fırsatını bulduğum an..
İyisi mi sözü uzatmadan, 4 yıl önce ‘Mersin’ deki ilk ‘merhabadan’ bazı alıntılarla noktalamak yazıyı…
“Bugünden böyle Mersin gazetesinde şaşmaz bir kararlılıkla çizgimizden ve tavrımızdan ödün vermeden doğru bildiklerimizi söylemeye devam edecek, küçük bir köy haline gelen dünyadaki ekonomik, sosyal, siyasal gelişmeleri yorumlayıp, gelişmelerin sevdamız Mersin’e yansımalarını anlatmaya devam edeceğiz.
Gelecekte hangi meslekler ön plana çıkacak, kimler hangi alanda kendilerini geliştirerek üretime katkı sağlayacak? Sorularının yanıtları önemli…
Hele genç nüfusu hergün daha da artmakta olan Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsak “gelecek mühendisliği” olarak tanımlayacağımız bir alanda daha fazla at oynatmak zorundayız.
Çocuklarımız, torunlarımız 2025 hatta bizim zor göreceğimiz 2050 yılında nasıl bir Mersin, nasıl bir dünya ile karşılaşacaklar?
Hangi meslekler kaybolurken, hangi yeni mesleklerin, iş dallarının yıldızı parlayacak?
..
Deneyimlerimiz, birikimimizle dünyadaki gelişmeleri potamızda eritecek, oluşan sentezin Mersin’e olası yansımalarını anlatmaya çalışacağız.
Önümüzdeki günler iletişimin akıl almaz boyutlara ulaştığı, küreselleşme yanında yerelleşmenin önem kazandığı, bilgi çağının bebeklikten gelişme aşamasına geçtiği bir çağ olacak..
Eski çağın alışkanlıkları, tabu sanılan klişeleri yıkılacak, yepyeni vizyonlar, alışageldiğimizin dışında yeni üretim tarzları, ışık hızında yayılan bilgilerin serpildiği farklı değerleri olan bir yaşam tarzıyla tanışacağız…
Geleceği okuyamayan hiçbir insan, şirket hatta ülke ayakta kalamayacak, acımasız zaman tünelinde yok olup gidecek..
Şeffaflık ve hesap verebilirliğin şaşmaz kuralları işlemeye başlayacağı için, “kör karanlık hırsızları, gölgelerle dans eden hayal tacirleri” de kaybolacak..
Ve biz; “acı çeken, soyulan, kandırılan sessiz çoğunluğun sesi, vicdanı olacak, kendini bunca karmaşa ve kaosun toz dumanında yalnız hisseden sahipsizlerin yanında olacağız..
Ne demişti eski bir usta:
“Medyanın görevi ıstırap çekenlerin acısını dindirmek, rahat ve dokunulmaz olduğunu sananlara ise ıstırap çektirmek, dokunmaktır..”
Her üç kişiden birinin işsiz, iş bulan her üç şanslıdan birinin de açlık sınırında yaşam mücadelesi verdiği bir kentte yaptığımızın daha da önemli olduğunun bilincindeyiz..
“Nerede kalmıştık?” sorusuyla vakit geçirecek zamanımız yok..
Nerede kaldığımızı biliyoruz..
Hadi o zaman yola koyulma zamanıdır..
Kaldığımız yerden ve “YENİDEN MERHABA..”
…
Evet, yeniden merhaba diyerek noktalamışız dört yıl önce Mersin gazetesinde yayınlanan ilk yazımızı…
Geçmişin acıları, deneyimleri, olgunluğuyla, maceralı yolculuğun benim adıma sekizinci, Mersin gazetesinin de beşinci yılı vesilesiyle;
Dost, düşman,
Seven, nefret eden herkese bir kez daha merhaba…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:13:06.640-07:00
Jaguar’ da TATA’ ya gitti, ne olacak şimdi…
Jaguar’ da TATA’ ya gitti, ne olacak şimdi…
Jaguar’ da TATA’ ya gitti, ne olacak şimdi…
“Halk plajlara akın etti, vatandaş perişan” vaziyetleri falan değil…
Mağrur İngilizlerin en önemli markalarından birinin el değiştirmesi söz konusu olan..
Neredeyse kraliçenin tacını ele güne kaptırması gibi bir şey…
Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcu, ya zurnacıya gider tekerlemesini anımsatsa da, çok daha karmaşık, çok daha küresel bir öykü anlatacağımız…
İlham kaynağını kedigillerin en yırtıcısı Jaguar’dan alan, bir zamanlar üzerinde güneş batmaz imparatorluğun en saygın markalarından biri…
Anımsayan kaldı mı bilmiyorum ama, ünlü markanın Türkiye mümessili bu çok prestijli, bir o kadar da pahalı arabalardan birini rahmetli Özal’ın kızı Zeynep’le baterist damadı Asım’ a hediye! etmişti de yer yerinden oynamıştı ya, işte o…
Sonra dünyada eşi benzeri olmayan renkli olaylara tanık olmuştuk…
Gazeteci Tayyar Şafak dalga geçer gibi, 40 kişilik isim listesiyle İç İşleri Bakanlığına başvurmuş ve Türkiye’ nin onca partisinin arasına ‘davuldan fırlayan Jaguar amblemlisi’ de eklenivermişti…
Damat Asım’ ın davulunun içinden fırlayan hediye Jaguar’ la anılan parti…
Özal’ ın arılı ANAP’ ına inat, Jaguarlısına BANAP adı verilmişti…
Her ne kadar Anavatan kurmaylarının itirazıyla BANAP sonradan BAP olarak düzeltilse de, 1986 ara seçimlerinin en önemli konusu ve ses getiren simgesiydi gazetecinin inadına kurduğu parti…
Davuldan fırlayan Jaguarın ANAP’ ı bunalttığı günlerde asıl deprem otomobili üreten şirketin kendisinde yaşanıyordu..
Adı İnka dilindeki “avını bir vuruşta yere seren” anlamına gelen ‘yaguara’ sözcüğünden türetilen ve araba olarak ta gücün, hızın timsali sayılan şirket dünyada yaşanan amansız rekabete dayanamamış, aldığı küresel darbelerin sonunda yere serilmişti.
El değiştirmesi kaçınılmaz hale gelince 1990 da ABD’ li otomotiv devi FORD’ a 3 milyar dolara devredildi…
‘Jaguar Vatandır, satılamaz’ demedi kimse…
Gücünü işçi sınıfından alan köklü İngiliz sendikalarını, bu türden karın doyurmaz sloganlar değil, şirketin İngiltere tesislerinde çalışan 20 bin işçinin iş ve aşını kaybetmeme kaygısı ilgilendiriyordu…
Korkuları giderecek hükümlerin sözleşmeye koyulması nedeniyle sendika da yas tutacağına bayram etti satışın ardından…
Ford amansız küresel rekabete uzun süre direndi.
20 bin işçi zaman içinde 16 bine düşse de, bir başka İngiliz markası Aston Martin’ den kazandığı parayı bu dibi delik havuza gömse de, 2007’ de artık yeter deyip şirketi devredecek müşteri aramaya başladı…
Tam da bizim ulusalcıların Cumhuriyet mitinglerini düzenlediği günlerde,
Tam da Tandoğan meydanında ‘AB ve ABD dostu iktidarı!’ sallamak için toplanan yüzbinlerce insana Alpaslan Işıklı hocanın “küreselleşme emperyalizmin yeni haçlı seferidir” sözleriyle hitap ettiği günlerde, Amerikan emperyalizminin simgesi Ford, İngiliz emperyalizminin bu en nazlı markasını, ağzı çorba kokan Hintli TATA’ ya satmak üzere masaya oturdu…
Son bir yılda 13 milyar dolar zarar eden ABD’ li emperyalistlerin! amacı sırtlarındaki kamburdan kurtulmaktı
Uzun süren pazarlıklar 25 Mart 2008 günü sonuçlandı…
19 yıl öncenin parasıyla 3 milyar dolara aldığı şirketi Ford, üzerine eşantiyon olarak para kazanan Aston Martin’i de koyarak, 2,3 milyar dolara küresel varoşların Tata’ sına devretti…
Mağrur İngilizlerin yine kılı kıpırdamadı.
Tıpkı Rolls Royce’ nin Almanlara çeyizsiz gelin gitmesine aldırmadıkları gibi…
Gerektiğinde kanlarını akıttıkları Futbol kulüplerinin şımarık yeni zengin Rusların eline geçmesini de çok umursamamışlardı.
Harrods mağazaları Mısır’lı Fayyed tarafından satın alındığında da tek şeye bakmışlardı;
“Mağazalar nasılsa yerinde duruyor, önemli olan kurumlar el değiştirdiğinde yeni sahipleri ne kadar istihdam yaratıyor?”
İngiliz Sendikacılar son el değiştirme operasyonuna da bu anlayışla yaklaştılar…
Önemli olan İngiltere’de 16 bin ailenin geçimini sağlayan fabrikaların ayakta durması, yatırımların sürdürülmesiydi..
Tata bu konuda güvence vererek başta sendikalar olmak üzere İngiltere’ yi rahatlattı…
Asıl sorun 2500 dolarlık araba üreterek piyasaları allak bullak eden Tata’ nın Jaguar gibi 65 bin dolardan başlayan arabalar üreten tesisleri hangi anlayışla yöneteceği…
Yoğun el değiştirmeleri hoş görüyle karşılayan hatta “Bir zamanlar İngilizdik” diye kafa bulan büyük çoğunluğu asıl ilgilendiren simgesel anlamlar taşıyan markanın yaşaması…
“Bir zamanlar sömürgemiz olan topraklarda gelişip büyüyen bir şirket nasıl olur da şanlı kuruluşumuzu satın alır” gibi bir sorunu yok kimsenin…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:12:36.150-07:00
Karaduvar arıtma projesinde son durum…
Karaduvar arıtma projesinde son durum…
Karaduvar arıtma projesinde son durum…
Karaduvar arıtma ihalesinin bu kez Mersin İdare Mahkemesince durdurulması başkalarını bilmem ama benim için sürpriz olmadı…
2002 yılından beri bilimsel raporlara dayalı itirazlarım vardı projeye..
Örneğin Orta doğu Teknik Üniversitesine bağlı Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsünde yıllarca çalışmış, Karaduvar başta olmak üzere Mersin körfezini bilimsel veriler ışığında incelemiş Dr. Kemal Timur’ un feryadı andıran raporlarını okumuştum.
O raporlara göre, Karaduvar’ da yapılacak tesis 14,5 km lik derin deniz deşarjıyla desteklenmediği sürece çözümden çok yeni sorunlar yaratmaya adaydı…
O günlerde asıl itiraz noktamız ise yapılacak tesisin kapsama alanıyla ilgiliydi..
Mezitli sınırında sona erecek bir Karaduvar arıtma tesisi, asıl denize girilebilecek kumsallara sahip batı Mersin kıyılarındaki kirliliğe çare olmaktan uzaktı..
Tüm bunlar yanında 2004 yerel seçimlerine sayılı günler kala 100 milyon Avroyu aşan rakamların konuşulduğu bir ihalenin yangından mal kaçırır gibi yapılması bize göre çok etik te sayılmazdı..
Her platformda dile getirdiğimiz görüşlerimiz o günlerde İç İşleri Bakanlığı Müfettişlerini harekete geçirdi.
Mersin’e gelen Müfettişlerin uyarıları sonunda Büyükşehir Belediye Başkanı Özcan teklif zarfları toplanan ihaleyi ani bir kararla erteledi.
Erteledi ama, tüm seçim kampanyası boyunca beni ve yazılarımı manşete taşıyan o günlerdeki gazetemi “Mersin düşmanı” olmakla suçlamaktan da geri kalmadı..
O hengame içinde 2004 yerel seçimleri yapıldı ve Özcan beş yıl daha Başkan seçildi.
Kendisi CHP’den seçilmesine rağmen AK Parti’li Milletvekilleri özellikle arıtma için gerekli dış kredinin kullanılmasına olanak sağlayan Hazine garantisi konusunda fazlasıyla yardımcı oldular.
Geçen zaman içinde Büyükşehir sınırları değişti, doğudaki Huzurkent’ ten batıdaki Çeşmeli’ ye kadar pek çok yerleşim hizmet alanına dahil edildi.
Değişim Özcan’ ı da etkiledi.
Mersin haini olarak ilan ettiği bizlerle zaman içinde aynı çizgiye geldi.
Örneğin Mezitli’ nin içinde yer almadığı arıtmanın bir işe yaramayacağını dile getirmeye başladı.
-Nuri Hocaoğlu döneminde başlanan Mezitli arıtma projesinin, MESKİ Genel Müdürlüğünce yeni sınırlar çerçevesinde dizayn edilmesi, üstelik sahildeki sit alanına kurulması düşünülen tesis için daha makul yer arayışları bu döneme denk geldi-
Hazine garantisi canlandırılan dış kredi sayesinde Karaduvar arıtma tesisi ihalesinin önündeki tüm engeller kalkmıştı.
Böylece Aralık 2006 tarihinde ihale teklifleri toplandı.
İnanılmaz fiyatlar çıkmıştı zarflardan…
Aynı işi 63 milyon Euro’ ya yaparım diyen de vardı 185 milyon Euro’ dan aşağısı beni kurtarmaz diyen de…
20 Aralık 2006 günü kaleme aldığım 60/120/180 başlıklı yazıyı manşete taşıyan Mersin gazetesi o gün “Arıtma ihalesinde şok! rakamlar” başlığıyla çıktı…
aşağıdaki satırlar o yazıdan alınma:
“Bir firma 60 milyon Euro’ ya işi yaparım derken, kendisine en yakın oluşumun verdiği fiyat 120, bir diğerinin ki 180 milyon Euro..
Dünya tarihinde böylesine uçuk rakamların uçuştuğu başka bir ihalenin eşi benzeri bugüne kadar görülmemiştir, kalıbımı basarım bundan sonra da görülmez…
Ya bu işte bir yanlışlık var, ya teklif veren firmaların yapılacak işle ilgili ciddi bir algılama sorunları…
İş aynı iş, yer aynı, ödeme koşulları aynı…
Gelin görün ki, arıtma tesisi için
-SİSTEM YAPI/ EMİT63,6 Milyon Euro
-VATECH WABAG / YÜKSEL İNŞ. 120 Milyon Euro
-OTVSA/ALSİM ALARKO 130 Milyon Euro
-PWT/ GÜRİŞ 185,5 Milyon Euroöneriyor…”
Yazının can alıcı noktası ise Mersin arıtma tesisine en düşük teklifi veren Sistem Yapı ile ilgili bölümdü.
Söz konusu şirket tam da Mersin arıtma ihalesine teklif verdiği günlerde Batı Antalya arıtma tesisini bitirmiş, 250 bin nüfusa hitap eden projeyi 6,5 trilyona tamamlayıp Antalya Büyükşehir Belediyesine teslim etmişti…
Karaduvar ile aynı özelliklere sahip, biyolojik arıtmayı da içeren Batı Antalya arıtması için ödenen para 4 milyon dolar civarındaydı.
Bir başka deyimle Antalya Belediyesinin arıtma tesisi için kişi başına ödediği bedel 16 dolardı.
Buradan yola çıkarak, aynı şirketin bir milyon insana göre planlanan Karaduvar arıtması için kişi başına 84 dolarlık teklifine dikkat çekiyorduk.
-O günlerdeki pariteye göre 63 milyon Euro 84 milyon dolara denk geliyordu. Bugün 100 milyon doları aşan ve kişi başına 100 doları bulan bir maliyetle karşı karşıyayız.-
İşte Hidayet Dinçer, o köşe yazılarının yer aldığı gazetenin yayınlandığı günlerde Mersin Valiliği kanalıyla Kamu İhale Kurumuna vatandaşlık duyarlılığıyla başvurdu.
Kamu İhale Kurumu (KİK) Arıtma ihalesinin soruşturulması istemiyle dosyanın İç İşleri Bakanlığına gönderilmesini kararlaştırdı.
KİK’ in 19.3.2007 tarih 988 sayılı kararında en dikkate değer husus, yerli istekliler lehine yapılabilecek düzenlemelere yer verilmemesi ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamında yapılması gereken ihalenin kanun kapsamı dışında kabul edilerek gerçekleştirilmesinin mevzuata aykırı bulunmasıydı..
Dinçer KİK kararının ardından Mersin İdare Mahkemesine başvurarak yürütmeyi durdurma kararı istedi.
Mersin 1. İdare Mahkemesi 18.2.2008 tarihinde 4734 sayılı kanun kapsamında yapılması gereken ihalenin bu kapsam dışına çıkılarak yapılmasını hukuka aykırı bularak yürütmeyi durdurma kararı verdi..
İşte Mersin gündemine bomba gibi düşen 100 milyon dolarlık Karaduvar arıtma ihalesi ile ilgili sürecin perde arkası…
Başlamış ve neredeyse 1/3 nün (30 milyon dolarlık kısmı) bitirildiği iddia edilen bir proje Mahkeme kararıyla durdurulursa ne olur?
Bu sorunun yanıtını verecek kurum ilk etapta Adana Bölge İdare Mahkemesi…
Kendi kontrolü dışında yapılan ihaleyi bilgilendiği andan itibaren mercek altına alan KİK’ in, Adana Bölge İdare Mahkemesi kararı nasıl çıkarsa çıksın son noktayı koyacak Danıştay’ın böylesine büyüklükte bir projeye yaklaşımlarıyla belirlenecek bir sürece tanıklık edeceğiz önümüzdeki günlerde…
MESKİ Genel Müdürlüğü ile Büyükşehir Belediyesini hayli zor ve ilginç bir hukuki sürecin beklediği kesin…
Dileriz yaşananlar herkesin kulağına küpe olur.
Dileriz “en iyinin en ucuza yapılmasını” hedefleyen Kamu ihale kanunu ilkelerine bağlı kalacak Mersin’ in tüm kurum ve kuruluşları söz konusu karardan dersler çıkarırlar..
Defalarca söyledik, tekrarlayalım: 21. yüzyıl şeffaflık çağı…
Hesap verme durumundaki kurumların bu ilkeyi unutmamaları hepimizin kazanımı olacaktır.
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:11:52.432-07:00
Kaos ateşinde geleceği düşünmek…
Kaos ateşinde geleceği düşünmek…
Kaos ateşinde geleceği düşünmek…
Dünyada böylesine yoğun gündeme sahip kaç ülke vardır acaba?..
Gelişmiş ülkelerde uçağın 20 dakika rötar yapması tüm medyanın ilgisini çeker..
Hemen canlı yayın arabaları olay yerine akın eder, mikrofonlar tanıklara uzatılır, uzmanlar durumu yorumlamaya başlarlar…
Türkiye bu açıdan farklı…
Kendimize özgü öylesine vehmettiğimiz sorunumuz, dertleneceğimiz, birbirimizi boğazlayacağımız o kadar çok mevzuumuz var ki bir türlü doğal gündemimize, gerçek yaşamımızı etkileyen havadan sudan dertlere, iş ve aş gibi, tencerenin nasıl kaynatılacağı gibi asıl soruları cevaplamaya gelmiyor sıra…
Bu yoğun, yoğun olduğu kadar da enerjimizi gereksiz yere tüketen, büyük çoğunluğun karnını doyurmayan bu gündem kimleri besliyor acaba?
Ülke gerçekten çok kritik, o kadar da ilginç bir süreçten geçiyor…
İlginç çünkü, ilk kez karşılaştığımız, o nedenle de nasıl sonuçlanacağını falcılar dışında kimselerin bilmediği, tehlikelerini de içinde barındıran bir yolculuk bu…
Dünyada henüz dibe vurmamış, ucu bucağı belli olmayan, belki de çok daha uzun sürecek, yaratacağı etkiler itibariyle de yaraların sarılması yıllar alacak küresel kriz yetmezmiş gibi, Türkiye iki seçmenden birinin oyunu alan iktidar partisinin kapatılmasıyla uğraşıyor…
Zorlama medya arşivlerinden derlenen bir takım haber ve demeçlere dayanarak seçmenin vekaletini verdiği, “al emaneti bizi dört yıl yönet” dediği bir partinin kapatılmaya kalkışılması bile, dünya demokrasi tarihindeki yerini alacak tek örnek olsa gerek…
Bununla da sınırlı değil yaşadıklarımız, yaşayacaklarımız…
Zaten küresel kriz ateşiyle yanmakta olan piyasaların, ekonomimizde yaratacağı deprem çok daha şiddetli olacak…
Umalım ki, hukuk eliyle siyasetin dizayn edilme formülü sarılması olanaksız yaralara, içinden çıkılmaz krizlere yol açmaz…
Gerçi Ergenekon terör örgütüyle ilgili sürdürülen soruşturmalar çerçevesinde, dinlemeye takılan konuşmalara bakılacak olursa, demokrasiden umudunu kesmiş bir takım toplum mühendisleri tüm hesaplarını meydana gelecek krize, doların patlamasına, yabancı sermayenin panikleyip kaçarak, ülkenin 2001 den bin beter duruma düşmesine –veya düşürülmesine mi desek- göre yapmışlar…
Değişim ile statüko arasındaki amansız savaşta her yol mubah onlara göre…
Yeter ki ülke AB’ ye girmesin…
Yeter ki kazandıkları mevzileri kaybetmesinler…
Yeter ki ağzı çorba kokan, bu hiçbir şeyden anlamaz halk, gerçek anlamda kendi kaderini kendi tayin etmeye kalkışmasın..
Onlar ‘Karnını kaşıyan bidon kafalılar’ yerine yeterince düşünüyor, kaygılanıyorlar zaten.
Halkın her seferinde indirdiği ölümcül yumruklara inat, arsız boksörler gibi ayağa kalkıp gong sesine aldırmadan kural dışı tekmelerle galip gelmeye çalışıyorlar…
Hakem eninde sonunda maç nasıl biterse bitsin, bizim elimizi havaya kaldıracak pişkinliğinde hatta rahatlığındalar…
Bunca toz duman içindeki ülkeye yabancı yatırımcı gelir mi?
Her yıl en az bir milyon gencine iş ve aş vermek için 50 milyar dolarlık yatırım yapmak zorunda kalan bir ülke, dünyadaki gelişmeleri, küresel olguyu okumakta zorlanan, yeni paradigmayı anlamak yerine küfretmeyi yeğleyen, refah yolunun takozu yarı aydın cahillerden çekiyor ne çekiyorsa..
Oysa onların umurunda değil…
Hatta cehaletlerinin bile farkında değiller…
Benim oyumla dağdaki çobanın ki nasıl aynı olur diye tepiniyorlar…
Kimse de çıkıp tamam lise mezunlarının ki 2, Üniversiteyi bitirenlerin de tek oyu beş oy sayılsın deme cesaretini göstermiyor…
Allahtan değişimden yana olanlarla statüko arasındaki bu mücadelenin dönem dönem tarafları, kavga nedenleri değişiyor da, renkleniyor ortalık…
“Sakın AB rotasından şaşmayın, yolunuzu kaybederseniz.. Ölümcül tuzaklara düşer, kurda kuşa yem olursunuz..” dememize rağmen söz dinlemeyenlere de söyleyeceklerimiz var…
Benim milliyetçiliğim senin milliyetçiliğini döver anlayışıyla mutlaka kazanılması gereken bir takım oy depolarını boş verin…
Seçim kazanmak elbette en önemli hedef ama tüm seçmen oylarını almak gibi bir hesap ne kadar demokratik olabilir ki?
Muhafazakarların, AB’ den yana olanların, orta direğin, yeşil kartlıların, liberallerin, demokratların hatta yıllarca kendilerinin belledikleri partilerine oy veren Kürtlerin oyu yetmedi mi ki, başka bahçelere göz diktiniz?
O oyları alalım derken başınıza açtığınız işe bakar mısınız?
TCK 301. madde konusunda bile tek adım atmayarak dimyata pirince giderken evdeki bulguru kaybettiğinizin ne zaman farkına varacaksınız?
Gelin son zamanlarda girdiğiniz çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan vazgeçin…
AB’ nin müreffeh, özgür ışığı karşınızda duruyor…
Aynı gün müzakere tarihi aldığımız Hırvatistan 32 dersin 16’ sını tamamlarken tembel öğrenciler gibi yıllardır 6 dersle oyalanmak rahatsız etmiyor mu sizi?
Bu anlayışla mı 2008’ i AB yılı kılacaksınız?
Gelin yol yakınken o ışığı görün…
Kapsamlı, bireyi öne çıkaran, özgürlükçü/ insan haklarına saygılı, darbe izlerinden arınmış sivil bir anayasa yapmaya bakın.
Partiniz kapatılacaksa da gelecek nesillere böylesi bir miras bırakarak kapansın…
Seçimler kazanılır, kaybedilir..
İktidarlar gelir geçer…
Yıllar sonra insanların sizi nasıl anımsadıkları, nelerle yâd ettikleridir önemli olan…
Dünden, bugünden geçtik, en önemli geleceğimiz saydığımız çocuklarımızı düşünün…
Konu ülkemizin geleceği çocuklarımızsa gerisi teferruattır, asla unutmayın…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:11:19.631-07:00
Balık çiftlikleri riski…
Balık çiftlikleri riski…
Balık çiftlikleri riski…
Dünyada böylesine yoğun gündeme sahip kaç ülke vardır acaba?..
Gelişmiş ülkelerde uçağın 20 dakika rötar yapması tüm medyanın ilgisini çeker..
Hemen canlı yayın arabaları olay yerine akın eder, mikrofonlar tanıklara uzatılır, uzmanlar durumu yorumlamaya başlarlar…
Türkiye bu açıdan çok farklı…
Kendimize özgü öylesine fazla sorunumuz, dertleneceğimiz, birbirimizi boğazlayacağımız o kadar çok mevzuumuz var ki bir türlü doğal gündemimize, gerçek yaşamımızı etkileyen havadan sudan dertlere, iş ve aş gibi, tencerenin nasıl kaynatılacağı gibi asıl soruları cevaplamaya gelmiyor sıra…
Aslında bu yoğun, yoğun olduğu kadar da enerjimizi gereksiz yere tüketen boş gündem büyük çoğunluğun karnını doyurmuyor ama çok küçük bir azınlığı besliyor yine de…
Örneğin ülkede köşe yazısı kaleme alanlar çok şanslı, çünkü gündem sıkıntısı çekmiyorlar.
Yerelden ulusala o kadar yazacak konu var ki, insan gerçekten nereden başlayacağını şaşırıyor bazen…
Evet ülke gerçekten çok kritik bir süreçten geçiyor…
Dünyada henüz dibe vurmamış, ucu bucağı belli olmayan, belki de çok daha uzun sürecek, yaratacağı etkiler itibariyle de yaraların sarılması yıllar alacak küresel kriz yetmezmiş gibi, Türkiye iki seçmenden birinin oyunu alan iktidar partisinin kapatılmasıyla uğraşıyor…
İncir çekirdeğini doldurmaz medya arşivlerinden derlenen bir takım haber ve demeçlere dayanarak seçmenin vekaletini verdiği, al emaneti bizi 4 yıl yönet denilen AK Parti hakkında anayasa mahkemesine başvuruluyor…
Bu durumda küresel kriz dalgasının ülkeye yansıması çok daha şiddetli yansıması kaçınılmaz.
Umalım ki, hukuk eliyle siyasetin dizayn edilme formülü çok daha derin yaralara, içinden çıkılmaz krizlere yol açmaz…
Gerçi Ergenekon terör örgütüyle ilgili sürdürülen soruşturmalar çerçevesinde, dinlemeye takılan konuşmalara bakılacak olursa, demokrasiden umudunu kesmiş bir takım toplum mühendisleri tüm hesaplarını meydana gelecek krize, doların patlamasına, yabancı sermayenin panikleyip kaçarak, ülkenin 2001 den bin beter duruma düşmesine –veya düşürülmesine mi desek- göre yapmışlar…
Değişim ile statüko arasındaki amansız savaşta her yol mubah onlara göre…
Yeter ki ülke AB’ ye girmesin…
Yeter ki kazandıkları mevzileri kaybetmesinler…
Yeter ki ağzı çorba kokan, bu hiçbir şeyden anlamaz halk, gerçek anlamda kendi kaderini kendi tayin etmeye kalkışmasın..
Onlar ‘Karnını kaşıyan bidon kafalılar’ yerine yeterince düşünüyor, kaygılanıyorlar zaten.
Halkın her seferinde indirdiği ölümcül yumruklara inat, arsız boksörler gibi ayağa kalkıp gong sesine aldırmadan kural dışı tekmelerle galip gelmeye çalışıyorlar…
Hakem eninde sonunda maç nasıl biterse bitsin, bizim elimizi havaya kaldıracak pişkinliğinde hatta rahatlığındalar…
Bunca toz duman içindeki ülkeye yabancı yatırımcı gelir mi?
Her yıl en az bir milyon gencine iş ve aş vermek için 50 milyar dolarlık yatırım yapmak zorunda kalan bir ülke, dünyadaki gelişmeleri, küresel olguyu okumakta zorlanan, yeni paradigmayı anlamak yerine küfretmeyi yeğleyen, refah yolunun takozu yarı aydın cahillerden çekiyor ne çekiyorsa..
Oysa onların umurunda değil…
Hatta cehaletlerinin bile farkında değiller…
Benim oyumla dağdaki çobanın ki nasıl aynı olur diye tepiniyorlar…
Kimse de çıkıp tamam lise mezunlarının ki 2, Üniversiteyi bitirenlerin de tek oyu beş oy sayılsın deme cesaretini göstermiyor…
Allahtan değişimden yana olanlarla statüko arasındaki bu mücadelenin dönem dönem tarafları, kavga nedenleri değişiyor da, renkleniyor ortalık…
“Sakın AB rotasından şaşmayın, yolunuzu kaybederseniz.. Ölümcül tuzaklara düşer, kurda kuşa yem olursunuz..” dememize rağmen söz dinlemeyenlere de söyleyeceklerimiz var…
Benim milliyetçiliğim senin milliyetçiliğini döver anlayışıyla mutlaka kazanılması gereken bir takım oy depolarını boş verin…
Seçim kazanmak elbette en önemli hedef ama tüm seçmen oylarını almak gibi bir hesap ne kadar demokratik olabilir ki?
Muhafazakarların, AB’ den yana olanların, orta direğin, yeşil kartlıların, liberallerin, demokratların hatta yıllarca kendilerinin belledikleri partilerine oy veren Kürtlerin oyu yetmedi mi ki, başka bahçelere göz diktiniz?
O oyları alalım derken başınıza açtığınız işe bakar mısınız?
TCK 301. madde konusunda bile tek adım atmayarak dimyata pirince giderken evdeki bulguru kaybettiğinizin ne zaman farkına varacaksınız?
Gelin son zamanlarda girdiğiniz çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan vazgeçin…
AB’ nin müreffeh, özgür ışığı karşınızda duruyor…
Aynı gün müzakere tarihi aldığımız Hırvatistan 32 dersin 16’ sını tamamlarken tembel öğrenciler gibi yıllardır 6 dersle oyalanmak rahatsız etmiyor mu sizi?
Bu anlayışla mı 2008’ i AB yılı kılacaksınız?
Gelin yol yakınken o ışığı görün…
Kapsamlı, bireyi öne çıkaran, özgürlükçü/ insan haklarına saygılı, darbe izlerinden arınmış sivil bir anayasa yapmaya bakın.
Partiniz kapatılacaksa da gelecek nesillere böylesi bir miras bırakarak kapansın…
Seçimler kazanılır, kaybedilir..
İktidarlar gelir geçer…
Yıllar sonra insanların sizi nasıl anımsadıkları, nelerle yâd ettikleridir önemli olan…
Dünden, bugünden geçtik, en önemli geleceğimiz saydığımız çocuklarımızı düşünün…
Konu ülkemizin geleceği çocuklarımızsa gerisi teferruattır, asla unutmayın…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:10:42.885-07:00
Balık çiftlikleri, Mersin’in sabrı…
Balık çiftlikleri konusunda Mersin’in sabrı…
Balık çiftlikleri konusunda Mersin’in sabrı…
Ülkenin yoğun gündemi nedeniyle Mersin’ deki son gelişmeleri biraz ihmal ettiğimizin farkındayız…
Son günlerde bu kentle ilgili yazılıp, çizilecek epeyi konu birikmiş durumda.
-AK Parti merkez ilçe başkanı Fehmi Gür’ün açıklamaları ışığında Mersin Büyükşehir Belediyesinin ihaleleri ..
-Muğla’dan kovulan, gözlerine yeni adres olarak kıyılarımızı kestiren balık çiftlikleriyle ile ilgili son gelişmeler..
-Valilik ve İl Özel İdaresi öncülüğünde başlatılması düşünülen gönüllülük projesi..
-Yıllar önce dile getirdiğimiz, son günlerde Mustafa Güler tarafından yeniden ortaya atılan Dünya Ticaret Merkezi önerisi..
Konuların dördü de önemli, dördü konusunda da söyleyeceklerimiz var…
Dört ayrı yazıda konular hakkındaki gelişmeleri, düşüncelerimizi yansıtmaya çalışacağız.
İlk yazıyı balık çiftlikleri konusunda son günlerde yaşanan gelişmelere ayırmakta yarar var..
Konu hem sıcak hem de bir gün bile beklemeye tahammülü olmayan özellikler taşıyor..
Daha önceki yazılarda ele aldığımız gibi Muğla’daki balık çiftlikleri 2007 yılı ortalarından itibaren mercek altına alındı.
Çevre Bakanlığının yayınladığı yönetmeliklere uymayan çiftliklere, İdare Mahkemeleri, Danıştay gibi hukuki alana taşınan kavgalar sonunda Muğla Valiliğince yasak anlamına gelen bir takım kriterlerin uygulanacağı bildirildi.
Kıyıdan 1 km uzaklık, 30 metre deniz derinliği, belli bir akıntı gibi koşullar aslında yıllarca Ege kıyılarını kirleten tesislere artık sizi burada görmek istemiyoruz mesajıydı aslında…
Çiftlik sahipleri yürüttükleri lobi çalışmaları sonucunda yeni işgal alanı olarak Mersin’i seçtiler.
Bu kararın alınmasında özellikle Çevre ve Orman Bakanlıklarının büyük payı olduğu da artık sır değil.
Aslında çiftliklerin Muğla’dan kovulmasının temel nedeni önceleri pek ciddiye alınmayan nedense son dönemde hatırlanan kriterler falan değil.
Bunlar işin görünen yanı…
Asıl neden başka…
Antalya’da artık yatırım yapacak yer bulamayan turizmcilerin yeni gözdesi Ege kıyıları…
Gerek alt yapı, gerekse son yıllarda turizmde dünyanın çekim merkezi haline gelen yunan kıyılarına komşu olması özellikle de bölgedeki Ticaret Odalarının desteklediği kruvaze rotalarının bölgeye kayması yatırımcıların iştahını kabartıyor…
Bu durumda kıyıları kirleten çiftlikler turizmdeki gelişmeyi engelleyen ayrık otları gibiydi ve bölgeden temizlenmeleri gerekiyordu…
Çevre ve Tarım Bakanlığı Egeden kaldırılması gereken çiftliklere yeni adres olarak Mersin’i gösterdi..
Yıllardır ilk kez bu kent yaklaşan tehlikeyi önceden sezdi.
Ve yıllardır ilk kez toplumu temsil eden istisnasız tüm kurumlar bir araya gelerek kaderlerine el koymaya başladılar…
MTSO, Deniz Ticaret Odası, Ticaret Borsası, MESİAD, MÜSİAD, Turizm yatırımcıları derneği ve daha pek çok teşebbüs sahibini barındıran örgütler yanında Mühendis odaları, kente ve çevreye duyarlı dernek oluşum bir araya geldi.
Mersin platformu olarak tanımlanan ve istisnasız biçimde Mersin’de bulunan tüm örgütleri kapsayan oluşum şimdi Hükümet nezdinde yapılacak girişimlerden sonuç alınmaması halinde bir dizi toplumsal etkinliğe hazırlanıyor…
Bir yandan doğu Akdeniz’i bir başka deyimle Mersin’den İskenderun’a uzanan kıyı şeridini yeni turizm gelişme alanı olarak belirleyeceksiniz, öte yandan aynı bölgeye Ege’den sürdüğünüz balık çiftliklerine ruhsat vereceksiniz.
Hükümetin Turizm Bakanlığı 2008 turizm yılını Mersin’de başlatmayı düşünüyor…
Aynı hükümetin Çevre Bakanı ise Muğla’daki balık çiftliklerine 3 ay içinde “size gösterdiğimiz yeni bölgeye gitmezseniz, başınıza yıkarım” diyor…
Yeni adres dedikleri yer ise 2008 turizm yılı açılışı yapılacak olan Mersin…
Birileri bizimle dalga geçiyor ama ilk kez bu kent oynanan büyük oyunun farkında…
Şimdi platform adına 8/10 kişilik bir heyetle 2 Nisan 2008 Çarşamba günü Ankara’da Çevre ve Tarım Bakanlarıyla görüşeceğiz..
Benim bu temaslardan fazla umudum yok…
Platformun son toplantısında da kaygılarımı dile getirip, bu işi tıpkı Ege’de olduğu gibi Mahkemelerin çözeceğini, bu nedenle derhal gerekli davaların açılmaya başlanması gerektiğini söyledim…
Gerek benim edindiğim gerekse de platformda ortaya çıkan belgeler gösteriyor ki, balık çiftlikleri sahipleriyle bir takım bürokratik mekanizmalar Mersin’i küçümsemek bir yana zekamızla dalga geçiyorlar…
Örneğin yılda bin tonun üzerinde üretim yapan tesislere ÇED zorunluluğu var, 1000 tonun altındakilere yok..
Ekonomisinin büyük kısmı kayıt dışı olan, ithal ettiği akaryakıt miktarını bile denetlemekte zorlanan bir ülke balık çiftliklerinin yılda kaç ton balık ürettiğini nasıl kontrol edecek?
Deniz kıyısındaki sitelerin arıtma tesislerini çalıştırıp, çalıştırmadıklarını denetlemekte zorlanan Çevre Müdürlüğü mü bu işleri yapacak?..
Yıllık bin tonluk üretim kriteri uygulanmasındaki zorluk –hatta olanaksızlık- nedeniyle zaten yeterince dalga geçiyor bu kent insanıyla…
Ama sabrımızı deneyenlerin geliştirdikleri formüller bununla da sınırlı değil..
Çevre Müdürlüğünden edindiğimiz belgeler ruhsat alan 12 şirketin yönetmeliğe uyma yolunda zekamızı nasıl da sınadıklarını ortaya koyuyor…
1000 tonun üzerinde üretim yapmak ÇED gerektiriyorsa ne gam…
Onlar da 900/950 ton aralığında kalan miktarda üretim yapacaklarını söyleyip ÇED gerekli değildir belgesi alıyorlar…
Şimdi sıkı durun ve asıl bombayı dinleyin…
12 firmanın 9’ u aynı gruba bağlı…
Yani grup aslında 10 bin tonluk işletme ruhsatı ve ÇED raporu gibi bürokratik işlemlerle vakit geçireceğine 9 ayrı firma ile biner tonun altında 9 ayrı ruhsat alma yolunu seçmiş…
Ortakları, adresleri, telefonları aynı…
Ticaret sicil kayıtları bile sicil gazetesinin aynı sayfasında yer alıyor…
Ama onlar dalga geçer gibi, Mersin’deki belli kıyı bölgesinde farklı şirketlermiş gibi başvuruyorlar…
Daha bitmedi…
Ruhsat için başvuran şirketlerin bir kısmı yıllar önce başka şirketlerin bünyesine katılarak, hukuki statülerini yitirmiş, bir kısmı ise faaliyetlerini sonlandırarak terkin yolunu seçmiş..
Bir başka deyimle balık çiftlikleri işletmek için ÇED gerekli değildir kararı alan firmaların bir kısmı kağıt üzerinde bile yoklar ama Allah nazardan saklasın Çevre Müdürlüğümüz bu varlıkları bile tartışmalıbaşvurulara olumlu yanıt vermiş..
Mersin bu zokayı yutar mı?
Mersin turizmini balık çiftliklerine yem eder mi?
Hukuk mücadelesini bilinçli biçimde başlatır ve sonuna kadar sürdürürsek hayır…
Aksi takdirde…
Aksini düşünmek bile insanı ürpertiyor…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:09:57.868-07:00
Temiz eller, Gladio’ yu temizlemek…
Temiz eller, Gladio’ yu temizlemek…
Temiz eller, Gladio’ yu temizlemek…
İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu’ nun göz altına alınışının ardından konuşan Başbakan Erdoğan’ın değerlendirmesi gerçek anlamda yapılmışsa hayli önemli…
Türkiye’deki son gelişmelerle İtalya’ nın temiz eller operasyonu arasında benzerlik kurmak ayak üstü söylenmiş sözcüklerden öte, bir hedefi ortaya koyuyorsa orada durup düşünmek gerekiyor..
Umalım ki Başbakan, gerçekten Türkiye ile İtalya arasında paralellik kurarken kamuoyuna ilginç gelecek iddialardan değil somut verilerden besleniyordur…
Gerçekten İtalya adalet sistemi, o kabus dolu günlerde, ülkenin geçmişini karartıp geleceğine karabasan ipotekler koyan örgütü yok ederken nelerle karşılaştı, hangi bedelleri ödedi bileniniz var mı?
Ergenakon soruşturmasını sürdüren Türk savcıları nasıl bir belayla uğraştıklarını, İlhan Selçuk’un gazetesinin son iki yılda slogan olarak her platformda dile getirdiği biçimiyle soralım: “Tehlikenin farkındalar mı?”
İtalya’daortaya çıkarılan örgüte ait silah ve bomba depolarının,
Soruşturmayı derinleştirdikçe aldıkları tehditlerin boyutu da artan, uyarılara rağmen çizmeyi aştıklarında ise Eşi ve çocuklarıyla birlikte bombalanarak toptan ölüme yollanan cesur yürek savcılara kıyanların,
Toplumu germek, kaos ve korku yaratmak amacıyla taşeron örgütlere tren istasyonu bombalatarak Bologna’ da 150 den fazla masum insanın canına kast edecek gözü dönenlerin,
çok ciddi, kapsamlı, maddi gücü hayli büyük örgütlenmesinden söz ediyoruz…
1952’ de ana rahmine ABD ve İngiliz ortak tohumlarıyla saçılan, 1956 da nur topu gibi doğup CİA’ nin ellerinde büyütülen İtalyan mason hücreleriyle irtibatlı, yerleri sır gibi saklanan tam 139 bölgede gizlenmiş bombalara, suikast silahlarına sahip Gladio’ dan…
İlk kurulduğunda 622 kişiden oluşurken zaman içinde büyüyerek 15 bin kişilik dev kadroya oluşan, başlarda gizlenme ihtiyacı bile duymadan kendisine yasal paye bile bulmuştu İtalya Ergenekon’u –pardon Gladio’ su-
Zaman içinde büyüdü, serpildi, kendisine can verenlerin bile kontrolünden çıkarak haraç alan, proje bazında çalışıp her türlü sipariş eyleme imza atan bir örgüt haline geldi.
1990 da soğuk savaş bitip, ABD patentli komünizm tehlikesi! bir gecede ortadan kalktığında asıl tehlikenin olmayan komünist tehditten çok son haliyle her türlü parasal güce ve silahlı çetelere sahip Gladio’ dan kaynaklandığını gördü İtalya…
Bitirilme kararı verildiğinde manzara-i umumiye şuydu:
‘Vatan-Millet!’ maskesi altında artık Mafyavari yöntemlerle ülkeyi teslim almaya kalkışan örgüte yönelik operasyonlar sırasında ortaya çıktı ki, ilk başlarda kurucu ortak olarak görev alan, tümünün kimliği maruf 622 kişi zaman içinde grup lideri konumuna gelmiştir ve her bir grup liderinin belli sayıda kişiyi idare etmesi sonucunda Gladio 15 bin kişilik bir örgütlenmeye ulaşmıştır..
Soruşturmalar derinleştirildikçe acımasız örgütün İtalya’yı dilediği biçimde yönetmek için sağ-sol ayrımı yapmadan pek çok örgütle iş birliği yaptığı ve kendisine yakın/uzak her kafadan siyasetçiyi ortadan kaldıracak kadar gözünü kararttığı ortaya çıktı…
Örneğin ele geçirdikleri belgelerden yola çıkan özel görevli yargıçlar; hükümetin 1972 de kapatıldığını söylediği örgütünKomünist parti ile ittifak kurarak, sol iktidar oluşturan Başbakan Aldo Moro’ nun 1978 yılında Kızıl Tugaylar örgütünce kaçırılıp öldürülmesi eylemine imza attığını dehşet içinde gördüler…
Bu eylem bile Gladio’ nun sağ-sol ayrımı yapmadan her türlü örgütü nasıl kullandığının tipik bir örneğiydi..
Moro’ nun öldürülmesinin ardından sürdürülen soruşturmalar cinayetin İtalyan askeri istihbarat şefi General Lorenzo başkanlığında hazırlanan bir planla, Gladio tarafından Kızıl Tugaylar örgütüne ihale edildiğini gösteriyordu…
1990’da İtalyan yargısıyla örgüt arasında tek kelimeyle tam bir savaş yaşandı..
6 kere gidip 7 kere gelen Başbakan Androetti’ yi sanık sandalyesine oturtmaya çalışan Savcı Giovanni Falcone karısı ve korumalarıyla birlikte havaya uçuruldu..
Temiz eller operasyonunun simgesi en kestirme yoldan temize havale edilmişti…
Her şeye rağmen, temiz toplum, temiz siyaset özlemiyle yanıp, çırpınan İtalyan halkının desteğiyle yılmayan cesur savcılar sayesinde o asimetrik savaş hukukun zaferiyle sonuçlandı İtalya’da..
Örneğin Trieste’ ye yakın Aurisina’ daki Gladio gizli silah deposuna yapılan baskında 7 kutu patlayıcı olması gerekirken, sadece 4 kutu bulunduğunu tespit etti Savcılar..
Üstüne gidilince, patlayıcıların, Bologna istasyonunun bombalanması ve diğer eylemlerde, aşırı sağ eylemciler tarafından kullanıldıkları, 1971-74 yılları arasında Gladio’nun başında bulunan General Serraville tarafından da kabul edilmek zorunda kaldı..
İtalya’da 1969-80 arasında meydana gelen tam 4.298 terör olayı..
Bazı eylemleri bizzat yapan, bazısında patlayıcı ve silah sağlayan bazısında da tahrik ve yönlendirme görevini üstlenen Gladio..
Susurluk kazası üzerine, dönemin başbakanı Çiller hani o unutulmaz “Kurşun atan kadar kurşun yiyen de şereflidir.” demişti ya, aslında o sözleri İtalyanlar yıllar önce duymuştu..
Yıllarca Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Francesgo Cossiga, kendisine yakın ‘güvendiği aktörler’ yargıda mahkumiyet almaya başladıklarında göz yaşlarını tutamamış ve “Bu kahramanlara ceza yaftası değil şeref madalyası takılmalıydı” diyecek kadar duygulanmıştı.
İtalya’da temiz eller arkasında hükümetin gücünü, yanında halkın desteğini bulan cesur yürek savcıların, ülkede adil hukuku her şeyin üstünde tutmaya çalışan yargıçların ölümü göze alması sayesinde gerçekleştirilmişti…
Umalım ve dileyelim ki, ‘her şey için artık çok geç olmadan’ Türkiye’de de bir yıkanma, arınma sürecine tanık oluruz.
Dünyanın en büyük 17. ekonomisine sahip ülkesi aynı dünyanın gelişmişlik sıralamasında seksenincilikle, doksanıncılık arasında bir yerlerde uzun süre çakılamaz…
Ya ekonominiz yanlış yerde, ya da gelişmişlik sıralamanız…
Türkiye mutlaka yaşanabilir ülke olma özelliğini de yansıtan o çok geri kalmışlar arasındaki kötü kaderini ekonomik büyüklüğe yakışır bir yere yaklaştıracaktır…
Sadece biz istemiyoruz bunu…
Gelişmiş dünya, girmeye hazırlandığımız AB, bir zamanlar Ergenekon’ ları başımıza bela eden NATO’ nun tepesinde oturanlar da, kontrolden çıkan canavarları yok etmeye kararlı…
Yeter ki, fazla can yanmadan, kan dökülmeden, büyük acılar yaşanmadan atlatalım ‘farkında olmadığımız asıl büyük tehlikeyi’…
Mutluluk içinde gülen çocukların refah toplumuna giden kutsal yolculukta yeterince bedeller ödedik…
Daha fazlasına gerçekten halimiz, mecalimiz yok…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:09:14.317-07:00
Çevre haftası, Çevreci Müdür…
Çevre haftası, Çevreci Müdür…
Çevre haftası, Çevreci Müdür…
Ömrüne bereket bir Çevre Müdürümüz var…
Ne zamandır derseniz?
Emekli öğretmen Recep Metin’i çevreyle ilgili hiçbir formasyonu yokken 10 yıl o koltukta oturtan siyaset takımının yeni kadrosunun ona yeter dediği günden beri…
Mayıs 2006 da görevden alınan Metin’in yerini Hasan Saday doldurmaya çalışıyor..
Az ama öz konuşuyor Saday…
Örneğin 2007 ekim ayında Büyükşehir Belediyesinin yaptırmakta olduğu Karaduvar arıtma tesisine methiyeler dizdiğinde duymuştuk sesini…
Atık su tesisinin 2 yıl içerisinde tamamlanmasıyla birlikte Mersin denizinin pırıl pırıl olacağını belirtmiş, hızını alamayınca yapılan çalışmalar sayesinde deniz turizmiyle Alanya’ yı yakalayacağımızı, hatta o bölgeyi de geçeceğimizi iddia etmişti…
Koskoca Devletin Çevre müdürüyle sürekli tartışacak halimiz yok ya, susup dinledik…
Oysa çıkıp sormak gerekiyordu…
91 bin nüfuslu Alanya, çevre düzenlemesi adı altında kurban vermediği sahilleri sayesinde bugün 110 bin turistik yatağa sahipti.
Arıtma dediği –işe yarayıp yaramayacağı tartışmalı- proje tamamlansa bile, söz konusu tesisin kapsama alanındaki hangi sahilden denize ulaşacağız ki?
Serbest bölge, liman, orduevi, Vakıf Tesisleri, Hilton oteli gibi yapıların ardından kayalarla doldurulan Adnan Menderes bulvarı sahillerinden Tarzan misali denize atladığımızı varsayalım…
Yabancılar Alanya’nın, Side’ nin Cennet kumsallarını bırakıp Mersin’in hangi plajındaki hangi tesiste konaklayacaklar ki?…
Sorunun yanıtı olmadığı gibi dilin de kemiği yok…
Bilimsel raporlara göre Karaduvar’ da yapılmakta olan arıtma tesisinde 50 metrelik derin deniz deşarjı sağlanmadığı sürece verim alınması imkansız…
Oysa çok içeride kalan bölgenin coğrafi zorluğu nedeniyle 50 metrelik derinliğe ulaşmak için denizin dibine 14 km lik boru döşenmesi gerekiyor..
Oysa 100 milyon dolara mal olacak arıtma tesisinde derin deniz deşarj borusunun uzunluğu 2 km nin de altında…
Bu durumda atık sular denizin 20 metre derinine bile inemeyecek, sirkülasyon olmayacak, başta Karaduvar ve komşuları olmak üzere tüm bölge özellikle yazın ağır kokuların tehdidi altında kalacak…
Bir başka deyimle Mersin Büyükşehir Belediyesinin büyük çoğunluğu hayal dünyasına salan tesisinin beklentileri karşılamaktan çok, hayal kırıklığı yaratma ihtimali çok daha yüksek…
Şimdi Çevre Müdürümüz çıkıp, ‘Büyükşehir Belediyesinin yaptıracağı tesisten bana ne, projelendirenler, bunca parayı harcayanlar düşünsün’ diyebilir…
İlk bakışta haklıdır da…
Ama o zaman birileri çıkıp ta, yeterliliğini, kapasitesini, işe yarayıp yaramayacağını bilmediğin tesisi savunmak, deve mi, kuş mu ne çıkacağı bilinmez projeden yola çıkıp, Alanya olacağız muhabbetlerine girmek sana mı kaldı derlerse ne olacak?
Ankara’ nın Mersin’e atadığı İl Çevre Müdürümüz o veciz beyanatlarından birini de çevre haftası nedeniyle yayınlamış, kıt kanaat bilgi dağarcığımız zenginleşsin diye…
20 Mart tarihli gazetelere düşen demecinde Saday şunları söylüyor:
“Dünya nüfusunun hızla artmasına paralel olarak doğal kaynakların yanlış ve aşırı kullanımı, toprak-su dengesinin bozulması, yeşil örtünün dejenerasyonu, çevre kirliliği ve iklim değişiklikleri dünyayı giderek yaşanmazlığa doğru sürüklemektedir”
Söylediklerinde yerden göğe kadar haklı, Çevreden sorumlu müdürümüz…
İyi de dile getirdiği çevresel sorunların tümünde, denetleme, yanlışları düzeltme işini kim yapacak acaba?
Çevre kirliliğini yok etmese de azaltacak önlemleri alma yükümlülüğü yasal olarak hangi kuruma verilmiş?
Örneğin Büyükşehir Belediye sınırları içinde kumsalı olan tek belde Mezitli’ de, kıyıları işgal eden sitelerin çalıştırılmayan arıtmalarını denetleyecek, pisliklerini denize boca etmelerini kontrol edecek, önleyecek olan kim?
Bakın Saday’a inat, Müdürlüğün kendisi teoride yazılı olanları bırakıp, pratikte yaşanan vahameti İl Çevre Raporunda nasıl itiraf ediyor:
“İklimsel özellikleri, coğrafi konumu, doğal ve kültürel nitelikleri nedeniyle özellikle yaz
aylarında yoğun bir nüfus artışına sahip olan İlde yerleşimden kaynaklanan kirlilik göz ardı edilemez boyutlardadır. Kıyı boyunca yer alan tatil sitesi, otel, motel vb. tesislerin büyük çoğunluğunda atık su arıtma tesisi bulunmakla beraber bu tesisler verimli çalıştırılamamaktadır. “ (Mersin İl Çevre Raporu)
Peki hepimizin yüzerek pis sularına bulandığımız o denizlerin temiz tutulmasının, tesislerin verimli çalıştırılmasının denetim yetkisi kimde?
Ya Şubat, Mart aylarında tavan yapan, özellikle geceleri kenti yaşanılmaz hale getiren hava kirliliğine ne demeli?
Nefes almanın güçleştiği o gecelerin sabahında “ne olacak bu Mersin’in hali” diye soranları rahatlatacak açıklamalar da bizzat Sagay’ ın kendisinden geliyordu:
Şunları söylüyordu Çevre Müdürü:
“Akşam saatlerinde kent merkezinde görülen hava kirliliğinin, partikül (parçacık) madde denen is, toz, tanecik, kurum ve benzeri maddelerden kaynaklı kirlilik söz konusudur. Buna rağmen Mersin, Türkiye’de görülen kirlilikte ortalamanın altındayız. Kükürt ve karbondioksit gibi solunum sistemine veya kalbe zarar verici unsurlar olduğunda hemen harekete geçiyoruz” diyor ve ekliyordu:
“Hava kirliliğini haftalık günlük ve hatta saatlik ölçen istasyon sayesinde kentteki hava kirliliği oranlarını sürekli takip ediyoruz, aşırı hava kirliliği görüldüğünde Valilik ile koordinasyona geçerek gereken önlemleri alıyoruz.”
İçimizi rahatlatması gereken bu açıklamalara inat o saatlik ölçüm yapan istasyonun verileri hangi gerçekleri dile getiriyordu derseniz?
Merak edenler 26 Şubat 2008 günü kaleme aldığımız yazıyı yeni baştan okuyup vahim tablonun hiç te çevreden sorumlu Müdürün anlattığı gibi olmadığını görebilirler…
İşe yarar, birileri bakarsınız insafa gelip harekete geçer diye yineleyelim o yazıdan bazı bölümleri:
“25 Şubat saat 21…
Çevre ve Orman Bakanlığının online olarak yayınladığı hava analiz rapor sonuçlarına bakıyorum..
Şaşkınlık içinde ve bir yanlışlığa yol açmamak için birkaç kez kontrol ediyorum değerleri…
25 şubat saat 21’de ulusal hava kalitesi izleme ağına göre Mersin’deki hava kalitesi endeksi 271 i gösteriyor..
Aynı saatlerde bölgemizin diğer önemli kentlerinde yapılan ölçümlere göre hava kalitesi endeksi Adana’da 65, batı komşumuz Antalya’da ise yalnızca 52…
Rakam büyüdükçe hava kirliliğinin yükseldiği dolayısile sağlık riskinin de arttığı, buna karşın rakam ne kadar küçük olursa soluduğumuz havanın o kadar temiz olduğu anlamına gelen bir cetvel bu…
0-500 aralığıyla ölçülen hava kalite endeksinde 100 olarak ifade edilen değer ulusal hava kalitesinin bir yerde ortalaması anlamına da geliyor…
100’ün altına ne kadar çok düşerse o kadar kaliteli ve sağlıklı, 100’ ün üzerine çıktıkça da yükselen oranda hatta bazen toplum sağlığını tehdit edecek boyutlarda kirli bir hava…
Örneğin; HKİ değerinin 50 olması, hava kalitesinin iyi olduğunu ve toplum sağlığını etkileyebilecek riskin küçüklüğünü, 300’ün üzerindeki her HKİ değeri, hava kalitesinin kötü ve dolayısıyla sağlık riskinin yüksekliğini gösteriyor…
İşte Mersin bu kategoriler içinde son iki ayda tehlikeli gel gitler arasında dolaşırken 25 Şubat 2008 akşamı saat 21’de çok tehlikeli anlamındaki 300 rakamına dayanmıştı…”
Çevre haftası nedeniyle yaptığı açıklamada ‘çevre kirliliğinin dünyayı yaşanamaz hale getirdiğini’ söyleyen, ama kendi sorumluluk alanındaki kentte alarm zilleri çaldığında “merak etmeyin, Türkiye ortalamalarının altındayız” diyecek kadar rahat Müdürün denetimindeki Mersin’in çevresel vahim tablosu bu halde…
Tehlikeye ramak kala, komşu illerin 4 hatta 5 katına ulaşan hava kirliliği karşısında, 300 kritik eşiğini henüz aşmadık savunmasının kabul edilir yanı var mı?
Konu çevre olunca elbette söyleyeceklerimiz bunlardan ibaret değil…
60 bin Ulla gemilik kanserojen CR+6 bileşeni içeren 1,5 milyon tonluk tehlikeli atığı bahçesinde barındıran Kromsan tesislerinin yıllardır bertaraf edeceğiz yeminlerini, bu konuda sürekli sundukları projelerin akıbetini..
Karaduvar’ daki tank çiftliklerinde mevcut akaryakıt tanklarının tavanlarına filtre takma talimatını bir zamanların Çevre müsteşarı Mustafa Öztürk’ ten alan Müdürlük yetkililerinin o günden bugüne ne yaptıklarını..
Ses kirliliğini kontrol etme zorunluluğuna inat, en fazla ses kirleten Büyükşehir Belediyesine ait tesislere yönelik alınan –daha doğrusu alınmayan- önlemleri..
Muğla’dan kovulan balık çiftliklerine kucak açan bürokrasinin Mersin sevdasını..
Bir başka yazıda ele alırız…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:08:35.394-07:00
2. İsale hattı, bilinmeyen gerçekler…
2. İsale hattı, bilinmeyen gerçekler…
2. İsale hattı, bilinmeyen gerçekler…
Bunca zihinsel yorgunluğun, moral bozucu gelişmelerin ortasındayken kimseyle ciddi polemiklere girmeye ne niyetim, ne halim var…
Ama sonuçta köşe yazmanın tarihe not düşmek, gerçekleri ortaya koymak gibi pek te önemsemediğimiz farklı bir misyonu var…
Özgür Mersin gazetesinde yer alan Fatih Yıldırım’ın bir yazısını okuyunca, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi açısından önemsediğim bazı ayrıntıları yeniden yazmak, bilmeyenlere anımsatmak istedim…
Fatih’ le hiçbir sorunum yok…
Yıllardır o bana saygıda bir kusur etmedi, ben de onu oğlum gibi sevdim.
Ama gün gelir çok sevdiğiniz insanları da uyarır, gerektiğinde eleştirirsiniz…
Benim de bugün yapacağım öylesine bir şey…
Konumuz Fatih’in “Macit Özcan Mezitli’ de çok konuşuluyor” başlıklı yazısı…
İnsanlar birilerini sevebilir, bazen sevgiler aşk düzeyine bile erişebilir…
Hiç mahzuru yok.
Yeter ki, gönül verme, gün gelip akıl gözünü bağlamasın…
En büyük aşkların bile 3 yılda eskidiği günümüzde 9 yıldır Mersin’i yöneten Özcan’ ı, Fatih her şeye rağmen, eksiksiz, hatasız, hatta mükemmel bir Belediye başkanı görüyorsa keyfi bilir, diyeceğim ama, son yazısında deyim yerindeyse abartmış…
Bu durumda saptırılan bazı gerçekleri ortaya koymakta yarar var diye düşünüyorum…
Günümüzde tarihe iz düşmek, gün gelir de birilerine ışık tutar diye bildiklerimizi yazılı gazete dışında internet ortamı sayesinde bugünden, geleceğe saklamak eskisinden çok daha kolay…
Gelelim Fatihin yazısında yer alan düzeltilmesi muhtaç konulara…
“Macit Özcan değil midir içme suyu olmayan Mezitli’ ye içme suyu getiren?” diye sormak neyse de, bu sorudan önce “iktidarın nimetlerinden yararlanmadan bitirmiştir” diye kocaman laflar edersen işin gerçeğini anlatmak kendi adıma ödenmesi gereken vicdani borç olur, beni yakar diye düşünürüm…
Yıllarca kuyu sularıyla idare etmek zorunda kalan Mezitli, 2005 yılında Büyükşehir belediyelerinin sınırlarını yeniden belirleyen yasa çerçevesinde su, kanalizasyon benzeri hizmetler bakımından Mersin Büyükşehir belediyesinin kapsama alanına dahil edildi.
Ancak Berdan’ dan kente gelen su yeterli olmadığı için, başlangıçta bu belde için bir şey değişmedi…
Kötü kokulu, çok kireçli kuyu sularından şikayet eden Mezitli’ lilere Özcan, Devlet su İşleri Bölge Müdürlüğünce yaptırılmakta olan 2. isale hattı bitirilmesinin beklenmesini, ancak ondan sonra beldeye doğru dürüst su verilebileceğini söylüyordu.
Gelin görün ki, ortada ciddi bir sorun vardı.
Aslında 26,5 km lik hat tamamlanmıştı ama 500 milyar civarındaki alacağı ödenek yokluğuna takılan ve tesisi teslim edersem kalan paramı alamam derdine düşen müteahhit birkaç yüz metre civarındaki boruları döşemeyerek işi sürüncemeye almıştı…
Sorunun çözümü Ankara’dan gelecek ek ödeneğe, bunun için de AK Parti iktidarının güçlü bir tavır sergilemesine bağlıydı.
Tam da o günlerde MESKİ Genel Müdürü Ömer Gülay akıllı bir bürokratın yapması gerekeni yaptı.
Siyasi kimliğine bakmaksızın herkesin kapısını çaldı, hepimizi ayağa kaldırdı.
O günlerde sırf bu ek ödenek için başta AK Partinin güçlü ismi M.Dengir Fırat olmak üzere Ömer İnan’ı ben bile defalarca aradım.
İl Başkanı Gültak, merkez ilçe başkanı Gür sırf o ek ödenek için defalarca Ankara’ya gittiler.
Sonunda Başbakan yardımcısı Abdullatif Şener ikna edildi. Devlet Planlama Teşkilatının özel talimatıyla ek ödenek çıkarıldı.
2.isale hattı kısa zamanda tamamlanıp DSİ tarafından MESKİ’ ye teslim edildi…
Bu sayede Mezitli’ nin yıllardır süren çilesi bitmiş oldu…
Başkaları bugün ne der bilmiyorum ama en azından Ömer Gülay tanıktır bu yazdıklarıma ve sanırım yaşananları unutmamıştır.
Fatih’in şimdi çıkıp “iktidarın nimetlerinden yararlanmadan hizmet veren Özcan” muhabbeti bu nedenle çok ta doğru değildir…
Ve bir şey daha..
Mersin’e kazandırılacak yeni stat projesini de Özcan’ ın hanesine yazmışsın sevgili Fatih…
Mevcut stat Beden Terbiyesinin, yeni tesislerin kondurulacağı yer hazinenin…
Kentin en değerli alanı TOKİ’ ye verilip yerine kuzeyde bir yerlerde yeni spor kompleksi yapılacak…
İyi de projeyle Özcan’ ın ne ilgisi var ki, başardığı işler hanesine yazıyorsun…
Ben anlamadım, umarım bir anlayan çıkar…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:07:52.700-07:00
Sonunda alibaba’ yı da kapattık…
Sonunda alibaba’ yı da kapattık…
Sonunda alibaba’ yı da kapattık…
Masal kahramanı birinden değil, kurulduğu 1999 yılından itibaren hızla gelişerek, dünyanın en büyük ticaret platformu haline gelen alibaba.com sitesinden söz ediyoruz…
Geçtiğimiz günlerde Çin’le iş yapan oğlumu hayli üzüntülü bulunca üstüne gittim…
O da anlattı derdini…
Sanki ilk kez duyuyormuşum gibi www.alibaba.com sitesini anlattıktan sonra söz konusu platformun mahkeme kararıyla kapatıldığını bu nedenle günlerdir erişemediğini söyledi…
“Dert ettiğin şeye bak, çözerim”
İnanmaz hatta biraz da müstehzi, dalga geçer gibi, çöz de görelim meydan okuyuşuna aldırmadan önünde düşünüp durduğu diz üstü bilgisayarını aldım, ağ ayarlarına girip, dns sunucu adres bölümüne aklımdaki bir takım rakamları yazdım…
Halen inanmaz gözlerle bakıyordu ama, günlerdir erişemediği sitenin açıldığını görünce yutkundu, dudaklarında biraz da şaşkın teşekkür sözcükleri, döndü gitti…
Gerçekten son günlerde www.alibaba.com sitesine girmek isteyen Türk girişimcilerini çok renkli, çok katılımlı bir sanal ticaret alanı yerine aşağıdaki metin karşılıyor..
“T.C. İstanbul 1. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’nin kararı gereği bu siteye erişim engellenmiştir.” Sözcüklerinin yer aldığı cümlesi çıkıyor…
“Nasıl yani?” demeyin…
Dünyanın neredeyse tüm gelişmiş/gelişmekte olan ülkelerinden 30 milyona yakın girişimcinin üye olduğu, bir başka deyimle milyonlarca üreticisinin, mal alıp satanın buluştuğu bir küresel platform Türkiye’de bir mahkemenin kararıyla kapatılıyor…
İşin ilginci yargının kapattığı aynı sitenin Dış Ticaret Müsteşarlığına bağlı İGEME (ihracatı geliştirme etüt merkezi) tarafından teşvik görmesi…
Gold üyelik bedeli 600 dolar olan alibaba sitesine kayıt yaptıran Türk ihracatçısının üyelik ücretinin yarısını İGEME karşılıyor…
Tam Türkiye’nin bugünlerde yaşadığı çatışmaya özgü bir durum…
Devletin ihracatını geliştirme misyonunu yüklenen kurumunun teşvik ettiği bir platform bir başka devlet kurumu tarafından yasaklanıyor…
Hiç şüphem yok, siteye abone pek çok girişimci oğlum gibi olan biteni anlamaya, yeni dünya ticaret düzeninin açtığı bu yolda uğradıkları yerel kazayı atlatmaya, nedenlerini anlamaya çalışıyorlar…
Bir iş adamı karşılaştığı durumu şu sözlerle özetledi:
“Koşullarını ve fiyatını beğendiğim 30 bin dolarlık malı satın aldım. Ertesi gün siteye gireyim dedim. Karşımda duvar gibi mahkeme kararı, ne diyeceğimi bilemiyorum.”
Tartışmalara TİM Başkanı Oğuz Satıcı ve İstanbul İhracatçı Birliklerinden bazı başkanlar da katıldı..
TİM Başkanı Satıcı, siteye neden erişilemediğini araştırdıklarını dile getirirken “Türk ihracatçısı küresel piyasalarda bir oyuncu. Bu dünyayı ne kadar ilgilendiriyorsa bizi de o kadar ilgilendiriyor. Dünyaya entegre bir ülke olan Türkiye’nin de bu anlamda da her türlü platform üzerinden ihracatçısına hizmet veriyor olması lazım” dedi.
İstanbul Kimyevi Maddeler ve Mamülleri İhracatçıları Birliği Başkanı ve Akyüz Plastik İhracat Direktörü Murat Akyüz de, Alibaba.com’a üyelik için devletin ihracatçıya destek verdiğine işaret ederek, karara şaşırdığını dile getirdi. Akyüz, “Alibaba.com dünyada kendi alanında bir numaralı site. Bu platformda satış yapmak için firmalar siteye üye oluyor. Bu 600 dolardan başlayan bir üyelik. İhracatı Geliştirme Merkezi bu üyeliğin yüzde 50’sini destekliyor. Yani devlet desteğiyle siteye üye oluyorsunuz. Ancak devletin bir kurumunun teşvik verdiği bir siteyi bir başka kurum kapatıyor” diye konuştu.
Peki bu alibaba.com sitesi neyin nesi…
Günümüzde üreten, alıp satan, dünyanın dört bucağındaki 200 ülkede faaliyet gösteren ve çoğunluğu KOBİ’ lerden oluşan 30 milyon civarında üyeye sahip bu sanal platform, mal alıp satanları karşı karşıya getirerek, toptan ticaret yapmalarını sağlıyor…
2005 te %40’ı milyar doların üzerinde fiyata satılan Asya’ nın bu yükselen ticaret sitesinin yaratıcısı kim?
Soruların yanıtı Ma Yun adlı Çinlinin efsanevi öyküsünde gizli…
1996 yılında İngilizce öğretmenliğinden sıkılan ve bilişimin yarattığı yeni türden siber ticari platformun gücünü keşfeden alabildiğine çirkin, kara kuru Çinli elinde çantası kapı kapı dolaşıp, sitesinin işlevlerini anlatmaya çalışır…
Çoğu kapıdan kovulmasına, hatta dolandırıcı damgasını yemesine rağmen amansız bir kavgadır verdiği….
9 yıl öncesinde çaldığı çoğu kapı yüzüne kapanan gariban öğretmeni 2005’ te üzerine bir milyar dolar para alarak dünyanın en ünlü internet markalarından YAHOO’ nun Çin bölümüyle birleşti. Daha doğru bir ifadeyle YAHOO gibi dünya çapında bir şirketin kendisini bünyesine katması gerekirken, aksine kasasına bir milyar dolar alarak, YAHOO Çin’i neredeyse kendisi teslim aldı.
Alışverişin ardından uzatılan mikrofonlara pazarlıklarla yaşanan süreci şöyle anlatıyordu:
“26 Temmuz 2005 günü ABD’de, havaalanında avukatlara ‘sakın unutmayın, bu defa ortak falan değil, Yahoo’nun Alibaba’yı satın alması hiç değil, tam aksine Alibaba’ nın, Yahoo’ ya ait Çin’deki şirketini satın alma operasyonunu gerçekleştirmeyi hedefleyin.
Bu temel olmaksızın kimseyle görüşmemin bile anlamı yok’ dedim.”
Alibaba, bu birleşme operasyonuyla 1 milyar Amerikan dolarlık yatırımı elde etmenin yanı sıra, Yahoo’nun Çin bölümündeki arama motorunu, reklam ve Yahoo markasının Çin’de süresiz kullanım haklarını da devraldı.
Bunun için Alibaba’nın ödediği bedel, hisselerinin yüzde 40’ı, oy haklarının yüzde 35’i ve yönetim kurulunda yeni ortağın temsilcisine verilen bir sandalyeden ibaretti…
İnternet dünyasının en önemli devlerinden biri olarak, o güne kadar dünya çapında 25 şirket satın alan ve kendi malvarlıklarından tek sentlik ödün vermeyen Yahoo’ yu kendisine ortak ederken adeta diz çöktüren ve devin Çin bölümünü bünyesine katan Ma Yun, çok ilginç bir kişilik…
“Başkalarından fazla bir kafam daha yok. Zayıf ve çirkin sayılırım. Ancak bana göre çirkin görüntüm bir avantaj.. Çünkü bana göre bir erkeğin dış görünüşü ile zekası ters orantılıdır.”
1964 yılında Çin’in doğusundaki Hangzhou kentinde doğan Ma Yun, üniversiteye giriş sınavında örneğin matematikten 100 üzerinden yalnızca 21 alacak kadar çapsız biri aslında.
Sürekli denemesine rağmen ancak üçüncü sınavda başarılı olup Üniversiteye adım atan Ma Yun, kabul edildiği bir yüksekokulda İngilizce öğrenmeye başladı.
Mezun olduktan sonra da Hangzhou Elektronik Mühendislik Enstitüsü’nde öğretmen olarak çalıştı.
1996 yılında Ma Yun, arkadaşlarıyla birlikte kurduğu web sitesini Beijing’de kapı kapıya dolaşarak tanıttı.
Amacı o günlerde Pazar sıkıntısı çeken Çin’deki küçük ve orta boy işletmelerin dünyaya sanal ortam üzerinden açılmasını sağlamaktı.
Ancak uzun süre kimseyi ikna edemedi, sitesine üç kuruş verip abone olacak müşteri de bulamadı…
Hayal kırklığına uğrayan Ma Yun, Pekin’den ayrılarak, Hangzhou’a döndü ve bu kez Alibaba şirketini kurdu.
Bu, Ma Yun için dönüm noktasıydı.
Tam işler yoluna girecekken, 2000 yılında ABD’ den başlayan büyük kriz sonucunda bilişim ekonomisi çöktü, internet sektörü deyim yerindeyse “kış uykusuna” girdi.
Buna rağmen, Ma Yun, olağanüstü inatçılığıyla, şirketinin bu zor dönemden güçlenerek çıkmasını sağladı.
Ma Yun, her zaman genel trende göre değil kendi inandığı yolda ilerliyor…
Bugün gelinen noktada ulaştığı akıl almaz iş hacmine ve 30 milyon civarındaki ticari işletmenin alım satımına hizmet vermesine rağmen Ma Yun’a göre, internet ortamında sürdürülen elektronik ticaret henüz emekleme çağında ve daha kazmanın vurulmadığı bir altın madeni değerinde…
Gerçekten de altın madeni şirketin 2007 yılında Hong Kong borsasında halka açıldığı gün piyasa fiyatı 26 milyar doları bulmuştu…
Çin’li bir garip öğretmen yoktan var ettiği, para pul istemez siteyle milyar dolarlar kazanıp Yahoo’ ya ortak olurken bize de o sanal platformu kapatmak düşüyor…
Umarım bu garip öykü nedeniyle zaten yeterince karışık olan zihnimiz daha beter bulanmaz…
abdullahayan@gmail.com
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:07:06.222-07:00
Demokratlığın zor sınavı…
Demokratlığın zor sınavı…
Demokratlığın zor sınavı…
Biraz gazete okuyan, haber dinleyen hiç kimse için sürpriz yok…
Kısaca hafta sonu birkaç saatte okuduğum iddianameyi yazmak Başsavcının kaç ayını, gününü almıştır bilmiyorum ama eğer Çölaşan gibi google arama motorundan yararlanma konusunda bir sorunu yoksa bunca uğraşmasına bile gerek yoktu diye düşündüm.
Açarsın google’ in arama bölümünü…
Karşına çıkan kutuya Erdoğan yazar, ara komutuna tıklarsın…
Yaklaşık 1 milyon 100 bin sayfalık bir liste dökülür ekrana…
Bu kadar fazla dokümanın içinden aradığın özellikte bilgileri ayıklamanın da yöntemi var artık…
O işlemleri de yapar, sonuçta iddialarına dayanak olacak tüm delilleri toparlayabilirsin.
Peki bu kadar kolay mı olmalı bir partiyi –hem de ülkeyi 65 aydır yöneten iktidarıyla, Cumhurbaşkanından, başbakanına kadar uzanan kadrosuyla- kapatmaya yönelik girişim?
Kendini ülkenin amiral gemisi olarak gören bir medya grubu ile aynı dümen sularında dolaşan bir takım sandalımsı ceridelerin aylardır körüklediği çoğu mizansen kokan kanıtlanmamış haberlerle 21. yüzyılda parti kapatılmasını düşünmek bile yeni çağa kanat çırpmaya hazırlanan ülke insanını en hafif deyimle incitmez mi?
Eskiden olsa sır gibi saklanacak iddianamenin hafta sonu ayağa düşmesi bile yaşadığımız sansürsüz, sınırsız iletişim çağını yansıtması bakımından hayli ilginç ip uçlarıyla dolu…
Milyonlarca insanın okuma şansını elde ettiği ve okudukça renkten renge girdiği başka bir dönemi anımsayanınız var mı?
Dünya eski dünya, Türkiye eski Türkiye değil…
30 yıl boyunca müzminleşen bir enflasyon belasına mahkum ettiğiniz ülkeyi bu kangren olmuş beladan laikliği savunanlar değil AK Parti kurtarmadı mı?
Karanlıklara götüreceği iddia edilen bir siyasi hareketin modernleşme, çağdaşlaşma çabalarını görmeyenler, son beş yıldaki küresel boyutlara yaklaşan ekonomik mucizeyi neden görmez?
250 milyar dolarlık dış ticarete ulaşan, müteahhitleri dünyanın dört bucağında yüz milyar dolarlık projeye imza atan bir ülkeyi kafalarındaki eski sınırlara hapsetmeye çalışanlar olabilir..
Ne beyhude çaba…
Nehri tersine akıtmak kadar zor bir uğraş…
Özel sektörü son beş yılda dış kaynak olarak ve dövizle yüz milyar dolar borç bulan, son üç yılda yüz milyar dolarlık yabancı sermaye çeken bir ülkeden söz ediyoruz…
Ürettiği her 100 televizyonun 90’ını gelişmiş ülkelere ihraç eden Türkiye…
Dünya otomotiv sanayi ve ihracatı sıralamasında 10.luğa oturmaya hazırlanan, dünyadaki her 100 araçtan ikisinin üretildiği ülke…
Bugünkü dünya sıralamasında 17. büyüklüğe sahip ekonomisini gelecek 10 yılda 10.luğa çıkarmaya hazırlanan Türkiye…
Tüm Avrupa’da son 50 yıl içinde kapatılan parti sayısı yalnızca iki iken tek başına bu ülke tek tip siyasi anlayış dışına çıkmış 26 siyasi partisini kapatmış…
Siyasi parti mezarlığında dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir rekora sahibiz.
Bu alanda rekabet edeceğimiz, yarışacağımız ikinci bir ülke yok…
Ne geri kalmışlarda, ne gelişmişlerde…
İspanya’daki teröre doğrudan destek veren tek istisna dışında son 50 yıl içinde kapanan tek bir siyasi parti yok…
İrlanda İRA temsilcisi Sinn Fein hareketini bile hoşgörüyle karşılarken…
Refah toplumu olma yolunda ilerleyen ülkeler demokrasilerini her gün biraz daha geliştirirken..
1983-2003 arasındaki 20 yıllık döneme 18 parti kapatma başarısını sığdıran Türkiye…
Demokrasimizin yerini bundan daha iyi gösteren başka bir gösterge olabilir mi?
Oysa dünya artık partilerin sandıkta doğup, orada öldüğünü öğrendi…
Yargıtay Başsavcısının hazırladığı iddianamede referans olarak gösterilen İnsan Hakları Avrupa komisyonu (İHAK) ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) kararlarının tümünde dayanak gösterilen tüm belgeler ne yazık ki Türkiye menşeli…
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde var olmayan ve anayasa mahkemesine ışık tutmayan parti kapatma kararlarının yalnızca bizim ülkemizde yer alması hepimiz için ibretlik derslerle dolu…
21. yüzyılın dinamiklerine uygun, çağdaş bir demokrasi…
eleştireceğimiz dünya kadar eylem ve söylemiyle AK Parti’den hesap sormak sonraki işimiz…
bugün geçmekte olduğumuz demokratlık sınavından yüzümüzün akıyla çıkmak zorundayız…
Demokrasinin olmadığı yerde hukuk eksiktir…
Demokrasinin olmadığı yerde, size şifa niyetine 24 saat laiklik sunsalar ne ifade eder…
Bugün Suriye’ de laik ama kimse çıkıp Suriye’yi gelişmiş demokratik ülkeler kategorisinde göremiyor…
Kimin AK Parti ile hesabı varsa, sandıkta görsün…
Ama değişim ile statüko arasındaki bu son hesaplaşmada varlık sebebi demokrasi olan siyasi partilerin ve özgürlüğü solumak isteyen bireylerin seçme hakkı yok.
Aslında medyamızın günlerdir tartıştığı konuya en ciddi noktayı AB adına konuşmaya en yetkili insan koydu:
Birliğin genişlemeden sorumlu yetkilisi Olli Rehn, “parti kapatma girişimlerinin Avrupa Birliği’ne girmenin koşullarına aykırı olduğunu” söyledi.
Rehn demokratik toplumlarda siyasi sorunların çözüm yerinin, mahkemeler değil parlamento ve seçim süreci olduğunu ifade ederken, Türkiye’yi de anayasasında yazılı demokratik ilkelere uygun davranmaya davet etti.
Bir yandan AB katılım sürecini desteklediklerini dile getirip, öte yandan hukuku adres göstererek olası kapatma kararına olumlu bakanlara ithaf olunacak bir tepki…
AB’ ye girmeyi samimi olarak düşlüyorsanız, parti kapatma hesaplarına girmeyeceksiniz…
Yok sizin için AB’ den daha önemli kıstaslar varsa o zaman yürekli davranıp bu önceliklerinizi toplum önünde dile getireceksiniz…
Örneğin hiçbir zaman yer almadığı halde kendisini sosyal demokrat kulvarda görme hastalığına düşmüş CHP’ nin bile üçüncü bir yolu yok ki…
Geçmişte 141 ve 142. maddeden yargılanan gerçek anlamdaki solculuğunun bedelini yıllarca sürgünlerde, sonra da döndüğü yurdunun işkence odalarında mahpushanelerinde çile doldurarak ödeyen Nabi Yağcı gibi bir aydın bakın AK Parti’nin kapatılma girişimi hakkında neler yazıyordu Referans gazetesindeki köşesinde:
“Ülkemizin demokratik dönüşümünü amaçlayan, Avrupa Birliği (AB) ile uyum yasaları TBMM’de diğer partilerin de katılımıyla kabul edilerek “Ulusal Program” adıyla bağlayıcı bir nitelik kazanmış ve bu program kamuoyundan da yüksek destek almıştı. Sokaktaki simitçi Ahmet efendi kendini bu programla bağlı hissedecek, hijyene dikkat edecek de yargıçlarımız, yüksek yargı kurumlarımız hissetmeyecekler mi?
Bu programla Türkiye, demokratik rejim değişikliği yönünde yeni bir ulusal rota tayin etti. Yasaların yorumlanmasında, TBMM kararlarıyla bu yönde ortaya çıkan halk iradesini dikkat dışı bırakmak bu yeni rota karşında tutum almak anlamına gelmez mi ?
Böyle bakılmazsa ülkemizin geleceği şimdi olduğu gibi, iki yüksek yargı organının iki dudağı arasına teslim edilmiş olmaz mı? Birisi karar verdi şimdi diğerinin kararı beklenmekte. Bu durum parlamenter rejime, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Herkes nefesini tutup Anayasa Mahkemesi ne karar verecek diye bekleyecek. Yalnız biz değil dünya da bekleyecek; kim, hangi ülke, kapatılma ihtimali olan bir partinin iktidar olduğu ülkeyi ciddiye alıp ileriye dönük ciddi angajmanlara girer? Ekonomi ne olur? Bu durum ülkenin geleceğini karartmak anlamına gelmez mi?
Milli çıkarlardan, onurdan çok söz edenler şimdi şapkalarını önlerine koyup yeniden düşünmeliler. Hepimiz de düşünmeliyiz.
Ama parti kapatmaya hayır demek için düşünmeye gerek yok.
Son zamanlarda yüklendiği büyük yolculukta yorgunluk emareleri gösteren, evrensel olmanın temel ilkeleri yerine iç gündemine dönerek, çoğumuza 22 temmuzdan başlayarak hayal kırıklığı yaşatan AK Partiyi eleştirmek başka şeydir, aldığı %47 lik halk desteği ortadayken partiler mezarlığına gömülmesine seyirci kalmak ise çok daha başka…
Bugün AB sürecine giden yolda tıkanan AK Partiye “oh olsun” demenin zamanı değil…
Tam aksine gün, kendini demokrat hisseden herkesin “hepimiz AK Partiliyiz” deme günüdür…
Kadere bakın ki geldiğimiz noktada beğensek te beğenmesek te, AK Partiye sahip çıkma demokrasiye sahip çıkmakla özdeş hale geldi…
Yargıtay Başsavcısının başımıza açtığı işe bakar mısınız…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:06:22.151-07:00
Darbe mi, devrim mi?.. (2)
Darbe mi, devrim mi?.. (2)
Darbe mi, devrim mi?.. (2)
Bir önceki yazıda 27 Mayıs darbesini ak devrim olarak nitelendirenlerin büyük yanılgılarını, tıpkı sonradan tanışacağımız diğerleri gibi demokrasiyi rafa kaldıran bu operasyonun da ABD mizansenli bir senaryo sayesinde sahneye konduğunu anlatmaya çalışmıştık..
Kaldığımız yerden devam edelim…
1955 yılına kadar ülkeyi köylülükten sanayileşmeye dönüştürmeye çalışan Demokrat Parti’ nin ekonomi politikaları bir yere geldi tıkandı…
Kimseler pek bilmez, bilenlerin çoğunun da işine gelmez ama o beş yıl içinde neler yapılmadı ki…
Sıtma kaynağı Seyhan nehrine yabancı kredilerle baraj yapılarak, her yıl sel felaketlerine maruz kalan Çukurova bölgesi, ülkenin sulanan en bereketli vahası haline getirildi.
-Sahi bu ülkede Özdemir İnce’ nin yerlere göklere sığdıramadığı tek parti döneminde Sıtma Savaş istasyonları vardı değil mi?
Hadi sıtma savaşı unuttuk ya veremle savaş dispanserleri…
1949 yılında 14 bin kişiye verem aşısı yapılan ülkede rakamın 1953’ te 1 milyona çıkması da Tansel hanım ve benzerlerini pek ilgilendirmez…
Hirfanlı, Demirköprü, Kemer, Seyhan barajlarının tamamlanması, yeni 17 barajın projelendirilmesi 1950-54 yılları arasında 18 bin köyün içme suyuna kavuşması…
1951 de bankaların sanayiye açtıkları 176 milyon kredinin dört yılın 550 milyona çıkması…
1950 de 2300 olan tesis sayısının 1954 te 4600’e ulaşması…
10 dan fazla çimento bir o kadar şeker fabrikası…
Yeterli miydi elbette değil…
Yılda ancak %2 büyüyen, nüfus artış hızı ekonomik gelişmesinin önünde koşan her şeye rağmen Türkiye…
Taşıma suyla çevrilmeye çalışan değirmen 1956’da yavaşlamaya, 1957 de ise arıza çıkarmaya başladı…
Yıllık bütçesi 65 milyar dolar olan ABD’ ye üç kuruş ek kredi için (Bütün istenen para 300 milyon dolardı) başvurdu Menderes hükümeti…
Tam da o günlerde nükleer başlıklı Jupiter füzelerini Sovyetlere karşı Anadolu’ya yerleştirmeye çalışan Eisenhower ve ekibi yardım için kapısını çalan bizimkilere adres olarak IMF’ i gösterdi…
300 milyon dolar kredi için %300 lük devalüasyon öneren uluslar arası para fonuna sinirlenen romantik Menderes el altından Sovyetler’ e sıcak selamlar sarkıtmaya başladı…
Kasketlilerin sahilleri doldurmasından rahatsız plaj sakinleri zaten uyuyan hücreler eliyle “ne olacak bu memleketin hali” kaygısındaydılar…
Menderes’in burnunu sürtmeye niyetli ABD’ nin başlangıçta esirgediği yardım nedeniyle ülke hızla ekonomik bunalıma sürüklendi…
Ve 8 Ağustos 1958…
O güne kadar 280 kuruş olan dolar değeri 9 liraya çıkarıldı.
Bir zamanlar benim, Tansel hanımınsa bugün halen ak devrim olarak tanımladığı 27 Mayıs darbecilerinin ilk yaptığı iş Washington’daki büyük ağabeyler yerine Ankara’daki ABD elçiliğinin kapısını çalmak oldu…
İnanmayan 50 yıl gizli tutulan ve geçtiğimiz günlerde açıklanan ABD belgelerine bakar…
Bindiği tankın namlusunu elçiliğin bahçesinden içeri uzatıp, kapıya dayanan ihtilalin kudretli albayıyla yaşananları şöyle anlatıyordu Pentagonun Ankara’daki temsilcisi askeri ataşe Fred Haynes:
İhtilal oldu… Biz, bütün personelimiz ve ailelerimizle büyükelçilik binasındaydık.
Ön güvenlikte görevli deniz piyadeleri, bir Türk tankının elçilik dış kapısına dayandığını ve üzerindeki albayın bizden biriyle mutlaka görüşmek istediğini bildirdiler.
Askeri ataşe olarak görüşmekle ben görevlendirildim.
Gittim. Gerçekten de büyükelçiliğin Atatürk Bulvarı’na bakan tarafındaki kapısına dayanan bir Türk tankının namlusu, bahçemize kadar girmişti ve üstünde son derece sert görünümlü bir Türk albayı bulunuyordu. Kapıya yanaşınca albaya selam verip kendimi tanıttı, o da tanktan aşağıya atlayıp kendini tanıttı: Albay Türkeş!..
Ne istediğini sorduğumda son derece düzgün bir ifadeyle, yıkılan hükümetin devletin kasasında bir tek dolar bile bırakmadığını, acil para bulunmazsa devletin işini yapamayıp, memur maaşlarını bile ödeyemeyecek duruma geleceğini ve ihtilalin parasızlık nedeniyle daha başlamadan biteceğini söyledi. İsteği, benim, kendisiyle başbakanlığa gitmem, oradaki kriptolu teleksten Washington ile temas kurarak, ihtilalin acil ihtiyacı olan 50 milyon dolarlık transferin gerçekleşmesini sağlamamdı.
Büyükelçi izin verdi, Türkeş’le birlikte başbakanlığa geçtik, ben teleksi ilettim, sonra Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı’ndakilerin saat farkı nedeniyle uyanıp işlerinin başına gelmelerini beklemeye başladık. Saatler sürdü bu ve çok sıkıntılı bir bekleyişten sonra teleksten, istenilen paranın Türkiye’ye transferin yapılacağı bildirildi.
Albay Alpaslan Türkeş çocuklar gibi sevinmişti… O günden sonra Türkeş’le ne zaman karşılaşsam, 27 Mayıs’ta olduğu gibi selamlaşırım…’
Netice mi?
1960 nisanında Sovyetler Birliğine geniş bir heyetle gitme planları yapan Menderes’in de, Temmuz ayında iade-i ziyarete hazırlanan Kruşçev’in hayalleri hiçbir zaman gerçekleşmedi.
CİA’ nin raporlarına göre İstanbul Harp Akademilerinde planlanan ve kansız biteceği sanılan darbe sonunda Menderes ve iki arkadaşı asıldı…
Jüpiter füzeleri ülkedeki üslere yerleştirildi…
Maaşları ödemek için gerekli 50 milyon dolar ABD’ den alındı…
Kendisi bile darbeden habersiz Org. Gürsel’ in başa geçirildiği cuntanın ilk işi silahlı kuvvetlerde kapsamlı bir mıntıka temizliğiydi..
NATO Avrupa Müttefik Orduları Başkumandanı Org. Norstad’la görüşen Gürsel, EMİNSU diye anılan ve silahlı kuvvetler bünyesinden 235 general ve amiralle birlikte çeşitli rütbelerde 5 bin subayın emekli edilmesi için düğmeye bastı…
Operasyon için Emekli Sandığı’nda ve Hazine’de yeterli para olmadığı anlaşılınca kararın uygulanması için gerekli meblağ ABD tarafından hibe olarak Ankara’ya gönderildi.
Ve son noktayı Gürsel koydu:
“NATO’ nun sağ kanadını kurtardık.”
Ya işte böyle Tansel hanım…
Ak devrim 27 Mayısa bir de bu pencereden bakmayı deneyin…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:05:07.696-07:00
Darbe mi, devrim mi?
Darbe mi, devrim mi?
Darbe mi, devrim mi?
Ne diyor Tansel hanım?
Menderes ve ekibi 1950’ de güzelim Türkçe ezanımızın yeniden Arapça okunmasının önünü açarak onu dininden soğutmuş…
Zaten 1960’ ta bunların idam edilmesi de hayırlı bir işmiş…
‘Kimse idam cezasını istemez ama o dönemde bunlar idam edildiğinde toplumsal bir coşku vardı. 27 Mayıs’ı burada ihtilal olarak görmek hata olur. 1960 ihtilali aslında bir devrimdir”
Evet bu sözler tümüyle şimdi dört kuvvetten biri yargının en önemli ayaklarından Danıştay’ın başsavcısı koltuğunda oturan bir saygın hukukçuya hem de emin Çölaşan’ın eşi ünvanına sahip birine ait…
Söylediklerinin temeline inmeden önce bir matematik gerçek:
O toplumsal coşku dediği şeyin en büyük ölçüsü sandıktan çıkan halk iradesi değil mi?
Peki nasıl oldu da, toplumsal coşkuya rağmen 1960 darbesinden sonraki ilk seçimde halk ak devrimi savunan CHP’ ye değil de, DP’ nin mirasına konmaya çalışan Adalet Partisi ile Yeni Türkiye Partisine oy verdi?
(AP ve YTP’ nin oyların %49’ ını alması mu vermişti coşkuyu?)
Yıllarca çoğumuzun düştüğü hataya olgunlaşma dönemini tamamlamış olması gereken –hem de adalet dağıtma gibi kutsal bir misyona sahip- birinin halen geçmiş dönemi çok daha büyük bir evrensel pencereden görme yerine kendi dar kalıpları içinde sıkışarak okumaya çalışması ne kadar hazin…
Demek 27 Mayıs devrimdi…
Peki 12 Mart 1971 neydi?
Ya 12 Eylül?
Hatta 28 Şubat…
“Benim darbem senin darbeni döver”, “benimki devrim senin ki darbe” mantığı…
Bazılarının kadroları devrim konseyi, diğerlerinin ki faşist cunta!
Demokrat olmak tam da bu testlerin yanıtında gizli…
Yani 12 Mart muhtırası yerine 9 Mart darbesi gerçekleşse ve İlhan Selçuk-Doğan Avcıoğlu ekibinin körüklediği müdahale gerçekleşse mesele yoktu öyle mi?
Hadi 1971 muhtırasına giden yolda, bir kısmında yer aldığımız, kaynağı merak edilmeyen bombaların okullarda patlatılsın diye gencecik ellere tutuşturulduğu o ilginç dönemi bir yana bırakıp 1960 darbesine –yoksa ak devrim mi dememiz gerekiyor? – dönelim…
Gerçekten yaşanan süreç tek parti döneminde zorlamalarla Türkçe okunan ezanın yeniden aslına dönerek Arapça okunmasından mı ibaretti?
Dış dengeler, iki kutuplu dünyanın Türkiye üzerindeki etkileri, durumdan vazife çıkaran Türkiye’deki bazı siyasilerle, asker-sivil bürokratik ekibin rolü neydi?
Bu soruların yanıtına kafa yormadan en kolay yoldan Başbakanını asan birilerini aklayacak fetvalar vermek kime ne kazandırır?
Önce bir yanlışı düzeltmek, Tansel hanımın kafasını karıştırsa da, ezan konusundaki gerçekleri dile getirmek gerekiyor…
1950’ de iktidar olan Demokrat Partinin hazırladığı kanun tasarısı o günlerin Meclisinde tek bir Milletvekilinin itirazı olmadan CHP’ lilerin de oylarıyla geçmiş bir metindir…
CHP Trabzon Milletvekili Eyüboğlu’ nun ifadesiyle tartışılması bile anlamsız bir yasayla ezanın Türkçe dışında bir dilde okunma yasağı ortadan kalkmıştır…
1950-60 arası 10 yıllık dönemde Meclisin oy birliği ile kabul ettiği iki yasadan biri budur, diğeri de Türkiye’nin NATO’ ya girişi…
Türkiye’ nin 1948’ de başlayan İngiltere etkisinden çıkıp ABD sularına girmesi Truman doktrini/Marshall yardımı ve NATO’ nun kanat oyuncusu olmasıyla pekişmiştir böylece…
Aslında 1960 ihtilalini getiren de öyle Arapça ezan veya Nurculara hoşgörüyle yaklaşan DP’ nin bu türden uygulamaları falan değil, Demokrat Parti iktidarının ekonomik alandaki hırsı, yanında Menderes’in ABD yerine alternatif yeni ittifaklar arama saflığına düşmesi/düşürülmesidir…
1955’ e kadar süren kalkınma hamlesinin ardından gelen ekonomik kriz, döviz sıkıntısı başlayınca ABD’ ye avuç açan Menderes hükümetinin başına gelenler, Sovyetler Birliğine yönelteceği nükleer başlıklı füzeleri pazarlık konusu yapan Pentagon ve CİA’ nin ördüğü çoraplar bir sonraki yazının konusudur…
1955 yılına kadar ülkeyi köylülükten sanayileşmeye dönüştürmeye çalışan Demokrat Parti’ nin ekonomi politikaları bir yere geldi tıkandı…
Kimseler pek bilmez, bilenlerin çoğunun da işine gelmez ama o beş yıl içinde neler yapılmadı ki…
Sıtma kaynağı Seyhan nehrine yabancı kredilerle baraj yapılarak, her yıl sel felaketlerine maruz kalan Çukurova bölgesi, ülkenin sulanan en bereketli vahası haline getirildi.
-Sahi bu ülkede Özdemir İnce’ nin yerlere göklere sığdıramadığı tek parti döneminde Sıtma Savaş istasyonları vardı değil mi?
Hadi sıtma savaşı unuttuk ya veremle savaş dispanserleri…
1949 yılında 14 bin kişiye verem aşısı yapılan ülkede rakamın 1953’ te 1 milyona çıkması da Tansel hanım ve benzerlerini pek ilgilendirmez…
Hirfanlı, Demirköprü, Kemer, Seyhan barajlarının tamamlanması, yeni 17 barajın projelendirilmesi 1950-54 yılları arasında 18 bin köyün içme suyuna kavuşması…
1951 de bankaların sanayiye açtıkları 176 milyon kredinin dört yılın 550 milyona çıkması…
1950 de 2300 olan tesis sayısının 1954 te 4600’e ulaşması…
10 dan fazla çimento bir o kadar şeker fabrikası…
Yeterli miydi elbette değil…
Yılda ancak %2 büyüyen, nüfus artış hızı ekonomik gelişmesinin önünde koşan her şeye rağmen Türkiye…
Taşıma suyla çevrilmeye çalışan değirmen 1956’da yavaşlamaya, 1957 de ise arıza çıkarmaya başladı…
Yıllık bütçesi 65 milyar dolar olan ABD’ ye üç kuruş ek kredi için başvurdu Menderes hükümeti…
Tam da o günlerde nükleer başlıklı Jupiter füzelerini Sovyetlere karşı Anadolu’ya yerleştirmeye çalışan Eisenhower ve ekibi yardım için kapısını çalan bizimkilere adres olarak IMF’ i gösterdi…
Topu topu 300 milyon dolar kredi için %300 lük devalüasyon öneren uluslar arası para fonuna sinirlenen romantik Menderes el altından Sovyetler’ e sıcak selamlar sarkıtmaya başladı…
Kasketlilerin sahilleri doldurmasından rahatsız plaj sakinleri zaten uyuyan hücreler eliyle “ne olacak bu memleketin hali” kaygısındaydılar…
Menderes’in burnunu sürtmeye niyetli ABD’ nin başlangıçta esirgediği yardım nedeniyle ülke hızla ekonomik bunalıma sürüklendi…
Ve 8 Ağustos 1958…
O güne kadar 280 kuruş olan dolar değeri 9 liraya çıkarıldı.
Bir zamanlar benim, Tansel hanımınsa bugün halen ak devrim olarak tanımladığı 27 Mayıs darbecilerinin ilk yaptığı iş Washington’daki büyük ağabeyler yerine Ankara’daki ABD elçiliğinin kapısını çalmak oldu…
İnanmayan 50 yıl gizli tutulan ve geçtiğimiz günlerde açıklanan ABD belgelerine bakar…
Bindiği tankın namlusunu elçiliğin bahçesinden içeri uzatıp, kapıya dayanan ihtilalin kudretli albayıyla yaşananları şöyle anlatıyordu Pentagonun Ankara’daki temsilcisi askeri ataşe Fred Haynes:
İhtilal oldu… Biz, bütün personelimiz ve ailelerimizle büyükelçilik binasındaydık.
Ön güvenlikte görevli deniz piyadeleri, bir Türk tankının elçilik dış kapısına dayandığını ve üzerindeki albayın bizden biriyle mutlaka görüşmek istediğini bildirdiler.
Askeri ataşe olarak görüşmekle ben görevlendirildim.
Gittim. Gerçekten de büyükelçiliğin Atatürk Bulvarı’na bakan tarafındaki kapısına dayanan bir Türk tankının namlusu, bahçemize kadar girmişti ve üstünde son derece sert görünümlü bir Türk albayı bulunuyordu. Kapıya yanaşınca albaya selam verip kendimi tanıttı, o da tanktan aşağıya atlayıp kendini tanıttı: Albay Türkeş!..
Ne istediğini sorduğumda son derece düzgün bir ifadeyle, yıkılan hükümetin devletin kasasında bir tek dolar bile bırakmadığını, acil para bulunmazsa devletin işini yapamayıp, memur maaşlarını bile ödeyemeyecek duruma geleceğini ve ihtilalin parasızlık nedeniyle daha başlamadan biteceğini söyledi. İsteği, benim, kendisiyle başbakanlığa gitmem, oradaki kriptolu teleksten Washington ile temas kurarak, ihtilalin acil ihtiyacı olan 50 milyon dolarlık transferin gerçekleşmesini sağlamamdı.
Büyükelçi izin verdi, Türkeş’le birlikte başbakanlığa geçtik, ben teleksi ilettim, sonra Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı’ndakilerin saat farkı nedeniyle uyanıp işlerinin başına gelmelerini beklemeye başladık. Saatler sürdü bu ve çok sıkıntılı bir bekleyişten sonra teleksten, istenilen paranın Türkiye’ye transferin yapılacağı bildirildi.
Albay Alpaslan Türkeş çocuklar gibi sevinmişti… O günden sonra Türkeş’le ne zaman karşılaşsam, 27 Mayıs’ta olduğu gibi selamlaşırım…’
Netice mi?
1960 nisanında Sovyetler Birliğine geniş bir heyetle gitme planları yapan Menderes’in de, Temmuz ayında iade-i ziyarete hazırlanan Kruşçev’in hayalleri hiçbir zaman gerçekleşmedi.
CİA’ nin raporlarına göre İstanbul Harp Akademilerinde planlanan ve kansız biteceği sanılan darbe sonunda Menderes ve iki arkadaşı asıldı…
Jüpiter füzeleri ülkedeki üslere yerleştirildi…
Maaşları ödemek için gerekli 50 milyon dolar ABD’ den alındı…
Kendisi bile darbeden habersiz Org. Gürsel’ in başa geçirildiği cuntanın ilk işi silahlı kuvvetlerde kapsamlı bir mıntıka temizliğiydi..
NATO Avrupa Müttefik Orduları Başkumandanı Org. Norstad’la görüşen Gürsel, EMİNSU diye anılan ve silahlı kuvvetler bünyesinden 235 general ve amiralle birlikte çeşitli rütbelerde 5 bin subayın emekli edilmesi için düğmeye bastı…
Operasyon için Emekli Sandığı’nda ve Hazine’de yeterli para olmadığı anlaşılınca kararın uygulanması için gerekli meblağ ABD tarafından hibe olarak Ankara’ya gönderildi.
Ve son noktayı Gürsel koydu:
“NATO’ nun sağ kanadını kurtardık.”
Ya işte böyle Tansel hanım…
Ak devrim 27 Mayısa bir de bu pencereden bakmayı deneyin…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:03:27.624-07:00
Mersin birilerinin çöplüğü mü?…
Mersin birilerinin çöplüğü mü?…
2004 yılında Başbakan Erdoğan, ülkenin 2. turizm hamlesi için atağa kalkma zamanının geldiğini açıkladığında en fazla bu kent umutlanmıştı…
Artık yükünü alan Antalya yerine, yatırımlar bakımından yeni hedef bölgenin doğu Akdeniz özellikle de Mersin olması gerçekten önemliydi…
Hatta Erdoğan tarih te vermişti o günlerde…
Yeni tesisler 2007 yılında faaliyete geçmeye başlayacaktı…
Aslında Başbakanın koyduğu hedefe doğru giden yolda, o üç yıllık zaman diliminde ciddi adımlar da atıldı..
Kazanlı-Seyhan gibi zaman içinde 50 bin yatağa sahip olacak bir bölgenin ilk nüvesini teşkil edecek on bin yatak kapasiteli 10’ a yakın tesisin tahsisleri bile yapıldı…
Tam yatırımcıların ilk kazmayı vuracakları günlerde beklenmedik bir şey oldu.
Antalya’daki orman alanlarının turizme tahsis edilmesine karşı çıkan bazı avukatların başlattıkları hukuki girişimler aniden Mersin’i de içine alacak biçimde genişledi ve konuAnayasa Mahkemesinde aldığı soluğu…
Neyse ki, Yüce Mahkemenin kararıyla, Mersin’in önünü bir daha kapanmamak üzere açıldı.
“Nerede kalmıştık” heyecanıyla yatırımcıları beklerken anlaşılmaz bazı gelişmeleri izlemeye başladık…
Örneğin yer tahsisini yeniden yapması ve süreci kaldığı yerden başlatması gereken Turizm Bakanlığı ayak sürümeye başladı…
Bu arada ciddi bir başka gelişme daha yaşandı.
2007 yılında Antalya’daki bir toplantıda Başbakanla bir araya gelen turizm yatırımcıları Erdoğan’ın “bu bölge doldu” görüşlerine katıldıklarını ancak yeni yatırım bölgesi olarak doğu Akdeniz yerine Ege’ye gitmek istediklerini söylediler…
Tüm gelişmeleri alt alta topladığımızda Antalya’ nın yerine yeni cazibe merkezi olarak Mersin eksenli doğu Akdeniz’den çok, Ege’yi öne çıkaran bir planın farklı ama geniş eksenli bir lobi tarafından yürütüldüğünü anlamak çok ta zor değildi…
‘Tuhaf tesadüflerin!’ arkası kesilmedi…
Yıllardır göz yumulan –özellikle Muğla’daki– balık çiftliklerinin bulundukları yeri terk etmeleri için o güne kadar pek te anımsanmayan yasal koşullar, yönetmelikler, genelgeler raflardan indirildi…
Örneğin Çevre ve Orman Bakanlığı geçtiğimiz yıl Muğla’da konuşlanmış balık çiftliklerini uyararak 13 Mayıs 2007 tarihine kadar kıyılardan açığa taşınmalarını talep etti..
Bu kararın ardından o güne kadar işin peşine düşmeyen Muğla Çevre ve Orman İl Müdürlüğü, kıyıda bulunan ve ÇED raporu bulunmayan 126 balık çiftliği hakkında kapatma kararını aldı…
Muğla’daki balık çiftliklerine gönderilen tebligatların ardından çiftlik sahipleriyle, bürokrasi arasında mahkemelere taşan hukuk savaşı başladı böylece…
Başlangıçta balık çiftlik sahiplerini sevindiren gelişmeler yaşandı yargı sürecinde…
Danıştay 6. Dairesi’ne yürütmenin durdurulması istemiyle açtığı dava sonunda mahkeme, bakanlığın aldığı kararı durdurdu.
Ama Bakanlık yetkilileri işin peşini bırakmadı ve Danıştay Daire Üst Kurulu’na 6. dairenin kararının iptali amacıyla başvurdu…
Daire Üst Kurulu da Danıştay 6. Dairesi’nin aldığı yürütmeyi durdurma kararını bozdu.
Karar üzerine kıyıda bulunan ve gerekli kriterlere uymayan 126 balık çiftliğinin idam fermanı anlamına gelen kapatma kararları Muğla Çevre ve Orman İl Müdürlüğünce işletmelere tebliğ edildi…
Muğla Valiliği kıyıdaki balık çiftliklerinin yerlerini terk edip açığa çıkmasıyla da sorunun çözülmeyeceğini, açıktaki yeni alanlarda faaliyet gösterebilmeleri için ÇED raporu almaları gerektiğini duyurdu…
Nitekim Muğla Valisi Lütfi Yiğenoğlu, balık çiftliklerinin bulundukları bölgelerden kesinlikle kaldırılacağını belirterek, “Balık çiftlikleri sahipleri, açıktaki yerler için de ÇED raporu başvurusu yapmazlarsa faaliyetten men ederiz” açıklamasını yaptı yakın zamanda…
Muğla Valiliği son zamanlarda balık ölümleri gerekçesiyle yeniden gündeme gelen çiftlikler konusunda son derece kararlı…
Vali Yiğenoğlu bu konudaki soruları yanıtlarken şöyle diyordu:
“Bu çiftliklerin kıyıya çok yakın olması zaten mevzuata aykırıydı. Bununla ilgili olarak Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından, ‘Balık çiftliklerinin kurallara uygun bir şekilde 1100 metre ileriye 30 metre derinliğe ve akıntı olan bölgeye’ taşınması için tedbir alınmıştı. Taşınmayı turizm sezonundan önce yapacağız.”
Gelişmeler ışığında filmi başa saracak olursak…
Antalya yerine önceleri kendilerine adres gösterilen Mersin’e pek te sıcak bakmayan turizm yatırımcıları, alt yapısı hazır Ege’de canlarını sıkan balık çiftliklerinin kaldırılacak olmasıyla yeni projelerini hayata geçirmek için kolları sıvadılar…
Zaten hukuki süreç nedeniyle geciken Mersin’in payına ise 2. turizm dalgasının merkezi olma yerine balık çiftliklerinin yeni adresi olma bahtsızlığı düştü…
Muğla’nın kararlı tavrı karşısında tüm balık çiftlikleri soluğu Mersin’de aldılar…
Her birinin elinde projesi, arkalarında Tarım’dan Çevre’ ye Bakanlıkların kılavuz bürokratları, gözlerine kestirdikleri güzelim bâkir kıyılarımıza bakıp, ellerini ovuşturuyor, hayaller kuruyorlar…
İyi de Mersin Türkiye dışında kendine özgü yasaları olan farklı bir bölge mi?
Yoksa turizmle kalkınan, köşeyi dönmüş başta Muğla olmak üzere Ege’ nin çöplüğü mü?
Muğla’ da, Antalya’da, Bodrum’da yasak, Mersin’de serbest…
Onlara sevdanın yolları, bu kente kurşunlar…
Hadi çiftlik sahipleri haklarını, çıkarlarını savunma peşinde diyelim…
Peki Başbakanın Mersin’e 2004’ te söz verdiği “ülkenin 2. turizm hamlesinin merkezi” hedefi ortadayken kendisine bağlı olması gereken bürokratlara ne oluyor?
Yasa gereği Muğla kıyılarından uzaklaştırılan ve sahilden 1100 metre açıkta yapacakları yatırım bile ÇED zorunluluğuna bağlanan çiftliklere Mersin’i adres gösterenler Ege’ye yakıştırmadıkları tesisleri neden Mersin’e reva görüyorlar?
Muğla’ya farklı bu kente farklı bir uygulama yapılması cesaretini birileri nereden alıyor?
Kimbilir belki balık çiftliklerinin sahipleri gibibürokrasi de, sahipsiz Mersini kolay yutulur lokma hesabını yapmıştır…
Ne de olsa burası Atatürk’ün dile getirdiği “Mersinliler Mersin’e sahip çıkınız” uyarısını dile getirme zorunluluğunu duyduğu tek kent…
Geçmişte kentin batısında Silifke SEKA tesislerine, doğusunda da önce KROMSAN, ardından Karaduvar’ daki akaryakıt çiftliklerine karşı tepki göstermemiş bir Mersin’in bu kez de fazla ses çıkarmayacağını, birilerince giydirilmeye çalışılan “ülkenin çöplüğü” elbisesine boyun eğeceğini sanıyorlar…
Mersin’in duyarsızlıklarla yazılmış yakın tarihinin birilerini cesaretlendirmesi doğal…
1,5 milyon ton kanserojen atığını –patenti bana ait deyimle 60 bin ULLA gemisi kadar tehlikeli atığı- deniz kıyısına dağ gibi yığan Kromsan’ a da, Karaduvar’ ın kara bahtını daha da karartan akaryakıt tank çiftliklerine karşı çıkmayan –çıkamayan- bir kentin toplumsal refleks konusundaki kötü geçmişi
Balık çiftliklerine elbette hayır ama Kromsan ve akaryakıt tanklarından oluşan çiftliklere de tümden HAYIR…
Yanıbaşımızdaki Antalya’da her yıl 34 milyon turist gecelerken, 323 km lik sahilinde gizli cennetlerle dolu koyları saklayan Mersin’in payına 100 bin geceleme düşüyor…
İhmal edilmişliğin girdabında boğulan bu kent artık kadersizliğine isyan etmek, ayağa kalkıp küllerinden yeniden doğarak, kendisine seçtiği turizm kulvarında koşmak zorunda…
Başbakanın turizm hedefini belirlediği, özellikle son üç yıldır RİS projesiyle öncelikli sektör olarak kendisine turizmi seçen bir kentin, kaderini bu kentte yaşayan bizler, temsilcimiz odalar, dernekler, hatta hür irademizle seçtiğimiz Milletvekillerimizden oluşan büyük güç mü, yoksa maaşını halkın vergileriyle ödediği bir takım bürokratlar mı tayin edecek?
Can alıcı soruyu başka türlü yöneltelim isterseniz…
Bu işe sermaye koyan birkaç yatırımcı dışında tek kişinin istemediği balık çiftlikleri konusunda son kararı 1,5 milyon Mersin’li mi verecek, bir kaç bürokrat mı?
AB sürecinde o çok özlediğimiz ve çağımızın gereği katılımcı demokrasiye göre sorunun yanıtı belli de, anlamayanların bir kez daha üzerinde düşünmesini istedik…
Atanmışlar mı, seçilmişler mi?
Yaşamın her alanında yüzleşmek zorunda kaldığımız en yaman çelişki, balık çiftlikleri gibi kel alaka bir konuda daha canlanıp, Mersin’lilerin karşısına dikiliyor…
Oligarşi mi?, demokrasi mi?
21. yüzyılda yanıtı belli kullanım süresini doldurmuş saçma sorularla vakit öldürüyor, nefsi müdafaa durumuna düşürülerek, hak etmediğimiz halde enerjimizi gereksiz yere harcıyor, daha doğru deyimle israf ediyoruz…
Er veya geç demokrasi işleyecek, örneğin Mersin’de Mersin’lilere rağmen hiçbir şeyin yapılamayacağını anlayacaktır herkes…
Eninde sonunda ama dileriz ki vakit geçmeden…
Biz bu zaman törpüsünde çile doldururken, atı alanlar Üsküdar’ı geçmeden…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:02:19.553-07:00
Balık çiftlikleri üzerinden demokratik sınav…
Balık çiftlikleri üzerinden demokratik sınav…
Balık çiftlikleri üzerinden demokratik sınav…
1995 te yakaladığı yıllık 128 bin turist geceleme rakamını bile arar hale düşmüş kadersiz bir kent Mersin…
1995/99 arasındaki 5 yıllık dönem ortalaması itibariyle geceleyen turist sayılarında yıllık 112 bin rakamına ulaşan bir İl, sonraki altı yıl içinde (2000/2005 arası)98 bin turistin gecelediği konuma düşmüşse, herkesin takkesini önüne koyup düşünmesi gerekiyor…
Hele yanı başınızda Antalya gibi, turist bazında yıllık 34 milyon geceleme rakamını yakalamış bir ile komşuluk yapıyorsanız durumunuz daha da vahim..
-Sahi son zamanlarda balık çiftlikleri hakkında neredeyse methiyeler dizen bir takım bürokratlar bu kadar yararlı yatırımları neden örneğin Antalya’ya değil de, Mersin’e layık görürler?-
Türkiye’ nin en uzun ve en zengin kıyılarına sahip kenti, sahili olanlar bir yana, ülkenin dört bucağında turizm potansiyeli itibariyle esamisi okunmayan yöreleri de dahil inanılmaz, anlaşılmaz bir düşüş grafiğine sahipse, ortaya çıkan hastalığı masaya yatırma günümüz gelmedi mi?
Örneğin aynı yıllar itibariyle Erzurum, Gaziantep gibi Anadolu şehirlerinde bile artışlar gözlenirken ve komşumuz Antalya %111 lik sıçrama oranıyla ülkenin tüm yabancı gecelemelerinin %60 lık kısmını tek başına elde ederken, coğrafi konumu, doğal güzellikleri, tarihi doku zenginliğiyle belki de Antalya’dan da üstün Mersin’in söz konusu 1995/99 yıllarıyla 2000/2005dönemi arasındaki %12,5 a varan kan kaybını hangi nedenlere bağlayacağız?
1995/99 yılları arasında ülkenin toplam geceleme sayısının %45’ine sahipken, artan büyük hacme rağmen performansını %111 arttırarak aynı istatistiklerde %60’ına erişen Antalya…
2005 yılında Antalya’ nın turist sayılarına göre 34 milyon geceleme rakamına karşın 118 bin zirvesiyle yetinen hatta buna sevinen Mersin…
Rakamların ortaya koyduğu gerçekler bununla da sınırlı değil…
Antalya, Muğla, İstanbul, Aydın, İzmir beşlisi zaten ülke turizm pastasının neredeyse tamamını yiyor..
Beş il tüm geceleme rakamlarının %95’ine diğer tüm iller ise %5 ine sahip…
Antalya performansıyla İstanbul, Aydın ve İzmir’den bile müşteri kapmış…
Mersin’in her alanda olduğu gibi turizmde yuvarlandığı dipler gerçekten düşündürücü…
1995/99 yılları arasında geceleme sayılarından yola çıkarsak %17’den %11’e düşen İstanbul şimdi kaybettiği yılları kapatmak amacıyla turizmini çeşitlendirerek yeni bir strateji yaratmakla meşgul…
Örneğin 2010 yılı Avrupa kültür başkenti ilan edilen kentin 2015 hedefinde yıllık 10 milyon turiste geceleme itibariyle 40 milyon yatak sunma hayali var…
İddialı veya küçük ama sonuçta İstanbul’un en azından hedefi var.
Peki Mersin’in en azından bu alandaki vizyonu, beklentisi ne?
Bilen var mı?
2004 yılında Başbakanın “Antalya bandı artık doyuma ulaştı, ikinci turizm hamlesi doğu Akdeniz’de Mersin eksenli olacaktır.. Derhal yola koyulacak ve 2007 yılında yatırımların ilk meyvelerini almaya başlayacağız” söyleminin ardından geldiğimiz yere bakar mısınız…
Bir yanda 2008 yılı turizm sezonunu Mersin’de açmaya hazırlanan Turizm Bakanlığı, bir yandan balık çiftliklerine yeni mekan olarak Mersin’i gösteren ve kıyılarımızda yerleşsinler diye ruhsat veren Tarım Bakanlığı bürokratları…
Mersin’in balık çiftliklerine duyduğu tepkiyi ortaya koymak üzere bir araya gelen kent dinamiklerinin toplantısında Mersin Turizm platformu sözcüsü Numan Olcar’ ın anlattıkları aslında devlet bürokrasinin bu kente bakışını hazin de olsa yansıtması bakımından hayli ilginç:
Geçtiğimiz yıl dünyanın en büyük tur operatörlerinden Oger Tur’ un sahibi Vural Oger’ i Mersin’de konuk eden ve yatırım konusunda ikna etmeye çalışan birkaç kişilik ekibin içinde yer alan Numan Olcar şubat ayında Milano’da yapılan turizm fuarındadır…
Telefonu çalar, arayan Vural beydir…
“Yahu, siz bizi Mersin’e yatırım için çekmek istiyorsunuz ama, o çok övündüğünüz kentte şu anda balık çiftliklerine ruhsat verilmesi hususunda bürokratlar toplantıdalar”
Numan bey şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez halde Turizm derneği Başkanı Mustafa Kale ile Mesiad’ ın önemli ismi Ali Doğan’a aldığı bilgileri aktarıp konuyu araştırmalarını ister…
Suphi Öner Öğretmen evinde bürokratların Mersin’in idam fermanı anlamına gelen toplantısınıMilano’dan haber almak…
Üstelik Devletin Tarım Bakanlığı Müsteşarının ‘biz burada bürokratlar önemli bir toplantı gerçekleştiriyoruz. Siz de nereden çıktınız..’ tavrı…
Sanki hepimizin geleceğini ilgilendiren bir toplantıyı değil de, birilerinin mahremini basan korsan konumuna düşürülmek…
Allahtan araya Vali Aksoy girer de, Mersin’den habersiz Mersin’in kaderini ilgilendiren toplantının bir kısmını izleme şansını yakalar iki başkan…
Bir kısmı diyorum çünkü Ne Kale ne de Doğan’ın o toplantıda alınan çok kritik bazı kararlardan haberleri olmadığını, -örneğin belirlenen yerlerde ruhsat verilmesi gibi can alıcı kararlar-son platformda dile getirdikleri söylemler yeterince anlatıyor…
O kadar ki, toplantının iki sivil kurum temsilcisinden habersiz bölümünde 4 balık çiftliğine ruhsat verildiği iddiasıyla çalkalanıyor Mersin ama onlar böylesi kararların alınma olasılığına bile inanmak istemiyorlar…
Ve bu kentte sorumlu, sorumsuz herkes günlerdir bir iki soruya yanıt arıyor…
Başbakanın turizm hedefini belirlediği, özellikle son üç yıldır RİS projesiyle öncelikli sektör olarak kendisine turizmi seçen Mersin’in kaderini bu kentte yaşayan bizler, temsilcimiz odalar, dernekler, hatta temsil etsinler diye seçip Ankara’ ya gönderdiğimiz Milletvekillerimizden oluşan halkın büyük gücü mü, yoksa maaşlarını vergilerimizle ödediğimiz birkaç bürokrat mı tayin edecek?
Can alıcı sorunun yanıtı, kritik sürecin yumuşak karnı burada gizli…
Türkiye’de kaderimizi atanmış bürokrasinin belirlemesine seyirci mi kalacağız?
İsterseniz soruyu başka türlü yöneltelim…
Bu işe sermaye koyan birkaç yatırımcı dışında tek kişinin istemediği balık çiftlikleri konusunda son kararı 1,5 milyon Mersin’li mi verecek, bir kaç bürokrat mı?
AB sürecinde o çok özlediğimiz ve çağımızın gereği katılımcı demokrasiye göre sorunun yanıtı belli de, anlamayanların bir kez daha üzerinde düşünmesini istedik…
Atanmışlar mı, seçilmişler mi?
Her alanda ortaya çıkan yaman çelişki, balık çiftlikleri gibi kel alaka bir konuya bürünüp, Mersin’lilerin karşısına dikiliyor…
Son söz:
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay 2008 turizm sezonunu 15/16 Nisan tarihleri arasında Mersin’de açmayı planlıyor..
Önümüze serilen tabloya göre, zahmet etmesine gerek yok…
Balık çiftliklerine adres olarak gösterilen ve yatırım ruhsatları verilmesi hususunda tereddüt edilmeyen bir kentin turizm alanında hiçbir seçeneği, şansı yoktur…
Bu durumda sahneye koyulacak yeni oyunun figüranları olmayacak kadar bilinçli Mersin kamuoyuyla, dinamikleriyle hiç kimse özellikle de bu kentin dokusuna en uygun insan olan Ertuğrul Günay dalga geçmeye kalkmasın…
Mersin ya üçüncü dünya ülkelerinin bile kentlerine reva görmediği balık çiftliklerine ev sahipliği yapacaktır ya da önümüzde duran barış yüzyılının kucaklaşma sembolü turizme…
El mi yaman, bey mi yaman hep birlikte yaşayıp göreceğiz…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:01:35.193-07:00
Balık çiftlikleri, demokratik sınav…
Balık çiftlikleri, demokratik sınav…
Balık çiftlikleri, demokratik sınav…
Mersin 1995 te yakaladığı yıllık 128 bin turist geceleme rakamını bile özler hale gelen kadersiz bir kent…
Öyleki, 1995/99 arasındaki 5 yıllık dönem ortalaması itibariyle geceleyen turist sayılarında 112 bin rakamına ulaşan bir İl, sonraki altı yıl içinde (2000/2005 arası) 98 bin turistin gecelediği konuma düşmüşse, herkesin takkesini önüne koyup düşünmesi gerekiyor…
Türkiye’ nin en uzun kıyılarına sahip kenti, sahili olanlar bir yana düşüş oranları itibariyle ülkenin dört bucağında turizm potansiyeli itibariyle esamisi okunmayan yöreleri de dahil dramatik bir grafiğe sahip…
Örneğin aynı yıllar itibariyle Erzurum, Gaziantep gibi Anadolu şehirleri bile artış kaydederken ve komşumuz Antalya %111 lik sıçrama oranı yanında ülkenin tüm yabancı geceleme sayısı bakımından tek başına %60 lık kısmını elde ederken, coğrafi konumu, doğal güzellikleri, tarihi doku zenginliği bakımından belki de Antalya’dan daha iyi durumdaki Mersin’in söz konusu 1995/99 yıllarıyla 2000/2005 dönemi arasındaki %12,5 a varan kan kaybı anlaşılmaz/inanılmaz bir düşüşü de yansıtıyor aslında…
1995/99 yılları arasında ülkenin toplam geceleme sayısının %45’ine sahipken, artan büyük hacme rağmen performansını %111 arttırarak aynı istatistiklerde %60’ına erişen Antalya…
2005 yılında Antalya’ nın turist sayılarına göre 34 milyon geceleme rakamına karşın 118 bin zirvesiyle yetinen hatta buna sevinen Mersin…
Rakamların ortaya koyduğu gerçekler bununla da sınırlı değil…
Antalya, Muğla, İstanbul, Aydın, İzmir beşlisi zaten ülke turizm pastasının neredeyse tamamını yiyor..
Beş il tüm geceleme rakamlarının %95’ine diğer tüm iller ise %5 ine sahip…
Antalya performansıyla İstanbul, Aydın ve İzmir’den bile müşteri kapmış…
Mersin’in her alanda olduğu gibi turizmde yuvarlandığı dipler gerçekten düşündürücü…
1995/99 yılları arasında geceleme sayılarından yola çıkarsak %17’den %11’e düşen İstanbul şimdi kaybettiği yılları kapatmak amacıyla turizmini çeşitlendirerek yeni bir strateji yaratmakla meşgul…
Örneğin 2010 yılı Avrupa kültür başkenti ilan edilen kentin 2015 hedefinde yıllık 10 milyon turiste geceleme itibariyle 40 milyon yatak sunma hayali var…
İddialı veya küçük ama sonuçta İstanbul’un en azından hedefi var.
Peki Mersin’in en azından bu alandaki vizyonu, beklentisi ne?
Bilen var mı?
2004 yılında Başbakanın “Antalya bandı artık doyuma ulaştı, ikinci turizm hamlesi doğu Akdeniz’de Mersin eksenli olacaktır.. Derhal yola koyulacak ve 2007 yılında yatırımların ilk meyvelerini almaya çalışacağız” söyleminin ardından geldiğimiz yere bakar mısınız…
Bir yanda 2008 yılı turizm sezonunu Mersin’de açmaya hazırlanan Turizm Bakanlığı, bir yandan balık çiftliklerine yeni mekan olarak Mersin’i gösteren ve kıyılarımızda yerleşsinler diye ruhsat veren Tarım Bakanlığı bürokratları…
Mersin’in balık çiftliklerine duyduğu tepkiyi ortaya koymak üzere bir araya gelen kent dinamiklerinin toplantısında Mersin Turizm platformu sözcüsü Numan Olcar’ ın anlattıkları aslında devlet bürokrasinin bu kente bakışını hazin de olsa yansıtması bakımından hayli ilginç:
Geçtiğimiz yıl dünyanın en büyük tur operatörlerinden Oger Tur’ un sahibi Vural Oger’ i Mersin’de konuk eden ve yatırım konusunda ikna etmeye çalışan Numan Olcar şubat ayında Milano’da yapılan turizm fuarındadır…
Telefonu çalar, arayan Vural beydir…
“Yahu, siz bizi Mersin’e yatırım için çekmek istiyorsunuz ama, o çok övündüğünüz kentte şu anda balık çiftliklerine ruhsat verilmesi hususunda bürokratlar toplantıdalar”
Numan bey şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez halde Turizm derneği Başkanı Mustafa Kale ile Mesiad’ ın önemli ismi Ali Doğan’a aldığı bilgileri aktarıp konuyu araştırmalarını ister…
Sonrasını Mustafa Kale anlatıyor:
“Suphi Öner Öğretmen evinde bürokratların Mersin’in idam fermanı anlamına gelen toplantısınıMilano’dan haber almak kahrediciydi.. İnanmak istemedik ama gidince gördük ki söylenenler doğru. Üstelik Devletin Tarım Bakanlığı Müsteşarı ‘biz burada bürokratlar olarak önemli bir toplantı gerçekleştiriyoruz. Siz de nereden çıktınız..’ ”
Sanki hepimizin geleceğini ilgilendiren bir toplantıyı değil de, birilerinin mahremini basan korsan konumuna düşürülmek iki önemli kurum başkanını inanılmaz biçimde rahatsız eder…
Allahtan araya Vali Aksoy girer de, Mersin’den habersiz Mersin’in kaderini ilgilendiren toplantının bir kısmını izleme şansını yakalarlar…
Bir kısmı diyorum çünkü Ne Kale ne de Doğan’ın o toplantıda alınan çok kritik bazı kararlardan haberleri olmadığını, -örneğin belirlenen yerlerde ruhsat verilmesi gibi can alıcı hususlar-son platformda dile getirdikleri söylemler yeterince anlatıyor…
O kadar ki, toplantının iki sivil kurum temsilcisinden habersiz bölümünde 6 balık çiftliğine ruhsat verildiği iddiasıyla çalkalanıyor Mersin ama onlar böylesi kararların alınma olasılığına bile inanmak istemiyor…
Ve bu kentte sorumlu, sorumsuz herkes son günlerde bir iki soruya yanıt arıyor…
Söylediklerinin her zaman arkasında durmuş Erdoğan gibi bir başbakanın turizm hedefini belirlediği, özellikle son üç yıldır RİS projesiyle öncelikli gelişme sektörü olarak kendisine turizmi seçen bir kentin kaderini bu kentte yaşayan bizler, temsilcimiz odalar, dernekler, hatta sandıktan çıkararak Ankara’ ya gönderdiğimiz Milletvekillerimiz mi yoksa maaşını halkın vergileriyle ödediği atanmış birkaç bürokrat mı tayin edecek?
Can alıcı sorunun yanıtı, kritik sürecin yumuşak karnı bu sorunun derinliklerinde gizli…
Türkiye’de son kararı atanmış bürokrasi mi veriyor, seçilmiş siyasilerle kaderi ortak toplum mu?
İsterseniz soruyu başka türlü yöneltelim…
Bu işe sermaye koyan birkaç yatırımcı dışında tek kişinin istemediği balık çiftlikleri konusunda son kararı 1,5 milyon Mersin’li mi verecek, 1,5 bürokrat mı?
AB sürecinde o çok özlediğimiz ve çağımızın gereği katılımcı demokrasiye göre sorunun yanıtı belli de, anlamayanların bir kez daha üzerinde düşünmesini istedik…
Atanmışlar mı, seçilmişler mi?
Her alanda ortaya çıkan bu yaman çelişki, balık çiftlikleri gibi kel alaka bir konuya bürünüp, Mersin’lilerin karşısına dikiliyor…
Son söz:
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay 2008 turizm sezonunu 15/16 Nisan tarihleri arasında Mersin’de açmayı planlıyor..
Önümüze serilen tabloya göre, zahmet etmesine gerek yok…
Balık çiftliklerine adres olarak gösterilen ve yatırım ruhsatları verilmesi hususunda tereddüt edilmeyen bir kentin turizm alanında hiçbir seçeneği, şansı yoktur…
Bu durumda sahneye koyulacak yeni oyunun figüranları olmayacak kadar bilinçli Mersin kamuoyuyla, dinamikleriyle hiç kimse özellikle de bu kentin dokusuna en uygun insan olan Ertuğrul Günay dalga geçmeye kalkmasın…
Mersin ya üçüncü dünya ülkelerinin bile kentlerine reva görmediği balık çiftliklerine ev sahipliği yapacaktır ya da önümüzde duran barış yüzyılının kucaklaşma sembolü turizme…
El mi yaman, bey mi yaman hep birlikte yaşayıp göreceğiz…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T01:00:45.456-07:00
Tevfik Sırrı Gür stadı kaç para eder?Kayseri ve Mersin’in yeni stadyum projeleri (2)…
Tevfik Sırrı Gür stadı kaç para eder?Kayseri ve Mersin’in yeni stadyum projeleri (2)…
Tevfik Sırrı Gür stadı kaç para eder?
Kayseri ve Mersin’in yeni stadyum projeleri (2)…
Bir önceki yazıda Kayseri’ nin çağdaş anlamda yeni bir stadyuma kavuşma konusunda neleri nasıl yaptığını anlatmaya çalışmıştık…
Eski stadyumu 100 trilyona satıp yerine herkesin gıpta ile baktığı stat yanında pek çok spor tesisinden oluşan yeni bir kompleksin nasıl yapıldığının öyküsünü…
Hem de eskisinin satışıyla elde edilen paranın yarısına mal edilen, çok daha büyük, üstelik stat yanında daha pek çok farklı spor tesisinden oluşan yeni kompleksin yapımının başarılması gerçekten üzerinde durulması gereken bir olay…
Kayseri’yi yönetenlerin ticari zekası yanında eski arsanın konumuyla da ilgili özel durumdu bu…
Aslında eski stadyumun arsasını TOKİ’ ye devredip yerine kuzey Mersin’de stadyumu da kapsayan yeni bir spor kompleksi tasarlayan projenin ilhamını veren de Kayseri…
Bu konuda başta Vali, bürokrasinin kamuoyuna yansıyan söylemleri Mersin’in Kayseri gibi tesislere kavuşturulacağının ip uçlarıyla dolu…
Bu durumda Kayseri’ nin bitmek üzere olan kompleksinde yer alan tesisleri başta stadyum olmak üzere anlatmakta yarar var…
Kayseri daha geçen yıl 2 takımla süper ligde temsil ediliyordu.
Belki de ince bir hesapla enerjilerini iki takıma paylaştıracaklarına Erciyesspor’u bir alt lige gönderip tüm güçlerini Kayserispor’a harcadılar…
Son yıllarda Kayserispor ligin en güçlü ve başarılı takımlarından biri…
Başta kentin Büyükşehir belediyesi olmak üzere, futbolda elde edilen başarının kalıcı olması için halkın maçları ve diğer etkinlikleri rahatlıkla izleyeceği yeni bir stadyum yapılması için kafa patlatıldı…
Sadece stadyum da değil, pek çok farklı branşta spor etkinliklerine de olanak verecek bir proje…
Bunun için kaynak aranırken eski stadyumun alan olarak satılarak elde edilecek gelirle yenisinin yapılması hedeflendi…
Ancak eski stadyumun yerine öylesi fiyatlar önerildi ki, bu işin el elde, el başta yapılmasına razı olan Büyükşehir Belediye Başkanı Özhaseki, bir süre sonra yeni tesislerin iki katına varan paranın elde edildiğini gördü…
Bu durumda Kayseri’ nin gittiği yoldan yürümeye hazırlanan ve stadyumun yerini devlet kuruluşu bile olsa TOKİ’ ye vermeye hazırlanan Mersin’in öncelikle bir araştırma yapması gerekiyor…
Yeni tesisler yaklaşık 55 trilyon civarında bir paraya yapılabileceğine göre acaba mevcut Tevfik Sırrı Gür stadyumu bugün kaç para eder…
Bu değer belirlendikten sona eğer yenisine yakın bir rakam ortaya çıkıyorsa mesele yok.
Peki, çok daha yüksek bir değer örneğin Kayseri benzeri 100 trilyon gibi çok daha büyük bir rakam söz konusu ise, Mersin’e yazık olmayacak mı?
Böylebir değer karşısında bir tesis yerine Mersin’e daha fazla yeni spor yatırımı yapılması mümkün olacaksa, kente ait bir varlığın hak ettiği fiyata gitmesi hepimizi ilgilendiren bir sorun değil mi?
Bakın Amsterdam’ daki Arena stadyumunun aynı özelliklerini taşıyacak olan ve 55 trilyona mal edilmesi beklenen Kayseri spor kompleksi neler içeriyor….
33 bin kişilik stadyumun tüm tribünleri kapalı olacak…
Kışın soğuk havalarda seyircilerin üzerine yukarıdan sıcak hava üflenecek.
Stadyumda, milli karşılaşmaların ve Avrupa maçlarının oynanması da talep edilecek.
Hafif raylı sisteme entegre edilecek ve böylece dileyen herkesin keyifli biçimde ulaşacağı tesisler toplam 200 bin m2 lik bir alan üzerine inşa edilecek…
Çatı örtüsü çelik sistem olup bütün trübünleri örtecek şekilde tasarlanmış…
Tribünler 2 katlı, iki kat arasında bol paralı izleyicilerin yararlanacağı ve böylece kulübe gelir sağlayacak kombine biletlerin satılacağı localar yer alacak…
Yapının bütün ölçü ve mekan tasarımlarında UEFA standartları esas alındı…
Stadyumun içinde aynı anda dört ayrı takımın kullanabilmesine olanak sağlayacak sayıda soyunma odaları mevcut..
Aynı katta hakem odaları, basın odaları, yönetim katı, UEFA çalışma ofisleri, dükkanlar, market ve teknik mekanlar yer alırken, üst tribünlerde ise medya ve VIP bölümleri bulunuyor..
Stadyum Türkiye’deki benzerlerinden çok farklı ve önemli daha bir sürü özelliğe de sahip…
Örneğin komplekste ayrıca bin seyirci kapasiteli kapalı spor salonu, 1.500 seyirci kapasiteli tam olimpik yüzme havuzu, 1.500 kişinin oturacağı büyüklükte tribüne sahip dünya standartlarında atletizm pisti, Gençlik Spor İl Müdürlüğü İdari Binası ve tenis kortları da yer alacak…
Tribünlerin sahanın bir parçası olma hissini arttırmak için standartların öngördüğü minimum ölçülerde sahaya en yakın biçimde yapılması hedeflendi…
Kış aylarında seyircilerin ısı konforunu sağlayabilmek için bütün çatı örtüsünün alt kısmında radyan ısıtma sistemi kullanılırken hepsinden önemlisi Kayseri gibi kış koşullarının çok zor geçtiği ve karlı havalardan etkilenmenin kaçınılmazlığı göz önüne alınarak stadın alttan ısıtma sistemi ile donatılması da ihmal edilmedi…
Böylece Kayseri’ nin yeni stadyumunda her türlü hava koşulunda maçların oynanması sağlanmış olacak…
Önümüzde 55 trilyona mal olacak ve yukarıda detayları özetlenen bir model tesis ile elimizde çok dikkatli biçimde değerlendirmemiz gereken Mersin’in en değerli arazisi üzerindeki Tevfik Sırrı Gür stadyumu bulunuyor…
Havuz hesabından bile kolay bir soruyla karşı karşıyayız…
Tevfik Sırrı Gür stadının bulunduğu alan kaç para eder?
Bu parayla yukarıda özelliklerini sıraladığımız ve 55 trilyona mal olacak olan tesislere ilave neler yapılabilir?
Mevcut stat hak ettiği değeri bulduktan sonra yeni spor kompleksini istememek delilik…
Sonuçta Mersin, yalnızca kendi maçlarını değil, ulusal ve uluslararası etkinliklere ve spor dışında kitleleri ilgilendiren konser ve benzeri organizasyonlara da ev sahipliği yapacak…
Derdimiz bağcıyı dövmek değil üzüm yemek…
Yeter ki her şey hakkaniyetle, usulüne uygun ve şeffaf biçimde yapılsın…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T00:59:56.990-07:00
Kayseri ve Mersin’in yeni stadyum projeleri…
Kayseri ve Mersin’in yeni stadyum projeleri…
Kayseri ve Mersin’in yeni stadyum projeleri…
İdmanyurdu’ nun bugünlerde düştüğü kötü durum kimseyi yanıltmasın…
Çok değil 25 yıl önce, kendi sahasında oynadığı toplam 17 maçta kalesinde tek gol gören, 1.ligde üç büyüklere kafa tutan, hatta aynı yıl Türkiye’yi UEFA kupasında temsil eden güçlü bir geçmişin mirasına sahip bir kulüpten söz ediyoruz…
1925’ te kurulan ve 1963-83 yılları arasında o yılların Türkiye Milli liginin saygın takımı…
Aslında Türkiye’de futbol kulüpleri –Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ı beslendikleri İstanbul burjuvazisi nedeniyle ayrı tutuyoruz- temsil ettikleri kentin başarı grafiğiyle paralel bir çizgi izliyorlar…
Elbette istisnaları var ama genelde kent iyi durumdaysa futbolda da başarı, ekonomik tablo kötüyse başarısızlık bir biçimde ve sanki doğalmış gibi kendiliğinden geliyor..
1983’ te düşüşe geçen Mersin ekonomisinin ardından Mersin İdmanyurdu’ nun da her yıl biraz daha kan kaybetmesi elbette boşuna değil…
Tıpkı son yıllarda ekonomik mucizeler yaratan Kayseri, Konya, Gaziantep, Bursa, Denizli’ nin elde ettiği başarıların tesadüf olmadığı gibi…
Son bir yılda özellikle Büyükşehir Belediye Başkanının elini kulübün üzerinden çekmesinin ardından dibe vuran İdmanyurdu’ nda elini taşın altına koyan iş adamlarından beslenen hafif bir kıpırdama var…
Bu hareket kalıcı bir başarı grafiğine yeter mi?
Çok zor…
Birilerinin eline bakmaya hükümlü bir kurumun tek çıkış yolu, kaderinin kişilere değil, sürekli ve kalıcı gelirlere dayanmasından geçiyor…
Aslında bir iki yıl içinde uygulanması kaçınılmaz UEFA kriterleri de futbol takımlarının şeffaflaşmasını, hesaplarının denetlenir duruma getirilmesini emrediyor…
Bunu sağlamayan –sağlayamayan- kulüplerin hedef bir yana yaşama şansları bile yok…
Mersin İdmanyurdu 25 yıldır başarıya hasret ama kentin en güzel yerindeki şehir stadyumu konumu itibariyle iştah kabartıyor…
Mevcut stada üç/beş yüz seyirciyi toplamak olanaksız ama, her nedense birileri konum itibariyle artık ihtiyaca cevap veremediği gerekçeleriyle sürekli bir arayış içindeler…
Yerel yönetimin başı olarak Mersin’in son 10 yılına damgasını vuran Özcan ve yakın ekibi, biraz da muhalif CHP’ den başkan olmanın dezavantajı nedeniyle stadyumun yer aldığı arsanın değerlendirilmesi projelerini tüm çabalarına rağmen hayata geçiremediler…
Son günlerde iktidarın, Valilik kanalıyla hazırlanan ve anladığımız kadarıyla Büyükşehir Belediye Başkanı Özcan tarafından da desteklenmekte olan bir plana kafa yorduğuna tanık oluyoruz…
Futbolda tartışılmaz biçimde dibe vurmuş bir Mersin’in yeni stada ihtiyacı var mı?
Eğer stadyumun arsa olarak değerlendirilmesinin karşılığında gerçek anlamda ve 21. yüzyılın yeni trendine uygun çağdaş ve uluslar arası spor etkinliklerinin boy göstereceği bir spor vahası ortaya çıkacaksa soruya hepimizin yürekten “EVET” demesi gerekiyor…
Yok eğer kentin en değerli arazisi üzerinde yer alan stadyum hak ettiği değere gitmez ve onun yerine bir başka yerde spor kompleksinden çok yeni bir stadyum yapılacaksa, “atılan taşın ürküttüğü kurbağaya” değmediği böylesi bir uygulamaya hepimizin karşı çıkması namus borcumuz…
Duyduğumuz kadarıyla mevcut Tevfik Sırrı Gür stadının TOKİ’ ye devredilmesi ve bunun karşılığında TOKİ’ nin kuzey Mersin’de hazineye ait yeni bir stadyum projesi üzerinde sona yaklaşılmış…
Bu konuda iktidar Milletvekili Prof. Ömer İnan’ a bilgi verilmesi ve desteğinin aranması çok önemli bir gelişme…
Dürüstlüğüne en aşırı AK Parti muhaliflerinin bile tek kelime edemediği Ömer İnan’ın yer aldığı, önüne düştüğü bir projede netameli işler, akçalı konularda yanlışlar olmaz…
Ancak yine de Mersin’in tüm dinamiklerinin konun takipçisi olması ve kentin bu en değerli arazisinin hak ettiği değeri bulması için uyanık olması ve çaba göstermesi gerekiyor…
Vali Hüseyin Aksoy’ un geçtiğimiz günlerde Ömer İnan’a bilgi verirken medyaya yansıyan sözleri de kaygılarımızı giderecek türden…
Örneğin hazırlanan yeni stat projesinin Kayseri’de tamamlanmakta olan stadyum ile benzeştiği açıklamaları…
Bu konuda Kayseri’ nin yaşadığı muhteşem sürece de değinmekte yarar var…
Kayseri’ nin yeni stadyum macerası Mersin’den çok farklı gelişti…
Öncelikle belirtelim, uyanık Kayseri Büyükşehir Belediyesi mevcut stadın bir biçimde sahibi zaten…
Bu nedenle önce kent merkezinde yer alan mevcut stadyumu açık ihale ile satışa çıkardı…
Üç firmanın katıldığı yarış sonunda ipi, Mersin Forum alış veriş merkezini de yapan Hollanda merkezli şirket 100 trilyonluk fiyatla göğüsledi…
100 milyon YTL’ yi (yaklaşık 80 milyon dolar) belediye kasasına koyan Büyükşehir Başkanı Özhaseki bu kez hazırlanan proje doğrultusunda yeni stadyumu da kapsayan spor kompleksini ihaleye çıkardı…
İhaleyi 55 trilyonluk teklifle yeni kompleksi yapacağını taahhüt eden ve bu alanda ülkenin en saygın şirketlerinden biri kazandı…
Tek kuruş harcamadan üstüne de yaklaşık 40 milyon dolar kazanarak Türkiye’nin tartışılmaz en güzel stadının (Avrupa’nın en iyisi Arena stadının aynısı) yer alacağı spor vahasını, Kayseri Büyükşehir Belediye başkanının tasarlaması –üstelik çok kısa bir zamanda hayata geçirmeye hazırlanması- yalnızca Kayseri zekasıyla izah etmek, bu insana yapılacak büyük bir haksızlık..
Özhaseki devletten ayrıcalıklı hiçbir destek almadan üç dönemdir zaten bu kentte şehircilik adına ne yapılması gerekiyorsa o alanda mucizeler yaratıyor…
Hazineden tek kuruş almadan yapılan raylı sistem, çöpten yakıt, arıtma, kenti Avrupalı benzerlerinin arasında saygın konuma getiren kentsel dönüşüm projeleri ilk aklıma gelenler..
(yeni şehirlerarası otobüs terminali ile ilgili eskisini satıp parasını belediye kasasına koyma ve yenisinin iş yerlerini daha proje üzerinde satıp kaynağı yoktan yaratma öyküsü bile başlı başına anlatılmaya değer bir efsane aslında)
Durum böyle olunca her alandaki başarı sporda özellikle de futbolda da kendiliğinden ortaya çıkıyor…
Yeni Kayseri spor kompleksi içinde yer alacak stadyumun taşıdığı özellikleri, Kayseri yanında 100 milyon dolarlık projeye imza atan Konya’ yı, yanıbaşımızda 90 bin nüfusuna aldırmadan, dünyanın en güzel kentlerinden birini yaratan Alanya’nın 20 bin kişilik yeni stadyum projesini bir sonraki yazıda anlatalım artık…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T00:59:08.406-07:00
Mersin balık çiftliklerinin çöplüğü mü?…
Mersin balık çiftliklerinin çöplüğü mü?…
Mersin balık çiftliklerinin çöplüğü mü?…
MTSO Başkanı Kadri Şaman konuya ciğerlerimize işleyen “gerekirse eylem yaparız, ayağımıza kurşun sıkmayız, sıktırmayız”cesur tavrıyla yaklaşmasa, yazmaya bile niyetim yoktu…
Ama işin içine böyle eylem gibisinden beni heyecanlandıracak sözler girince, Muğla’dan kovulan balık çiftliklerinin kendilerine yeni üs olarak Mersin’i seçmeye çalıştıkları bugünlerde konuya ilişkin bir şeyler söylemek farz oldu.
Sınava giren ilkokul çocuklarının bile cevabını vermekte zorlanmayacakları basit sorularla koyulalım işe…
Çevre ve Orman Bakanlığı geçtiğimiz yıl Muğla’da konuşlanmış balık çiftliklerini uyararak 13 Mayıs 2007 tarihine kadar kıyılardan açığa taşınmalarını talep etti mi?
Etti…
Bu kararın ardından o güne kadar işin peşine düşmeyen Muğla Çevre ve Orman İl Müdürlüğü, kıyıda bulunan ve ÇED raporu bulunmayan 126 balık çiftliği hakkında kapatma kararını almadı mı?
Aldı…
Söz konusu karar balık çiftliklerine gönderilmedi mi?
Gönderildi….
Tebligatı alan çiftlik sahipleri ne yaptı?
Yargıya gittiler…
Bakın sonra neler oldu…
Başlangıçta balık çiftlik sahiplerini sevindiren gelişmeler yaşandı yargı sürecinde…
Örneğin Danıştay 6. Dairesi’ne yürütmenin durdurulması istemiyle açtığı dava sonunda mahkeme, bakanlığın aldığı kararı durdurdu.
Ama Bakanlık yetkilileri işin peşini bırakmadı ve Danıştay Daire Üst Kurulu’na 6. dairenin kararının iptali amacıyla başvurdu…
Daire Üst Kurulu da Danıştay 6. Dairesi’nin aldığı yürütmeyi durdurma kararını bozdu. Karar üzerine kıyıda bulunan ve gerekli kriterlere uymayan 126 balık çiftliğinin idam fermanı anlamına gelen kapatma kararları Muğla Çevre ve Orman İl Müdürlüğünce işletmelere tebliğ edildi…
Muğla Valiliği kıyıdaki balık çiftliklerinin yerlerini terk edip açığa çıkmasıyla da sorunun çözülmeyeceğini, açıktaki yeni alanlarda faaliyet gösterebilmeleri için ÇED raporu almaları gerektiğini duyurdu…
Nitekim Muğla Valisi Lütfi Yiğenoğlu, balık çiftliklerinin bulundukları bölgelerden kesinlikle kaldırılacağını belirterek, “Balık çiftlikleri sahipleri, açıktaki yerler için de ÇED raporu başvurusu yapmazlarsa faaliyetten men ederiz” açıklamasını yaptı yakın zamanda…
Muğla Valiliği son zamanlarda balık ölümleriyle yeniden gündeme gelen çiftlikler konusunda son derece kararlı…
Vali Yiğenoğlu bu konudaki soruları yanıtlarken şöyle diyordu:
“Bu çiftliklerin kıyıya çok yakın olması zaten mevzuata aykırıydı. Bununla ilgili olarak Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından, ‘Balık çiftliklerinin kurallara uygun bir şekilde 1100 metre ileriye 30 metre derinliğe ve akıntı olan bölgeye’ taşınması için tedbir alınmıştı. Taşınmayı turizm sezonundan önce yapacağız.”
Peki çiftlikler Muğla’nın kararlı tavrı karşısında ne yaptı?
Tümü soluğu Mersin’de aldılar…
Her birinin elinde projesi, arkalarında Tarım Bakanlığının kılavuz bürokratları, gözlerine kestirdikleri güzelim bâkir kıyılarımıza bakıp, ellerini ovuşturuyor, hayaller kuruyorlar…
İyi de Mersin Türkiye dışında kendine özgü yasaları olan farklı bir bölge mi?
Yoksa turizmle kalkınan, köşeyi dönmüş başta Muğla olmak üzere Ege’ nin çöplüğü mü?
Muğla’ da, Antalya’da, Bodrum’da yasak, Mersin’de serbest…
Onlara sevdanın yolları, bu kente kurşunlar…
Hadi çiftlik sahipleri haklarını, çıkarlarını savunma peşinde diyelim…
Peki Tarım Bakanlığı bürokratlarına ne oluyor?
Yasa gereği Muğla kıyılarından uzaklaştırılan ve sahilden 1100 metre açıkta yapacakları yatırım bile ÇED zorunluluğuna bağlanan çiftliklere Mersin’i adres gösterenler Ege’ye yakıştırmadıkları tesisleri neden Mersin’e reva görüyorlar?
Muğla’ya farklı bu kente farklı bir uygulama yapılması cesaretini birileri nereden alıyor?
Kimbilir belki yatırımcılar gibi Tarım Bakanlığı bürokratları da sahipsiz Mersini gözlerine kestirmişlerdir…
Ne de olsa burası Atatürk’ün dile getirdiği “Mersinliler Mersin’e sahip çıkınız” uyarısını dile getirme zorunluluğunu duyduğu tek kent…
Çiftliklere karşı gerekirse gövdesini siper edeceğini, her türlü tepkinin gösterileceğini söyleyen MTSO Başkanı Şaman’a da bir çift sözümüz var…
Tavrını alkışlasak ta sormadan edemiyor insan…
Ah başkanım, keşke 1,5 milyon ton kanserojen atığını –patenti bana ait deyimle 60 bin ULLA gemisi kadar tehlikeli atığı- deniz kıyısına dağ gibi yığan Kromsan’ a da, Karaduvar’ ın kara bahtını daha da karartan akaryakıt tank çiftliklerine de aynı kararlılıkla, yüreklilikle karşı çıksaydınız…
O zaman ayağınıza sıkılan kurşunun farkına varmadınız…
Kısmet bugüneymiş…
Sakın bana dünyayı ürperten krom +6 kanserojen atıklarının yada akaryakıt çiftliklerinin, balık çiftliklerinden daha masum olduğunu anlatmaya kalkışmayın…
Çok mu zordu, tank çiftliklerine deniz kıyısı yerine dağlık bölgeyi adres olarak göstermek?…
Ortak tek boruyla belirlenecek herhangi bir alana hepsini toplamak…
Neden deniz kenarı, neden her tesise ayrı boru?
Sorunun yanıtını hepimiz biliyoruz da, sıktığımız kurşun o günlerde ayağımıza değil, beynimize değdiği için anlamakta, anlatmakta zorlanıyoruz…
Sahi tam da Karaduvar’ da, bir şirketin borularının patladığı o netameli günlerde, hangi kurum yetkilisi hangi akaryakıt şirketinin sahibine onur plaketlerinden bir demet sunuyordu?…
Ben unuttum sevgili Şaman, siz hatırlıyor musunuz?
Balık çiftliklerine elbette hayır ama Kromsan ve akaryakıt tank çiftliklerine tümden HAYIR…
Biz hazırız Şaman başkan, sizi de bekliyoruz…
Dört gözle geleceğimiz, çocuklarımız adına girişilecek bu kutsal mücadeleye…
Bir yerimize kurşunlar sıkmadan…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T00:58:03.101-07:00
Mersin’in havası da alarm veriyor..
Mersin’in havası da alarm veriyor..
Mersin’in havası da alarm veriyor..
Son 10 yılını yalnız çöp tartışmalarıyla geçirmedi Mersin…
Toplumun istisnasız tüm kesimlerini ilgilendirmesine rağmen nedense bir türlü çözüme ulaşmayan bu sorun yanında, kamuoyuna pek yansımayan olabildiğince ciddi ve önemli bir başka konumuz daha var…
Bu kente göz boyacılığı dışında hiçbir yararı olmayan sahil düzenlemesine tüm vaktini, başında olduğu kurum bütçesinin önemli kısmını hasreden Büyükşehir Belediye Başkanı her nedense yıllarca Mersin için doğal gazın gereksiz olduğunu anlattı durdu…
-Allah’tan hükümet duruma el koydu da, yerel yönetimleri devre dışı bırakarak Çukurova’yı kapsayan doğal gaz dağıtım ihalesini yaptı sonunda-
Gerçekten doğal gaz lüks müydü?
Yapılmış asfalt yolların bir kenarından kazılmasına değmeyecek kadar gereksiz miydi?
Soruların yanıtı için deniz kıyısında yer almanın ve ılıman iklimin avantajına sahip Mersin’in son 18 aydır dakikası dakikasına ölçülen ve Ulusal Hava İzleme Merkezince anında yayınlanan hava kalite verilerine bakmak gerekiyor…
Günlerden 25 Şubat saat 21…
Çevre ve Orman Bakanlığının online olarak yayınladığı bu hava analiz rapor sonuçlarına bakıyorum..
Şaşkınlık içinde ve bir yanlışlığa yol açmamak için birkaç kez kontrol ediyorum değerleri…
25 şubat saat 21’de ulusal hava kalitesi izleme ağına göre Mersin’deki hava kalitesi endeksi 271 i gösteriyor..
Aynı saatlerde bölgemizin diğer önemli kentlerinde yapılan ölçümlere göre hava kalitesi endeksi Adana’da 65, batı komşumuz Antalya’da ise yalnızca 52…
Peki bu çok mu kötü?
Endeks değeri, yüksek veya düşük olması ne anlama geliyor?
Bizim ve daha da önemlisi çocuk, yaşlı, hasta gibi çevreye fazlasıyla duyarlı insanlarımız açısından nasıl bir riskle karşı karşıyayız?
Kısaltılmış biçimiyle HKİ olarak ifade edilen Hava Kalitesi İndeksi soluduğumuz havanın kalite olarak günün her saatinde belli parametrelere göre elde edilen verilerin sonucu olarak ortaya çıkan rapor…
Rapordaki değerler, yaşadığımız bölgenin havasının ne kadar temiz veya kirli olduğu ve ne tür sağlık etkilerinin oluşabileceği konusunda bilgiler edinmemiz daha da önemlisi duyarlı olmaları halinde sorumluları uyaran, gerektiğinde onların da tehlikeye karşı gerekli önlemleri almasını sağlayan bir tür alarm zili.
Hava kalite indeksinden hareketle, kirli havanın solunmasından bir kaç saat sonra veya bir kaç gün içinde ortaya çıkacak sağlık risklerini öğrenmek mümkün…
Doğal olarak bu verilerden habersiz büyük çoğunluğun sağlığını, -örneğin Mersin’de özellikle soğuk havanın hüküm sürdüğü şu son üç aylık tabloda olduğu gibi- karşılaşılan tehlikeli gidişe karşı alınacak acil önlemleri düşünmek, havayı solumak zorunda olanlardan çok ölçümleri yapan, irdeleyen, okuyan ve yorumlamakla yükümlü olan sorumluların işi…
Çünkü kendilerine yetki verilen o insanların en önemli görevi bu ve bu iş için maaş alıyorlar..
Kendi ölçtükleri değerler alarm vermesine rağmen gerekli önlemleri almayanlar en hafif deyimle görevlerini savsaklıyorlar demektir..
Gelelim Mersin’de 271, Adana’da 65, Antalya’da 52 olarak ölçülen indeks skalasının pratik değerlendirmesine…
Hava Kalite İndeksini, 0-500 aralığında düzenlenmiş bir cetvel olarak düşünelim.
Rakam büyüdükçe hava kirliliğinin yükseldiği dolayısile sağlık riskinin de arttığı, buna karşın rakam ne kadar küçük olursa soluduğumuz havanın o kadar temiz olduğu anlamına gelen bir cetvel bu…
0-500 aralığıyla ölçülen hava kalite endeksinde 100 olarak ifade edilen değer ulusal hava kalitesinin bir yerde ortalaması anlamına da geliyor…
100’ün altına ne kadar çok düşerse o kadar kaliteli ve sağlıklı, 100’ ün üzerine çıktıkça da yükselen oranda hatta bazen toplum sağlığını tehdit edecek boyutlarda kirli bir hava…
Örneğin; HKİ değerinin 50 olması, hava kalitesinin iyi olduğunu ve toplum sağlığını etkileyebilecek riskin çok az olduğunu gösteriyor.
Buna karşılık, 300’ün üzerindeki her HKİ değeri, hava kalitesinin kötü ve dolayısıyla sağlık riskinin yüksekliğinin işareti…
0-50 arası yeşil renkle temsil edilen iyi ve sağlıklı, 51-100 arası sarı renkte orta kalitedeki hava anlamına geliyor…
101-150 arası turuncu renkle tanımlanan ve hassas gruplar için riskli havayı,
151-200 arası kırmızı renkli sağlıksız havayı,
201-300 arası değerler ise mor/pembe renkteki çok sağlıksız havayı,
301-500 arası ise kahverengi rengiyle temsil edilen tehlikeli havayı temsil ediyor…
İşte Mersin bu kategoriler içinde son iki ayda tehlikeli gel gitler arasında dolaşıyor…
25 Şubat 2008 akşamı saat 21’de baktığım işte bu endeksti ve çok tehlikeli anlamına gelen kahverengi sınırına yani 300 rakamına dayanmıştı…
İyi de bu tehlikeli gidişin sorumluları kim?
Doğru dürüst kaloriferin yanmadığı ülkenin en ılıman bölgesinin merkezi bir kent nasıl bu halde olur?
Meraklılarını tatmin etmek için sıralayalım:
-Doğal gazı gereksiz gören ve yıllarca geciktiren yerel yönetimlerimiz…
-Yakıtları denetleme sorumluluğunu üstlenenler..
-Hava kalitesini ölçmek yanında bacası nereye çıkarsa çıksın kirliliğe yol açan tüm binalar hakkında gerekli işlemleri yapmak, ondan da önemlisi ısınmak için bir şeyler yakmak zorunda kalan büyük kitleleri eğitmek ve uyarmakla yükümlü olanlar…
Bu kentte herkesin takkesini önüne koyup düşünmesi ve şu soruyu öncelikle kendisine sorması gerekiyor…
Hadi diğer dibe vurmaları anladık, hatta sineye de çektik diyelim…
Doğu komşumuz Adana’ nın 65, batımızdaki Antalya’nın 52 ile ölçülen kalitedeki havayı soluduğu bir gecenin aynı anında nasıl oldu da, bu kentte 271 gibi alarma yaklaşan bir havayı solumaya mahkum olduk veya edildik…
“Bedava yaşıyoruz, bedava…
Hava bedava, su bedava…”
Diyordu Orhan Veli…
Zehir olarak soluduğumuz, bedelini sağlığımızla ödediğimiz havayı görse tesadüfen yaşayan biz Mersin’lilere hangi dizelerle seslenirdi acaba?
Not: Belediyelerin sınırlarını yeniden belirleyen ve Mersin’de alt birim belediyelerin ilçelere dönüşmesini sağlayacak yasa taslağı daha bakanlar kurulunun imzasına açılmadan ve tasarı haline gelmeden bir kez daha değişti…
Mezitli’ nin Yenişehir’e bağlanmasından vazgeçildi. Büyük olasılıkla önümüzdeki dönemde Mersin Akdeniz, Toroslar, Yenişehir ve Mezitli olmak üzere dört ilçeden oluşacak (Kuyuluk, Davultepe, Tece’ nin yer aldığı Mezitli’ nin ilçe veya alt birim belediye olma olasılıkları da tartışılıyor.)
Bir başka önemli değişiklik ise ilk taslakta bağımsız olmaları ön görülen Soğucak ve Gözne belediyelerinin çevre köyleriyle birlikte mahalle olarak Toroslar İlçe Belediyesine bağlanması…
22 Temmuz seçimlerinde AK Parti, CHP ve MHP’ nin birbirine yakın oy aldığı bu iki belediyenin Toroslar ilçesi çatısı altında geçecek seçimleri etkilemesi zor ama iki belde de yazın ağırladığı nüfus itibariyle hayli önemli..
Bir başka yazıda yerel yönetimlerdeki bu hayatımızı her yönüyle etkileyecek değişimi yeniden ve son olası değişiklikler ışığında yeniden ele alırız…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T00:57:14.478-07:00
Dış Ticarette devrim yaratacak karar…
Dış Ticarette devrim yaratacak karar…
Dış Ticarette devrim yaratacak karar…
Türban tartışmalarının toz dumanı içinde yeterince değerlendirilmeyen bir karar sessiz sedasız biçimde yürürlüğe girdi.
8 Şubat 2008 günkü Resmi Gazetede yayınlanan Bakanlar Kurulu kararnamesiyle, “Türk parasının kıymetini koruma hakkındaki 32 sayılı kararda” bir takım değişiklikler yapıldı.
Değişikliklerin içinde en önemlisi ihracatçının mal bedellerini yurda getirmesiyle ilgili yükümlülüklerini yeniden düzenleyen 8.maddede yer aldı…
Türkiye’yi dünyaya açan tarihi 24 Ocak kararlarından sonraki en önemli adımlardan biri anlamına gelen 8.madde değişikliği bugün değilse de ileride epeyi konuşulup, tartışılacaktır.
Madde ile bundan böyle ihracatçının İhracat bedellerini dilediği biçimde tasarruf etmesi olanağı verilmiş bulunuyor…
Konuyu yakından bilmeyenler açısından dört kelimeden ibaret tek cümlelik “İhracat bedellerinin tasarrufu serbesttir” ibaresi önem taşımayabilir…
Oysa eli taşın altında olan ihracatçı açısından ayaklara vurulan prangaların tümüyle çözülmesi anlamına gelen bir değişiklik söz ediyoruz…
1930 larda tüm dünyayı etkisi altına alan küresel krizin ardından TBMM; 25 Şubat 1930 tarihinde“Türk parasının kıymetini koruma kanunu” adı altında 1567 sayılı yasayı kabul etmiş, bu yasayla ihracatçının yurt dışına gönderdiği mallarla ilgili bedelleri yurda getirmemesi –çoğu zaman da getirememesi– durumunda 5 yıla varan hapis cezalarına çarptırılması öngörülmüştü.
Kararla ilgili uygulama 50 yıl boyunca öylesine ağır biçimde uygulandı ki, çoğu ihracatçının bir ayağı mahkemelerden hiç eksilmedi…
Her ne kadar amacı “Türk parasının kıymetini koruma” olan kanunun yürürlükte olduğu süre boyunca Türk lirası yabancı paralar karşısında sürekli değer kaybetse de, Turgut Özal’ın ünlü 24 Ocak 1980 kararlarına kadar söz konusu yasa “Demokles’ in kılıcı” olarak ihracatçının tepesinden hiç inmedi…
Ülkeye her yıl milyonlarca dolar kazandıran ihracatçı, gün geldi birkaç dolar yüzünden yıllarca yargılandı, hüküm giydi, hapis yattı…
24 Ocak kararlarıyla 1567 sayılı yasa hükümleri hafifletildi.
En azından ihracatçı adına idam ipi anlamındaki o yasaya aykırı hareket edenlere verilen hapis cezalarının paraya çevrilmesi ‘ekonomik suça, ekonomik ceza’ anlayışı sayesinde sağlanmış oldu…
1990 ların başında Türk parasını koruma kanununa ek 32 sayılı karar daha da gevşetildi.
O tarihten itibaren 50 bin dolara kadar olan mal bedellerinin yurda getirilme zorunluluğu sona erdi…
Başının belaya girmesinden bıkan Türk ihracatçısı kararı anında kendine göre yorumladı.
O günden itibaren Türkiye toplam ihracatının %90 lık bölümü 50 bin doların altında beyannamelerle yapılmaya başlandı.
2005 yılında ihracat bedeli dövizlerle ilgili uygulamada önemli bir adım daha atıldı…
50 bin doların üzerindeki ihracat beyannamelerine uygulanan döviz getirme koşulu 100 bin dolara çıkarıldı…
Bu kez ihracatçı kambiyo denetimlerinden, bankaların takip ve yasal mercilere ihbarından ve bunun bir adım ötesinde yargılanmaktan kurtulmak için ihracat beyannamelerini 99 bin dolarlık partilere bölmeye başladı…
Küreselleşmenin sınırları kaldırdığı çağımızda, döviz üzerindeki kısıtlamalar zaten anlamını yitirmişti.
Bir yandan cebindeki kredi kartıyla dünyanın her köşesinde dilediği para cinsiyle dilediği miktarda harcama yapanlar, bir yandan 100 bin doların üzerindeki ihracattan dolayı yasal takibe uğrama korkusu içindeki ihracatçı…
8 Şubat 2008 tarihli uygulama ile 1930 yılında yürürlüğe giren Türk parasını koruma kanunu tümüyle anlamını yitirmiş, tarihin şaşmaz terazisinde değerlendirileceği arşive kaldırılmıştır…
Bundan böyle ihracatçı mallarının bedelini dilediği ülkede, dilediği biçimde değerlendirme olanağına kavuşmuş, rakip ülkelerin sahip olduğu liberal bir rejimin özgürlükçü alanına geçmiştir…
Kararname değişikliğiyle gümrükler, kambiyo müdürlükleri, hazine müsteşarlığı gibi resmi kurumlar yanında bankalar ve ihracatçı şirketlerin üzerindeki bürokratik yük ortadan kalkmış bulunuyor…
Milyonlarca dolar getirdiği halde, malını pazarlamak üzere yurt dışına gitmek isteyen ihracatçının birkaç yüz dolar almak üzere Merkez Bankası şubelerinin önünde nöbet tuttuğu günlerden bugüne…
Bir zamanlar bazen devletin onur belgesi verdiği, bazen de döviz kaçakçısı sıfatıyla suçladığı ihracatçı 8 şubat 2008 den itibaren artık küresel sahnede daha özgür hareket edebilecek…
Dünyadaki değişime kanat açan dış ticaret sektörünün önünü açan bu kararın etkileri zaman içinde sanırım çok daha iyi anlaşılacaktır…
Rahmetli Özal’ın başlattığı liberal ekonomi politikalarında ve Türk ihracatçısının küresel oyuna ayak uydurmasının çok önemli bir dönemeci sancısız, hatta tartışmasız geçiliyor…
Kararın alınmasında emeği geçenlere ve kendisine güvenenlere rüştünü ispat eden sektörün borcunu yeni rekorlarla ödemesi dileğiyle…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T00:56:27.683-07:00
Mersin balık çiftliklerinin çöplüğü mü?…
Mersin balık çiftliklerinin çöplüğü mü?…
Mersin balık çiftliklerinin çöplüğü mü?…
Merak ettiğim her şeyi sorgulama gibi kimisine göre kötü bir alışkanlığım var…
Çoğu zaman başımın derde gireceğini bile bile anlamakta güçlük çektiğim konuların peşinde koştum, koşuyorum…
Örneğin hava kirliliği gibi -bebeğinden en yaşlısına- tüm insanlarımızı ilgilendiren konuda, Mersin’in özellikle de geceleri çalmaya başlayan alarm zilleri karşısında sorumluluk üstlenmesi gereken birileri ortaya çıkar ve “ ne olmuş mis gibi havamız var” iddiasını dile getirirse, o zaman gerçeğin peşine düşme zamanıdır diyorum kendime…
Dünya eski dünya değil…
Bilginin yalnızca elit tekelinde olduğu, dar kalıplarda saklandığı o “sırlar evreni” devri çoktan kapandı…
Şeffaflığın, alabildiğine açıklığın, hepsinden önemlisi bürokrasinin varlık sebebi topluma hesap verme zorunluluğunun yükseldiği günlerdeyiz…
Yönetenler de toplumun temeli birey de, değişimi, bu gerçeğin ışığında okumak, zor da olsa okumakla yetinmeyip anlamak zorunda…
Gelin, bu temel gerçekten yola çıkarak son zamanlarda tanık olduğumuz çok basit gibi görünen ama kentimiz adına yaşamsal önemdeki bazı gelişmeleri dilimizin döndüğünce anlatmaya çalışalım…
Sınava giren ilkokul çocuklarını bile terletmeyecek basit sorularla koyulalım işe…
Çevre ve Orman Bakanlığı geçtiğimiz yıl Muğla’da konuşlanmış balık çiftliklerini uyararak 13 Mayıs 2007 tarihine kadar kıyılardan açığa taşınmalarını talep etti mi?
Etti…
Bu kararın ardından o güne kadar işin peşine düşmeyen Muğla Çevre ve Orman İl Müdürlüğü, kıyıda bulunan ve ÇED raporu bulunmayan 126 balık çiftliği hakkında kapatma kararını almadı mı?
Aldı…
Söz konusu karar balık çiftliklerine gönderilmedi mi?
Gönderildi….
Tebligatı alan çiftlik sahipleri ne yaptı…
Yargıya gittiler…
Bakın sonra neler oldu…
Başlangıçta balık çiftlik sahiplerini sevindiren gelişmeler yaşandı yargı sürecinde…
Örneğin Danıştay 6. Dairesi’ne yürütmenin durdurulması istemiyle açtığı dava sonunda mahkeme, bakanlığın aldığı kararı durdurdu.
Ama Bakanlık yetkilileri işin peşini bırakmadı ve Danıştay Daire Üst Kurulu’na 6. dairenin kararının iptali amacıyla başvurdu…
Daire Üst Kurulu da Danıştay 6. Dairesi’nin aldığı yürütmeyi durdurma kararını bozdu. Karar üzerine kıyıda bulunan ve gerekli kriterlere uymayan 126 balık çiftliğinin idam fermanı anlamına gelen kapatma kararları Muğla Çevre ve Orman İl Müdürlüğünce işletmelere tebliğ edildi…
Muğla Valiliği kıyıdaki balık çiftliklerinin yerlerini terk edip açığa çıkmasıyla da sorunun çözülmeyeceğini, açıktaki yeni alanlarda faaliyet gösterebilmeleri için ÇED raporu almaları gerektiğini duyurdu…
Nitekim Muğla Valisi Lütfi Yiğenoğlu, balık çiftliklerinin bulundukları bölgelerden kesinlikle kaldırılacağını belirterek, “Balık çiftlikleri sahipleri, açıktaki yerler için de ÇED raporu başvurusu yapmazlarsa faaliyetten men ederiz” açıklamasını yaptı yakın zamanda…
Muğla Valiliği son zamanlarda balık ölümleriyle yeniden gündeme gelen çiftlikler konusunda son derece kararlı…
Vali Yiğenoğlu bu konudaki soruları yanıtlarken şöyle diyordu:
“Bu çiftliklerin kıyıya çok yakın olması zaten mevzuata aykırıydı. Bununla ilgili olarak Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından, ‘Balık çiftliklerinin kurallara uygun bir şekilde 1100 metre ileriye 30 metre derinliğe ve akıntı olan bölgeye’ taşınması için tedbir alınmıştı. Taşınmayı turizm sezonundan önce yapacağız.”
Peki çiftlikler Muğla’nın kararlı tavrı karşısında ne yaptı?
Tümü soluğu Mersin’de aldılar…
Her birinin elinde projesi, arkalarında Tarım Bakanlığının kılavuz bürokratları, gözlerine kestirdikleri güzelim bâkir kıyılarımıza bakıp, ellerini ovuşturuyor, hayaller kuruyorlar…
İyi de Mersin Türkiye dışında kendine özgü yasaları olan farklı bir bölge mi?
Yoksa turizmle kalkınan, köşeyi dönmüş başta Muğla olmak üzere Ege’ nin çöplüğü mü?
Muğla’ da, Antalya’da, Bodrum’da yasak, Mersin’de serbest…
Onlara sevdanın yolları, bu kente kurşunlar…
Hadi çiftlik sahipleri haklarını, çıkarlarını savunma peşinde diyelim…
İyi de Tarım Bakanlığı bürokratlarına ne oluyor?
Yasa gereği Muğla kıyılarından uzaklaştırılan ve sahilden 1100 metre açıkta yapacakları yatırım bile ÇED zorunluluğuna bağlanan çiftliklere Mersin’i adres gösterenler Ege’ye yakıştırmadıkları tesisleri neden Mersin’e reva görüyorlar?
Neden bu kente farklı bir uygulama tasarlıyorlar?
Kimbilir belki yatırımcılar gibi Tarım Bakanlığı bürokratları da sahipsiz Mersini gözlerine kestirmişlerdir…
Ne de olsa burası Atatürk’ün dile getirdiği “Mersinliler Mersin’e sahip çıkınız” uyarısını dile getirme zorunluluğunu duyduğu tek kent…
Çiftliklere karşı gerekirse gövdesini siper edeceğini, her türlü tepkinin gösterileceğini söyleyen MTSO Başkanı Şaman’a da bir çift sözümüz var…
Tavrını alkışlasak ta sormadan edemiyor insan…
Ah başkanım, keşke 1,5 milyon ton kanserojen atığını –patenti bana ait deyimle 60 bin ULLA gemisi kadar tehlikeli atığı- deniz kıyısına dağ gibi yığan Kromsan’ a da, Karaduvar’ ın kara bahtını daha da karartan akaryakıt tank çiftliklerine de aynı kararlılıkla, yüreklilikle karşı çıksaydınız…
O zaman ayağınıza sıkılan kurşunun farkına varmadınız…
Kısmet bugüneymiş…
Sakın bana dünyayı ürperten krom +6 kanserojen atıklarının yada akaryakıt çiftliklerinin, balık çiftliklerinden daha masum olduğunu anlatmaya kalkışmayın…
Çok mu zordu, tank çiftliklerine deniz kıyısı yerine dağlık bölgeyi adres olarak göstermek?…
Ortak tek boruyla belirlenecek herhangi bir alana hepsini toplamak…
Neden deniz kenarı, neden her tesise ayrı boru?
Sorunun yanıtını hepimiz biliyoruz da, sıktığımız kurşun o günlerde ayağımıza değil, beynimize değdiği için anlamakta, anlatmakta zorlanıyoruz…
Sahi tam da Karaduvar’ da, bir şirketin borularının patladığı o netameli günlerde, hangi kurum yetkilisi hangi akaryakıt şirketinin sahibine onur plaketlerinden bir demet sunuyordu?…
Ben unuttum sevgili Şaman, siz hatırlıyor musunuz?
Balık çiftliklerine elbette hayır ama Kromsan ve akaryakıt tank çiftliklerine tümden HAYIR…
Biz hazırız Şaman başkan, sizi de bekliyoruz…
Dört gözle geleceğimiz, çocuklarımız adına girişilecek bu kutsal mücadeleye…
Bir yerimize kurşunlar sıkmadan…
Dilimizde Kayahan’ ın güzelim dizelerinin bize uyarlanmış hali, var mısınız, omuz omuza düşelim mi yollara?
“Muğla’ya sevdanın yolları, Mersin’ e kurşunlar…”
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T00:55:33.022-07:00
Serbest bölgenin 20. yılı..
Serbest bölgenin 20. yılı..
Serbest bölgenin 20. yılı..
Demek ki 20 yıl olmuş serbest bölge kurulalı…
Bu vesileyle düzenlenen Mersin serbest bölgesinin geleceğinin tartışılacağı toplantıdayım..
Konuşmacıları dinlerken geçmiş yıllar film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden…
1982 de İskenderun’a gidecek, bölgeyi Mersin’e kazandırırken çabalarımızı, neleri hayal ettiğimizi..
Ülkeyi dünyaya ve küresel rekabete açarken, önerdiğimiz serbest şehir projesini bizden daha büyük heyecanla sahiplenen Özal’ın şapka çıkarılacak gayretlerini, önerilerini…
Kafamızda kurguladığımız Singapur benzeri, kambiyo kelepçelerinden, gümrük duvarlarından azade bir özgür ticaret vahasını Türkiye’nin ideal noktası Mersin’de kurmaya hazırlandığımız o heyecanlı günler…
Aslında 1983’ te hayata geçen yasal düzenlemeler de bu modele uygundu.
Sonra ne olduysa oldu, bürokrasi çarkları alabildiğine özgür bir “serbest şehir” yerine deniz kıyısına sıkışmış, kıytırık bir bölgeyi yeterli gördü Mersin’e…
Bu arada olan oldu.
Yakında pasaportla girileceği! söylenen Mersin, bir an önce kapağı atmayı düşünen binlerce işsiz, yoksulun ilk göç dalgasıyla tanıştı. (Sonradan Güneydoğu’daki terörün yol açtığı ikinci dalgayla tanışacaktı kadersiz kent)
1982’ lerde Serbest şehir olamamıştık ama, altın bulma umuduyla vahşi batıyı istila eden Amerikalı göçmenlerin öyküsüne benzer bir öyküye tanıklık ettik onlardan yüz yıl sonra.
1987 yılında limanın yanı başında 700 dönüm arazi üstünde kurulan serbest bölgenin faaliyete geçişini karmaşık duygularla izledim.
Kimisine göre “hiç yoktan iyidir” sevinciyle karşılanan bölge benim açımdan büyük hayallerin sona erdiği, patlayacak hale gelen beklentilerin havasını almaya yönelik bir girişimdi artık…
Yüz binlerce Mersin’linin kabusa dönen Singapur olma rüyaları…
Zaman içinde yerini büyük umutlarla kente yerleşen yoksulların yarattığı varoşların patlamaya hazır bombalarına bıraktı.
Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştu Mersin…
Serbest şehir olayım derken 1979/80 yıllarında keyfini sürdüğü ekonomik mucizenin kırıntılarıyla yetindi bir süre…
Mirasyedi gibi her yıl biraz daha eriyen, biraz daha dibe vuran hastalıklı bir kent vardı karşımızda…
İşin kötüsü kimse hastalığın ne olduğu bir yana –hastalığı kendine yakıştırmadığı için- teşhisine yönelik bir şey de yapmadı…
1980 lerin başında doğu Akdeniz’de yıkılan Beyrut’un yerini almaya hazırlanan altın şehir bir mum gibi eriyerek 1990 larda Filistin görüntüleriyle beyinlere kazındı…
Ülkenin en büyük 7. kenti geçen yıllar içinde sosyo ekonomik gelişmişlik sıralamasına göre tanınmaz haldeydi.
Tam 12 basamak aşağı inerek 1980 lerde ülkenin en zengin 5. kentinin,17. sırada tutunma çabaları…
Başkasını bilmem ama benim adıma kahredici bir öyküydü bu.
1987’ de kurulan serbest bölge ayaklarının üzerinde durmaya çalışırken siyaset ve bürokrasi onu da çok gördü Mersin’e…
Bir süre sonra her ile yüksek okul mantığından beter anlayışla “her ile serbest bölge furyası” yla işlevlesizleştirildi.
Mardin’e, Rize’ye, Erzurum’a …
2004 yılında Türkiye AB ile tam üyelik yolunda en önemli virajı dönmeye hazırlanırken serbest bölgeler konusunda yeni süreçte ortaya çıkacak olası tehlikelere dikkat çeken iki yazı kaleme aldım.
AB’ ye ülkelerde serbest bölge uygulamalarını irdeleyen, uyum sürecinde ve sonrasında yapılması gerekenleri ele alan, benzer durumdaki ülkelerin bölgelerle ilgili uygulamalarını
9 kasım 2004 tarihli yazılarda tam da bugün Mersin’de düzenlenen sempozyumun gerekliliğine dikkat çekiyordum…
Yerelde yazmanın kaderi…
Kimsenin ilgisini çekmeyen o yazıların bir yerinde şunları söylüyordum:
“Bize göre MESBAŞ, MTSO, DTO ve kullanıcı derneğinin öncülüğünde en kısa zamanda “AB ile uyum sürecinde Serbest Bölgelerin geleceği ve Mersin’in durumu” konulu bir sempozyumun düzenlenmesi ve bu platforma konuyu AB ile tartışacak Ankara’daki bürokratik kadrolardan temsilcilerin çağrılması gerekiyor”
10 Nisan 2008 günü MTSO’ daki toplantıyı DTO ve MESBAŞ yönetim kurulu başkanı Cihat Lokmanoğlu ile yan yana izlerken yıllar önce söylediklerim geldi aklıma…
Yerim doldu…
Sempozyumda dile getirdiğim Mersin serbest bölgesinin geleceğiyle ilgili önerilerimi ve bölgeyle, Mersin’le ilgili 2023 hayallerimi bir sonraki yazıda ele alacağım…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2008-04-24T00:54:24.403-07:00
Serbest bölgenin dünü, bugünü, geleceği…
Serbest bölgenin dünü, bugünü, geleceği…
Serbest bölgenin dünü, bugünü, geleceği…
Mersin Serbest Bölgesinin 20. yıl etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen sempozyumda konuşmacılardan, dinleyici bölümünde oturan dinleyicilere kadar –dinleyicilerin büyük kısmının kullanıcı olduğunu belirtmekte yarar var- herkesin kafası karışık…
Kullanıcıların en önemli –hatta dile getirdikleri tek- sorun, dolmakta olan kira sözleşmeleriyle ilgili bilinmezler…
Serbest bölgenin bulunduğu alanın asıl sahibi hazine…
Bu nedenle Milli Emlak Müdürlüğü kendisine ait olduğunu iddia ettiği alan üzerinde inşaat yapmış olan firmaların kira süresi bitiminde mevcut binaları devredip gitmelerini istiyor.
Son iki yılda bu yönde adımlar da atılmış..
Aralarında TEKEL gibi kamu, EKSA gibi Sabancı’ya bağlı ülkenin en büyük iki holdinginden birine ait kurumlar serbest bölgedeki binalarını Dış Ticaret Müsteşarlığına (DTM) bağlı serbest bölgeler genel müdürlüğüne devredip gitmişler..
Sayı şimdilik 11…
Ancak kısa zamanda kalıcı bir çözüm bulunmazsa asıl yaprak dökümü 2008 ve 2009 da yaşanacak…
Birkaç imalatçı dışında bölgede kimsenin yaşam şansı kalmayacağı ifade ediliyor..
Oldukça ciddi sorunun zor ve karmaşık çözümü konusunda çabalar var ama yeterliliği sürekli tartışılansınırlı adımlar bile bir türlü atılmıyor…
Bugünlerde taslağı üzerinde çalışılan ve yakında Bakanlar Kurulunun onayı alındıktan sonra Meclise sevk edilecek bir kanun tasarısı var ama, kullanıcılar bir yana, denetim ve yönetim sorumluluğunu üstlenen bürokrasiyi bile tatmin etmekten hayli uzak…
Bölge kullanıcılarının sorunları bundan da ibaret değil…
Dünya fiyatlarıyla enerji temin edileceğini beklerken aksine elektriğe ülkedeki normal kullanıcıların da üstünde bedel ödüyorlar…
Bölge işletmecisi MESBAŞ, TEDAŞ’ tan aldığı elektriğin üzerine kâr koyarak satınca böyle ilginç bir durum çıkıyor ortaya…
Ödenen faturalar sadece elektrikle de sınırlı değil…
Güvenlik adı altında, temizlik adı altında tüm kullanıcılara bedeli paylaştırılan, üstelik üzerine kazanç koyulan bir hizmet söz konusu…
Kullanıcılar bu kambur halini alan günlük sorunlarını dile getiriyorlar ama aklım başka yerlerde…
Suriye, Mısır hatta Romanya, Macaristan’a giden yatırımcıları düşünüyorum ve yoktan yere kaybettiğimiz, başka ülkelere kaptırdığımız değer yaratıcılarımız…
Türkiye’de umduğunu bulamayan bu insanların başlarını alıp gitmesine kimse kızmamalı.
Hep birlikte oturup “biz nerede yanlış yaptık, düzeltmek için bundan sonra hangi adımlar atılmalı?” sorularına akılcı yanıtlar bulmadığımız sürece kan kaybı durmaz…
Elbette Mersin’de kullanıcıların hazine ile ilgili olan sorunları çözülmeli.
En azından 20 yıllık olan kullanım süreleri 49 yıllığına uzatılmalı.
Ama serbest bölgelerin önündeki engeller bundan ibaret değil ki…
17 Aralık 2004 tarihinde Türkiye, Avrupa Birliği ile ortaklık konusunda en radikal adımı attığı gün bu gazetedeki köşemizde serbest bölgelerin geleceğini masaya yatırmış, yapılması gerekenleri sıralamıştık.
Türkiye’de 27’ yi bulan bölge sayısının geçiş döneminde seleksiyona uğrayacağını, zaten günümüzdeki “dahilde işleme rejimi” ve fiktif antrepo uygulamaları nedeniyle büyük oranda cazibesini yitiren bölgelerin çoğunun kapanarak –veya kapatılarak- yeni döneme uygun bir iki merkezin öne çıkacağını belirtmiştik.
AB’ deki uygulamalara baktığımızda durum daha net anlaşılır..
Avrupa Birliğine üye ülkelerde bugün artık serbest bölge uygulaması söz konusu değil.
Ama geçmişte bu konumda olan Hamburg, Kanarya Adaları, Azor, Portekiz (Manderia) ve İrlanda serbest bölgeleri geçmişte elde ettikleri statüyü bugün de sürdürüyorlar.
Türkiye’de müzakere masasına oturduğu gün özellikle Avrupa ile Ortadoğu arasındaki en stratejik nokta olan Mersin serbest bölgesiyle ilgili bir takım ayrıcalıklar elde edebilir –etmelidir de-
Bu kazanımın elde edilmesi için Mersin Serbest Bölgesinin sınırları, faaliyet alanları yeni baştan ve 21. yüzyıl vizyonuna uygun biçimde tasarlanmalı, hedefler bu doğrultuda belirlenmelidir.
Dahilde işleme rejimi nedeniyle üretim, fiktif antrepo uygulamaları nedeniyle de ticaret alanında artık serbest bölgelerin avantajlarını yitirdiği gerçeğini herkes kabul etmeli.
Bu durumda Mersin belki de sınırlarını Kazanlı-Seyhan turizm bölgesini içine alacak biçimde yeniden düzenleyerek sağlık, eğitim, teknoloji sektörlerini öne çıkaran yapılanmaya gidebilir.
-Unutmayalım, Kazanlı-Seyhan önümüzdeki dönemde Tarsus’un güneyinde yapılması planlanan uluslararası Baharlı havaalanını da kapsayacak-
11 eylül olaylarından sonra Avrupa özellikle de Kuzey Amerika’ da potansiyel suçlu gibi algılanan ve bu peşin damga nedeniyle huzursuz olan petrol zengini Arap ülkeleri vatandaşları bu vahaya çekilebilir.
Bugün binlerce dolar ödeyerek çocuklarını Avrupa ve ABD/Kanada’ da okutmaya çabalayan, yine aynı ülkelerin doktor ve hastanelerine servet akıtan Araplar Mersin’de yaratılacak bölgeye çekilebilir.
AB ülkelerinin ortadoğuya yönelik ticaretleri de Mersin serbest bölgesi üzerinden düzenlenebilir.
Unutmayalım ki Suriye ve Mısır başta olmak üzere bölge ülkeleriyle imzalanan serbest ticaret anlaşması sayesinde artık Akdeniz Serbest Ticaret Alanı hayal olmaktan çıkıyor.
Yakın zamanda hayata geçirilecek uluslararası Baharlı havaalanı…
Hızlı tren sayesinde aradaki mesafe 20 dakikaya inen Adana ve Mersin’in tam ortasında kurulacak bu havaalanı yalnızca iki kente değil, Gaziantep, Hatay, Kayseri’ ye kadar uzanan geniş bir hinterlanda hizmet verecek.
Aynı havaalanı hızlı deniz otobüsleriyle Suriye, Lübnan, Kıbrıs’ ı da dünyayla birleştirecek.
Bu kadar mı?
Elbette değil…
2009’da Ankara-Konya hızlı tren sayesinde birleşiyor. Artık iki kent arası bir saatten az sürede üstelik çağa uygun güven ve konforla kat edilecek.
Bunun bir adım sonrasında ise Konya, Karaman üzerinden Yenice’ye yine hızlı tren hattıyla bağlanacak.
Bir başka deyimle Ankara-Konya-Mersin’in düşündüğümüzden de kısa sürede çağdaş anlamda demir ağlarla yeni baştan birbirine kavuşacak..
2023’ te 500 milyar doları ihracattan olmak üzere 1,5 trilyon dolarlık dış ticaret hacmine ulaşan, Türkiye’ nin yükselen yıldızı Mersin…
60 milyon turist ağırlayan Türkiye’ nin yeni cazibe merkezi Mersin…
Sağlık, eğitim, ticaret serbest alanıyla Avrupa ve Ortadoğu’ ya hizmet veren Mersin…
Baharlı uluslararası havaalanı çevresinde dünya ticaret merkezi, dünyayı bir araya getiren fuarlarıyla yalnızca Çukurova’ nın değil Akdenizin en önemli ticaret üssü Mersin…
Kuruluşunun 20. yılında Mersin serbest bölgesi sempozyumunda konuşmacısından dinleyicisine büyük çoğunluğun gündemi bugünün sıkıntılarıyla, hazine ile devam eden kullanım süreleri kavgasından ibaretti.
Ben ise çıkıp onlara 2023 vizyonunu, hedeflere uygun paradigmalarla 15 yıl sonunda bölgenin yükselen değeri, parlayan yıldızı geleceğin zengin Mersin’ini, onunla ilgili hayallerimi, daha doğru deyimle bir ütopyayı dile getirdim…
Umarım atılacak her adım o parlak geleceği biraz daha yakın eder..
Balık çiftlikleri, akaryakıt depoları, Kromsan atıkları, sahilleri sur gibi çevreleyen sitelerden arınmış gerçek potansiyelini yakalayarak geleceğe koşan Mersin…
Bu hayalin gerçekleştiğini görmeden ölmek, gözleri açık gitmektir…
Ve ben gözlerim açık gitmek istemiyorum…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2007-03-29T12:55:44.753-07:00
8.yılında Özcan’ ın hayalleri…
28 Mart 2004 te yapılan yerel seçimlerin üçüncü, Macit Özcan’ ın Büyükşehir belediye başkanı seçilmesinin sekizinci yılını devirdik hepbirlikte..
Bir önceki yazımızda Özcan’ ın 2004-2009 yıllarıyla ilgili hayallerini dile getirdiği kitaptan yola çıkarak, kentsel dönüşüm alanında Başkanın vaatleriyle yüzleşmek zorunda kaldığımız gerçekleri karsılaştırmıştık..
Hayal edilenlerle günümüz gerçeklerine, Özcan’ ın 2004-2009 istihdam konusunda gerçekleştireceği sözünü verdiği mucizelerle devam edelim..
2004 yerel seçimlerinden önce Özcan 2004-2009 arasında yapacaklarını sıralarken istihdam sorununu çözmeyi temel ve birinci ödev olarak gördüğünü bakın nasıl kararlılıkla anlatıyor:
“Yüz binlerin işsiz olduğu ilimizde, özellikle uzman ve eğitimli gençlere uygun is alanları yaratabilmek amacımızdır.
Bunun için hizmet sektörü de dahil olmak üzere turizm, sanayi, tarım ve islenmiş tarım ürünleri yatırımlarına alt yapı desteği sağlayarak istihdamın arttırılması amaçlanmıştır.
Sanayicinin en önemli sorunu kalifiye eleman bulamamasıdır. Sektörel olarak ihtisaslaşmış Kobi’ ler ve onların meslek eğitimine yönelik faaliyetleri yetersiz kalmaktadır, ayrıca halk eğitim merkezlerinin istihdama hazır, mesleki eğitimden geçirilmiş veya mesleki eğitim kursları ile kalifiye hale getirilmiş personel yetiştirmedeki çalışmaları yetersizdir. Bu durum is bekleyen kentimizin büyük bir kesimini mutsuz ve umutsuz kılmaktadır.
Bu nedenle Belediyenin İl Milli eğitim basta olmak üzere Valiliğimizin de desteğini alarak yoğun programla meslek geliştirici kurslar açılacak ve mesleklere göre ihtisaslaşmış sertifikalı elemanların yetişmesine öncülük edilecektir..
… Özeleştiri yapmam gerekirse iş ve aş bekleyen binlerce Mersinli kardeşimize istihdamı arttıracak unsurlarıgerek yasadığımız sel felaketi gerek Türkiye’nin 2001 yılından bu yana yaşadığı bunalımlar ve ekonomik krizler ile 2003 yılındaki Irak savaşının ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri öncelikli olan istihdam ve is sorunlarının çözümüne verdiğimiz önemi ikinci plana atmıştır.
Ancak2. beş yıllık donemde temel ve birinci öncelikli görevimiz; Mersinlimizin iş, aş ve sosyal yardim projelerinin uygulayıcısı olmaktır.
BUNU SIZ MERSIN HALKINA TAAHUT EDIYORUM..
Sizler de benim denetleyicilerim olunuz. Sizlere yapmayacağım sözler vermiyorum. İçi boş taahhütlerle 10.000 lerce kişiyi aldatıp işe alacağını söyleyen diğer adaylar gibi de ayağı yere basmayan ve doğru olmayan vaatler yapmıyorum.
Benim vaadim aç olana bir gün balık yedirip diğer günler aç ve muhtaç bırakmak değil.
Balık tutmayı öğretip onu kimseye muhtaç konuma getirmemektir..
..
Mersin’e yerli ve yabancı yatırımcı çekmek için belediyenin faaliyetleri arasında bulunan ve mevzuat açısından engel teşkil eden bürokratik uygulamalar en aza indirilecektir.
İstihdam yaratıcı yatırımlarda belediyenin yasal olarak almakta olduğu harç ve vergilerinde teşvik edici muafiyet ve indirim uygulamalarına gidilecektir.
Yatırımcının ihtiyacı olan arazi ve arsa temininde gerekli kolaylık sağlanacak, ihtiyaç duyulan alt yapı düzenlemelerini dolaylı katkı sağlayarak yatırımcının önündeki zorluklar kaldırılacak ve istihdam yatırılacaktır…”
Özeleştirisini yaparken işsizliği azaltacak projelere destek vermemesini –ne ilgisi varsa- 2001 yılında ülke genelindeki karanlık tabloya ve Mersin’de yaşanan sel felaketine bağlayan Özcan’ ın ürettiği mazeretlerin bile varlık sebepleri ortadan kalkalı beş yıl geçmiş..
Bir şey değişmiş mi?
Hayır..
Belediye Başkanı olarak vaat ettiği gibi, gerçekten yatırımcılara harç ve vergilerde muafiyetlerden geçtik, en küçük bir kolaylık mı sağlamış?
Asla…
Mersin’e yatırım yapacak girişimcilere arsa vereceğini,alt yapı düzenlemelerinde yardımcı olacağını, harç ve vergi konularında kolaylık sağlayacağını taahhüt eden Özcan, tam aksine bugün organize sanayi sitelerinin kalbine, Toroslar bölgesindeki vahşi çöp depolama alanını taşımakla, MTSO’ ya dört koldan savaş ilan etmekle meşgul..
2004 yılındaki seçim bildirgesinde Balık ikram etmek yerine balık tutmayı öğreteceğini vaat eden Başkan, güç koşullar altında bataklıkta yetiştirdikleri balıkları canlı tutmaya çalışan sanayicileri cezalandırmayı tercih ediyor..
İster istemez aklıma ünlü fıkra geliyor..
Adam ölmüş, Cennet ile Cehennem arasında tercih yapabileceğini söylemiş melekler..
İkisini de bir göreyim, ona göre seçimimi yaparım demiş garibim..
Cehenneme bir göz atmış ki, eğlencenin bini bir para.. Tamam demiş, Cenneti görmeme gerek yok, Cehennemi seçiyorum..
Kapıyı açıp içeri atmışlar onu..
Girmesiyle kafasına zebanilerin çullanması bir olmuş..
Kapıdan onu seyreden meleğe seslenmiş:
-Yahu burası bana gösterdiğiniz yer değil…
Melek yanıtlamış:
-O gördüğün filmin fragmanıydı.. Yaşadıkların ise Cehennemin kendisi…
Sanıyorum Özcan’ ın 2004-2009 kitapçığında anlattığı “UFKUNDAKİ MERSİN” seyirci toplaması gereken filmin fragmanıydı..
Şimdi tanık olduklarımızsa ACI GERÇEKLER…
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2007-02-20T08:04:41.756-08:00
Promosyon hikayeleri..
Mersin Büyükşehir Belediyesi sayesinde yeniden gündeme oturdu promosyon konusu..
Uygulamayı kısaca anlatmaya çalışalım..
Geçmişte memur maaşları hükümetlerin yayınladığı gizli açık bir takım genelgelerle devlet bankalarına yatırılır, memurlar da günü geldiğinde, ücretlerini bu bankalardan çekerlerdi..
Özellikle Refah-Yol hükümeti döneminde tüm maaşların hatta diğer ödemelerin tek bir banka üzerinden yapılması tartışmalara da yol açmıştı..
-Kimi komplo teorisyenlerine göre, Erbakan liderliğindeki Refah-Yol iktidarının çökmesinin altındaki önemli nedenlerden biri tüm devlet kaynaklarının ve harcamalarının tek havuzda toplanmasıydı-
2001 krizinden sonra yükselen gecelik faizler nedeniyle memur maaşları bankalar açısından büyük önem kazandı..
Bakanlıkların yerel teşkilatlarını maaş ödenmesi konusunda diledikleri bankayla çalışabilecekleri yönünde serbest bırakması yepyeni bir rant ve pazarlık alanı yarattı..
Yereldeki resmi kurumlarla, belediyeler çalışan personelin sayısı üzerinden pazarlık yapmaya, belli bir takım paralar –kimi zaman da gayri nakdi varlıklar- almaya başladılar…
İşin içine akçalı konular girince tartışmalar, dedikodular da başladı..
Örneğin geçtiğimiz günlerde Niğde Üniversitesi eski Rektörü promosyon paralarının hesabını veremediği için tutuklandı..
Sanık mahkemeye verdiği ifadesinde personel maaşlarının ödeneceği banka ile 135 milyarlık anlaşma imzalandığını ancak paranın ne olduğunu hatırlamadığını söylemiş, Mahkeme 135 milyarlık hafıza kaybı iddiasına karşın kendisini cezaevine yollamıştı..
Sevgili Serdar Keskinışık son günlerde Çukurova gazetesinde Mersin Büyükşehir Belediyesinin promosyon paralarını sorguluyor, izleri sürüyor..
Keskinışık, 2 bin çalışanın söz konusu olduğu Banka anlaşmasının bir trilyonu bulduğunu, söz konusu paraların çalışanlara ödenmesi gerektiğini belirtirken örnek olarak Milli Eğitim Bakanlığının “İl Müdürlüklerince alınacak promosyon paralarının %70’ ninin çalışanlara dağıtılması” hakkındaki genelgesine dikkat çekiyor…
Son yıllarda bu promosyon konusunu pek çok kurum ve kuruluş nezdinde araştıran biri olarak, farklı uygulamaların çeşitliliği karşısında şaşırdığımı hatta bunaldığımı itiraf etmeliyim..
Örneğin Keskinışık’ ın, Bakanlık genelgesi nedeniyle örnek gösterdiği Milli Eğitim’in Mersin Müdürlüğü..
Çalışanlara tek bir kuruşun ödenmediği promosyon paraları personel dışında nerelere harcanmamış ki..
İşte birkaç örnek:
-Eğitime destek verir umuduyla iş adamlarına ve Oda Başkanlarına verilen 3,5 milyarlık yemeğin parası buradan karşılanıyor..
-Mersin Milli Eğitim Müdürlüğüne 52 milyarlık bilgisayar alınıyor..
-Anadolu Turizm Meslek Lisesi Konferans Salonu bu paralarla halı kaplanıyor, ses sistemleri kuruluyor..
-Son model bir binek aracı.. (Üstelik araç İl Özel İdaresine bağışlanıyor)
-Daha bir sürü kırtasiye, masa, sandalye, bayrak, bilgisayar yazıcıları, modemler ve daha neler, neler…
Harcama listesi içinde beni en çok “Eğitime %100 destek” kampanyası çerçevesinde iş adamları ile Oda Başkanlarına yemek verilmesi amacıyla yapılan ödeme düşündürmüş ve üzmüştü…
Baş tacı etmemiz gereken öğretmenlerin maaşları üzerinden sağlanan artı gelirin bir kısmının kendilerine yemek olarak yedirildiğini öğrenen iş adamları ve oda başkanlarının boğazları nasıl tıkanırdı acaba?
Promosyon hikayeleri Milli Eğitim Müdürlüğüyle sınırlı değil üstelik..
Mersin Tarım İl Müdürlüğünün uygulaması çok daha düşündürücü..
Bir başka yazıda da onu anlatırız..
Nasıl olsa meraklı dinleyenleri vardır bu tür akçalı hikayelerin..
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2006-11-30T08:16:22.706-08:00
Ersoy Bulut’un istifası.. Yeni duydum fıkrası..
Blogger: Name your blogErsoy Bulut’un istifası.. Yeni duydum fıkrası..
CHP 3 Temmuz 2001 de sayısı unutulan bir Olağanüstü genel kuruldan daha çıkıyor..
Bu kez Baykal’ın rakibi Ertuğrul Günay..
Delegeye hakim Baykal Günay’ı hezimete uğratmakla kalmıyor..
72 kişiye çıkarılan Parti meclisi için hazırladığı liste sadece beş fire veriyor..
Yüksek disiplin kurulu ise tamamen Baykal’ın önerdiği isimlerden oluşuyor..
15 kişilik kurulda Anamur’un yakından tanıdığı bir isim var: Ersoy Bulut..
Genel kurulun ardından zaten Türkiye seçim atmosferine giriyor..
**
2002 Kasım seçimlerinde Yüksek seçim kuruluna verilecek listeyi Baykal, resmi mercilerden önce bazı medya mensuplarına sızdırıyor.
Taktik çok akıllıca..
Kamuoyundan, teşkilat ve küskünlerden gelecek tepkilere bakarak, son birkaç saat içinde revize etme hesapları..
10 Eylül 2002 günü başta Hürriyet olmak üzere büyük gazetelerde “CHP’nin YSK’ una vereceği kesin liste” başlığıyla yayınlanan haber Mersin’i de yakından ilgilendiriyor..
Çileli dönemde CHP’ nin İl Başkanlığını sürdüren dürüstlük anıtı Uğur Yıldırım, Mustafa Özyürek’ in hemen ardından ikinci sırada yer alırken, 4. sıradaki yerini beğenmeyen Ali Oksal istifa ettiğini açıklıyor..
Baykal son 12 saatte tepkilerden yola çıkarak, revize ettiği sürprizlerle dolu yeni listeyi göndertiyor YSK’ ya..
İkna edilen Ali Oksal 4. sıradaki yerini korurken, Uğur Yıldırım ismi buharlaşıyor, 2. sıraya Ersoy Bulut’un adını görenler gözlerine inanamıyorlar.. Ama Türkiye’de siyasetin nasıl yapıldığını bir kez daha görüp ders hanelerine yeni notlar düşüyorlar..
Seçimler yapılıyor..
1999 seçimlerinde 6.sırada gösterildiği için kaçırdığı Milletvekilliği mazbatasını bu kez çok rahat kucaklıyor
Mersin’den 7 milletvekili çıkaran CHP’de bırakın telaşlanan Ali Oksal’ ı, adı tesadüfen yazılan Hüseyin Güler bile, 7.sıradan Ankara’ nın yolunu tutuyor..
**
6 Ocak 2005
CHP’de yine bir olağanüstü kongre hazırlığı var..
Bu kez rakip Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül..
Olağanüstü kongre yaklaşırken, dikensiz gül bahçesi arayışındaki Baykal, partiyi yıprattığı gerekçesiyle Sarıgül’ün ihracını istiyor..
Kendi eliyle isimlerini yazdığı Yüksek Disiplin Kurulu üyeleri bu kez emri yerine getirmiyor, sert bir açıklama ile Genel Başkanı yerden yere vuruyorlar.
Açıklamayı TBMM’ de okuyan Bulut şunları söylüyor:
“Genel Başkan, CHP’yi hırsı ve ihtirası uğruna hançerlemekten kaçınmamaktadır.. Genel Başkanın, kendi iradesiyle belirlediği Yüksek Disiplin Kurulu üyelerini istediği yönde karar vermediği için bu kadar ağır suçlaması bugüne kadar hiç bir siyasal partide ve siyaset tarihinde rastlanılmamış talihsiz bir olaydır. Kaldı ki iddia hiçbir kanıt ve belgeye dayanmadığı için YDK tarafından reddedilmiştir.”
Kurultay öncesinde Anadolu yollarına düşen Sarıgül’ ün yanından hiç ayrılmıyor Ersoy Bulut..
Siyasetten çok paranın kokusunu iyi alan bazı medya kuruluşları fırsatı hiç kaçırmıyor. Örneğin Mersin’de Sarıgül’ ün düzenleyeceği mitingi “canlı veririz, kamuoyunu ayağa kaldırırız” iddiasını dile getiren birkaç uyanık görsel ve işitsel medya mensubunun milyarlarca lirayı paylaşması bugün bile dilden dile dolaşmakta..
Olağanüstü genel kurulda Baykal Sarıgül’ ü yerle bir ederek güven tazeliyor..
Pirus zaferi 18 il teşkilatının feshedilmesi karşılığında gelse de ne gam..
29 Mart 2005 günü Sarıgül’ cü 5 Milletvekili zehir zemberek açıklamayla CHP’den istifa edip, yeni umut kapısı SHP’ ye geçiyor..
Açıklamayı Bulut okuyor ve özetle şunları söylüyor:
“CHP’deki tüzük değişikliği ‘Baykal hegemonyası’na dönüştürülmüştür..18 il örgütünün yöneticileri ya görevden alınmış ya da çeşitli oyunlarla düşürülmek suretiyle partiden ve siyasetten uzaklaştırılmıştır.
AKP ve CHP gruplarının belirli sayıda milletvekili bulunan siyasi partilere yapılan Hazine yardımının kesilmesine ilişkin yasa teklifi üzerinde anlaşmaları bardağı taşıran son damla olmuştur.. “AKP ve CHP gruplarının üzerinde anlaşarak doğrudan parlamentoya taşıdıkları bu teklif, iki partili bir sistemi ülkede kalıcı yapmaya çalışmaktadır. Toplumu ve halkı rehin almak istemekteler.. CHP’nin parti olma niteliğini yitirdiğini ve idare meclisi başkanı Deniz Baykal olan bir anonim şirkete dönüşmüştür..
Doğruyu söylemenin suç, yalakalık, dalkavukluk ve yalancılığın ise geçerli olduğu, çiftlik gibi yönetilen bir siyasi yapı; sorgulamadığımız, hesap sormadığımız, hatta dokundurma bile yapamadığımız siyaset önderleri, üç maymunu oynayan; duymayan, görmeyen ve hiç konuşmayan çok deneyimli siyaset bilgeleri, hokus pokus ustaları; kitlelere heyecan ve umut vermeyen, parti geleneklerini, tüzüğünü ve hukuku çiğneyerek başını kaldıranı ezmeye çalışan bir kadro. İşte koltuk sevdalısı bu dar kadro, genelde Türk demokrasisinin, özelde sosyal demokrasinin önünü tıkadı. Bu dar kadronun başında olduğu CHP, artık toplumda bir canlılık, bir heyecan ve umut yaratmamaktadır.. Yaşanan süreçte, parti içinde ayrımsız olarak CHP’lilere reva görülen statü kapıkulluğudur..”
Bu kafa kıran kaya gibi cümlelerin ardından beş Milletvekili SHP’ nin yolunu tutuyor.. Murat Karayalçın hemen koltukları yeniden düzenleyip, gelen büyüklere yer açıyor..
2004 Mart ayında yapılan yerel seçimlerde DEHAP’ la ittifak yapan SHP’ nin yeni genel sekreteri Ahmet Güryüz Ketenci, Genel Başkan yardımcısı ise Ersoy Bulut’ tur..
**
16 Mayıs 2006
solda ittifak arayışları için yola çıkan Baykal ilk olarak Ecevit’in kapısını çalıyor..
Yanında tanıdık bir isim SHP Genel Başkan yardımcısı Ersoy Bulut..
İttifak arayışları boşa çıktıkça ve yeni genel seçimlerin ayak sesleri duyuldukça homurtular da başlıyor..
Bir yıl önce anlı şanlı demeçlerle CHP’ den kopup umut kapısı SHP’ye gelen Milletvekillerinin ikisi istifayı basıp gidiyor önce..
Ersoy Bulut ise gitmeden önce kendine özgü şartlarını “SHP bölücü partilerle ittifak bir yana, bu düşüncede olan parti ve kişilerle temas ve diyalog bile yapılmayacağını şimdiden açıklasın” cümlesiyle özetliyor..
Bulut’un sözlerini duyan eski yol arkadaşı Ketenci isyan ediyor adeta:
SHP’nin 6 partili ittifakta iyi niyetle, solda birliğe ve yurtta barışa katkı sağlamak için yer aldığını çok iyi bildiği halde, Bulut, buna rağmen maalesef, kimi gazetelerde SHP’nin bölücü partilerle ittifak yapmayacağını açıklaması gerekir şeklinde demeç vermiştir. Bir yıldır Genel Başkan Yardımcısı ve MYK üyesi olan bir kişinin, böyle bir durum söz konusu olmadığı halde, konuyu genel başkana açmadan bu tür demeçler vermesi siyasi ahlakla bağdaşmamaktadır”
Açıklama ve suçlamalar birbirini izlerken, SHP Bulut’u Merkez Disiplin Kuruluna sevk etmekte gecikmiyor..
Atılacağını anlayan Bulut, erkeklik bende kalsın deyip istifayı basıyor..
Bu hikayenin daha çok su götüreceğini söylemek için müneccim olmak gerekmiyor..
Aklıma meşhur fıkra geliyor:
Yeniçeri gözüne kestirdiği müsavinin yakasına yapışmış.. “Sen bizim İsa Efendimizi öldürmüşsün” diye..
Musevi, can havliyle mırıldanmış “İyi ama, o dediğin olay 2000 yıl önce olmuştu”
Bozuntuya vermemiş yeniçeri “Ben yeni duydum…”
İster misiniz? SHP’den ayrılırken ileri sürdüğü gerekçelerin kendisi oralara gitmeden önce var olduğunu anımsatanlara, Bulut’ ta Yeniçeri misali yanıtlasın:
“Ben yeni duydum”
ayanhttp://www.blogger.com/profile/155315670610610485380
2006-09-06T23:15:45.923-07:00
Banka promosyonu Ağrı’da okul oldu.. Ya öbür kentler..
Ağrı sosyo-ekonomik göstergeler göz önüne alındığında Türkiye’nin en geri kalmış ili..
Kocaeli’ nde 6600 dolar olan yıllık milli gelir, Ağrı’da 600 dolara düşüyor..
Bir başka deyimle yıllık milli gelir seviyeleri bakımından 11 Ağrı ancak bir Kocaeli ediyor..
Gelişmişliğin yalnızca milli gelirle ölçüldüğü dönemler geride kaldı.. Günümüzde eğitimden sağlığa, öğretmenden doktor sayısına, elektrikten telefon ve araba sayısına kadar yüzlerce kritere bakarak kentlerin karnesi çıkarılıyor..
Kocaeli ile Ağrı arasındaki uçurum eğitim rakamlarına da yansıyor ister istemez..
Ağrı’da her 100 kişiden 68’ i okur yazar, Kocaeli’ de 92..
Okur yazar kadınlara bakıldığında fark daha da büyük..
Ağrı’da 100 kadının 52’si, Kocaeli’ de 87 si okur yazar..
Ağrı’da %13 olan lise okullaşma oranı Kocaeli’ de 40..
Tüm bu rakamlar birikip ekonomiye ve doğal olarak ihracata yansıyor sonunda..
Tüm Ağrı il genelinde yılda toplam 3 milyon dolarlık ihracat yaparken, aynı rakam Kocaeli’ de 3,3 milyar dolara çıkıyor..
İşte bu Ağrı kötü talihini ters yüz etmek amacıyla çabalıyor yıllardır..
İlginçtir, son yıllarda kadersiz kente eğitim konusunda duyarlı Valiler atanıyor nasılsa..
Yıllar önce Ankara, İstanbul’a gitmiş Ağrı’lılar geçtiğimiz yıl Valilerinin ricasını kırmamış ve 22 okul yapılmasına öncülük etmişlerdi..
Bu kez medyanın kırıntı köşelerinde kalan haber daha da ilginç ve duygulu..
Okul yüzü görmemiş kızları eğitimle buluşturacak “Baba Beni Okula Gönder kampanyasına” destek vermek amacıyla Ağrı Valisi Yusuf Yavaşcan bir ilke imza atıyor..
Sadece ilk olmasıyla değil, başka İl Valileriyle Milli Eğitim Müdürlerinin kulağına küpe olacak örnek bir davranış olma özelliğiyle de dikkat çekiyor..
Bilindiği gibi tüm illerde Kurum ve kuruluşlar, personel maaşlarının bir bankadan ödenmesi karşılığında belli bir para alıyor..
Geçmiş dönemlerde kurum yetkililerinin bir kısmı ile bazı daire müdürleri bu işi yaparken masa altı pazarlıklarla iş bağlamayı tercih ediyordu..
Son zamanlarda işin cazibesinin anlaşılması yanında, işin asıl sahibi personelin de, kendi üzerinden yapılan pazarlığın farkına varması bu alanda kıran kırana rekabet yaşanmasına yol açtı..
Aslında promosyonda alınıp verilecekler bankalarla kurum yöneticileri arasında yapılan anlaşma ile belirleniyor..
Bazı uyanık kurum yöneticileri, işi Bankalar arası rekabete sokup işten kazançlı çıkarken, bazı kurumlarda işler sessiz sedasız biçimde bitiriliyor..
Ağrı Valisinin yazıya konu ettiğimiz örnek davranışı da işte böylesi bir promosyona dayanıyor..
İl genelindeki öğretmenlerin maaşlarının bir banka şubesi aracılığıyla ödenmesi karşılığında, söz konusu banka Ağrı Milli Eğitim Müdürlüğüne, promosyon adı altında, 600 bin YTL (600 milyar TL) ödüyor..
Milli Eğitim Müdürlüğünün yaptığı anlaşmanın ardından gelen paradan haberdar olan Ağrı Valisi devreye giriyor..
Sonuç: Başta eğitim olmak üzere sosyo ekonomik gelişmişlik sıralamasında diplerde çırpınan bir kent, öğretmen maaşları sayesinde elde edilen bir gelirin, yeni bir okul yapılmasında kullanılmasına karar veriyor..
Çeşitli Bankalardan teklif topladıklarını açıklayan Vali Yusuf Yavaşcan’ ın sözleri de çok ilginç ve manidar:
“Bankaların bu tür promosyonları oluyor. Bu parayla kimi makam odasını yaptırır, kimi makam arabası alır. Biz de okul yaptırıyoruz” diyor..
Tek cümlelik, kısa ama çok anlamlı bir açıklama..
Pek çok farklı il Valisine, nice Üniversite, hastane, postahane ve sıralamakla bitmeyecek kadar kurum ve kuruluşa ince göndermeler içeren veciz cümle…
Başka yerler bizi fazla ilgilendirmiyor..
Örneği yaşadığımız kentten, Mersin’den verelim..
Ağrı’da; okul öncesi, ilk, orta, meslek okullarının tümünde toplam 3 bin öğretmen görev yapıyor.. Ve 3 bin öğretmenin maaşının bir banka kanalıyla ödenmesinden 600 milyar elde ediliyor..
Durum bu olunca, ilk okul matematik problemlerinin çözümünden daha kolay bir denklemin yanıtını verelim..
Ağrı’daki 3 bin öğretmenin maaşının bir bankadan ödenmesi 600 milyarlık rant yaratıyorsa, 15 bin öğretmenin bulunduğu Mersin’de benzer işe alınması gereken rakam 3 trilyon etmez mi?
Peki Mersin’de Öğretmen maaşlarının benzer biçimde bir banka aracılığıyla ödenmesi karşılığında bizim Milli Eğitim Müdürlüğünün kasasına ne kadar para girdi?..
Bu paralar nerelere harcandı?
Ağrı Valisi “Kimi makam odası yaptırır, kimi makam arabası alır. Biz de okul yaptırıyoruz” derken elbette birilerine göndermelerde bulunuyordu..
Kim bu makam odası yaptıranlar, ya da makam arabası alanlar?..
Vali Yavaşcan isim vermediğine göre, pek çok kentteki kurum töhmet altında..
Tüm illerdeki Milli Eğitim Müdürlüklerinden başlayarak, kurumların anlaşmaya temel teşkil eden personel sayılarıyla aldıkları promosyon miktarlarını ve bu paraları nerelere harcadıklarını açıklamaları gerekiyor..
Yalın ve basit bir soru..
Mersin Milli Eğitim Müdürlüğü 15 bini aşkın personelin maaş ödemesi için promosyon anlaşması yaptı mı?
Ağrı iline benzer şekilde okul yaptırmak kimsenin aklına gelmediğine göre, Mersin bu paralarla ne yaptı?
Dileyelim makam döşetenlerle, makam aracı alan promosyoncular arasında Mersin Milli Eğitim Müdürlüğü yoktur..
***
BASINA KAPALI İNSAN HAKLARI KURULU, ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜNÜN 2005 RAPORU…
Eskiden otobüs firmalarının müşteri memnuniyetini ölçmek için uyguladıkları yöntemlerden biriydi konaklama yerleriyle, otobüse şikayet kutusu koyulması…
Son toplantı vesilesiyle öğrendik ki, Mersin İnsan Hakları Kurulu benzer bir yol seçmiş. Kentin muhtelif yerlerine vatandaşın insan haklarıyla ilgili şikayetlerini yazıp atması için koyulan yedi kutuya, Büyükşehir belediyesinin himmetleriyle on kutu eklenmiş.
Yine basını bilgilendirme! Toplantısından öğreniyoruz ki, sorun kutu sayısında değil, halkın ‘tahta Marko Paşalara’ ilgisizliğinde düğümleniyor.
Nitekim insan haklarından sorumlu komisyonun başkanlığını yürüten Vali yardımcısı son toplantıdan önce ‘basın açıklaması’ için çağırdığı medya mensuplarına, kutulara iki şikayet hakkında not bırakıldığını, bunların da insan haklarıyla ilgisi olmadığını dile getirip ardından toplantının basına kapalı olduğunu belirtip kapıyı göstermiş…
Mevcut Valimizin kentinde medyanın alışmış olması lazım bu tür davranışlara..
Mersin dinamiklerini harekete geçirecek MEKİK toplantıları da kapalı kapılar ardında yapılmıyor mu?
Çalışmaları halka yansıtması için yardım istenen medyaya toplantıları kapatan bu anlayışa daha ne kadar tahammül edeceğiz. Ya da başka türlü soralım:
21. yüzyılın şeffaf aydınlığında, halktan gizli halkı yönetme zihniyetini kabullenmek zorunda mıyız?
Aslında, kamunun bilgilenme hakkını engelleyen Mersin’deki kurulun Başkanlığını yürüten Vali ve yardımcısını İnsan haklarından sorumlu en üst makama şikayet etmek gerekiyor…
Bu arada Kurulun yasal dayanaklarını araştırırken ilginç bilgilere ulaştım.
Meğer Kasım 2003 te yayınlanan son yönetmelikle, eskiler kaldırılırken son haliyle İL VE İLÇE İNSAN HAKLARI KURULLARININ KURULUŞ, GÖREV VE ÇALIŞMA ESASLARI belirlenmiş.
Kurulda yer alan üyeliklerin bir kısmı ve bunların belirlenme yöntemi de evlere şenlik:
Baroyu, TBMM de temsil edilen siyasi partileri, il genel meclisinden temsilciyi, tabip odasını anladık ta, Ticaret Ve Sanayi odası ya da esnaf odasının insan haklarına olan ilgisini, Okul aile birliklerinden başvuranlar arasından Valilik tarafından belirlenecek temsilciyi, diğer meslek odaları ile sendikalardan uygun bulunacak birinin yine Valilerce atanmasını demokratik anlayışla bağdaştırmak mümkün mü?
Türkiye genelinden Mersin özeline gelecek olursak, kent merkezindeki İnsan hakları kurulunda yer alan kurumlarla, kurumları temsilen katılan üyeler zoraki siparişe benzeyen oluşumun bürokrasi eliyle ne hale getirildiğini çok daha iyi anlatıyor:
Yönetmeliğin 5. maddesinin (a) bendi Büyükşehir statüsü bulunan illerde Büyükşehir belediye başkanı veya başkan yardımcısının kurulda yer almasını emretmişken, Mersin’de bu temsil Büyükşehir Genel Sekreter Yardımcısınca yürütülüyor.
Katılacak kurumların temsil edilmesinde bile ciddiye alınmayan yönetmelik…
Aklımızca çağdaş dünyayı kandırdığımızı sanıyoruz ama, kendimizden başkasını kandırmıyoruz. Olan boşa geçen zamana, vaktini ayırıp toplantılara mesai harcayanlara oluyor.
İnsan haklarıyla ilgili ihlalleri araştırıp, şikayetleri değerlendirsin diye oluşturulan kurulları farklı ses ve düşünceden temsilcilerin de katılacağı platformlara dönüştürme yerine, çoğunu Valiliklerin belirlediği insanlardan oluşan dikensiz gül bahçeleri.
TBMM de temsil edilmese de, halkın yöneldiği siyasi partiler, insan hakları alanında çalışan ve mücadele veren derneklerden yoksun, kapılarını medyaya kapatan insan hakları kurulları.
Tam “kel başa şimşir tarak” görüntüsü…
İNSAN HAKLARI RAPORU…
Yazıyı bitirirken elektronik postama Uluslararası Af Örgütünün 150 den fazla ülkeyi kapsayan 2005 yılı raporu düştü.
Dünyada insan hakları alanındaki uygulamalarının değerlendirildiği, Amerika dahil pek çok ülke hükümetinin, insan hakları alanında verdikleri sözleri tutmamakla suçlandığı belge.
26 Mayısta Örgüt Genel Sekreteri İrene Khan tarafından Londra’da açıklanan raporda; ABD ‘nin ‘stres durumları’ gibi uydurma gerekçelerle işkence yasağını sulandırmasının kabul edilemeyeceği belirtilirken, asıl bağışlanamaz ihlallerin Darfur, Haiti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Çeçenistan, Filistin, Afganistan ve Irak’ta görüldüğü, daha da önemlisi bu ülkelerde insan hakları ihlalleriyle ve şiddet eylemlerinin olağan hale geldiği vurgulanıyor.
Raporun Türkiye bölümü tek kelimeyle mevcut durumumuzu ve açmazlarımızı özetliyor: Hükümetin yasaları uluslararası standartlara çıkarmak için yaptığı hukuksal reformların pratikte uygulanmadığı, güvenlik güçlerinin işkence ve kötü muamele uygulamasının devam ettiği; göstericilere karşı aşırı güç kullanılmasının örgütü kaygılandırmaya devam ettiği ve yüzleşmemiz gereken bizim gerçeklerimiz:
Gözaltı ile ilgili düzenlemeler sayesinde, Filistin askısı ve falaka gibi bazı işkence yöntemleri azalsa da, dayak, elektrik verme, soyma ve ölümle tehdit gibi uygulamaların sürdüğü iddiaları.
Unutmayın Milas’ta şiir okuyan genci göz altına aldıran, Sütçüler’de “Orhan Pamuk ‘un kitaplarını bulup yakın” diyenler devletin halkı yönetsinler diye atadığı kaymakamlar…
Meclis yasalar çıkarsa da, hükümetler binlerce kararname, genelge de yayınlasa, sorun uygulama ve uygulayıcılarda düğümleniyor.
Ve hep Devleti bireyden koruyan o eskilerde kalmış malum refleksle karşılaşıyoruz. Oysa Mersin’de İnsan Hakları Kurul Toplantısını medyaya kapatan Vali Yardımcısı da, Sütçüler ve Milas kaymakamları da önümüzde açılan yeni dönemi, bireyin öne çıktığı ve devletten daha önemli hale geldiği 21. yüzyılın temelini oluşturan felsefeyi bir algılasalar…
Eski çağın “Vatan sana canım feda” sloganı yerine, kendini insanının daha mutlu yaşamasına adayacak yeni çağı algılamak, kabullenmek ve yaşama geçirmek…
Milas’ta şiir okuyan gence reva görülenlere tepki gösteren Başbakan “Yazık ki bazen bazı şeyler adamına göre oluyor” derken, uygulamaların yönetim kademelerindeki aktörlerin insafına bırakıldığını itiraf etmiş oluyor.
İyi de, bireyi devlet adına haksızlıklar yapan bürokrasiden koruyacak İnsan Hakları kurulunu bürokrasiye teslim eden anlayış bugünkü hükümetin eseri değil mi?
Umarım Erdoğan, haksızlığa uğrayan gencin başvuracağı Milas İnsan Hakları İlçe Kurulunun başkanlığını da, o davranışlara yol açan Kaymakamın yürüttüğünü biliyordur…
abdullahayan@gmail.com